Dündar Ağabey’li (Taşer) Yıllardan Anılar…

    13 Haziran 1972… Tam kırk yıl olmuş. İki nesil eder. Acaba bugün yirmili, otuzlu, kırklı yaşlarda olanlar o günleri nasıl hayal ederler? Dündar Ağabey’i nasıl düşünürler? Eski Osmanlı filmlerindeki tipler gibi mi? O Osmanlılar hep ağır çekim hareket eder, hayatlarının her dakikasında sarık, kavuk, kaftan giyerdi. Hep ciddî ve asık suratlı idiler. Ağızlarını […]


Paylaşın:

    13 Haziran 1972… Tam kırk yıl olmuş. İki nesil eder. Acaba bugün yirmili, otuzlu, kırklı yaşlarda olanlar o günleri nasıl hayal ederler? Dündar Ağabey’i nasıl düşünürler? Eski Osmanlı filmlerindeki tipler gibi mi? O Osmanlılar hep ağır çekim hareket eder, hayatlarının her dakikasında sarık, kavuk, kaftan giyerdi. Hep ciddî ve asık suratlı idiler. Ağızlarını açtıklarında da mutlaka bir vecize söylerlerdi. Sahi biz bu geleneği Atatürk’te de sürdürdük. Atatürk sigara, rakı içiyor diye kıyametler kopmuştu.

   Size Dündar Ağabey’den hiç asık suratlı olmayan enstantaneler vermeye çalışacağım. Bu arada Hüseyin Sabahattin’den de bahsedeceğim. Galiba ilk olacak. Belki daha önce de yazan vardır; ben hatırlamıyorum. Buraya aldığım Hüseyin Sabahattin öztürkçe çevirilerinin yeniden gün yüzüne çıkmasını ulkunet.com sitesine, Devlet dergilerini temin eden Sadi Somuncuoğlu Bey’e ve karakter tanımasını yapıp siteye yükleyen Hakan Paksoy Bey’e borçluyuz.

    Dündar Ağabey’in müstearı Hüseyin Sabahattin, koyu bir uydurmacacıdır. Fakat sıradan uydurmacacılardan farklı olarak eski şiiri de bilir. Birkaç dakika içinde, genellikle aruz veznini bozmadan, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Eski Şiirin Rüzgârıyla” şiirlerini öztürkçeye çeviriverir. Hızını alamaz Yahya Kemal Beyatlı’nın ismini de öztürkçeye çevirir. Buyurun:

*  *  *

Rubai

Bir kasr idi çekmiş göğe burcu baru

Şeyhler yere yüz sürdüğü bir kasr idi bu

Bir kumru cihannüması üstünde durup

Her an ötüyor diyordu kuku kuku

 

Yahya Kemal Beyatlı

 

Çevirge:

 

Dörtlengeç:

 

Bir ev idi çıkmış sobasından boru

Baylar odun kırdığı bir ev idi bu

Bir kumru cumbasına gelip konmuş

Her an ötüyor diyordu tutu tutu

 

Yaşasın Olgunluk Beygirlibay

 

*  *  *

   Dündar Ağabey’in ilk sohbetlerine Bulvar Palas’ta katıldım. Büyük Ankara da vardı ama orası biraz daha monden bir yerdi. Bulvar Palas Anadolu siyasetine daha yakındı, daha sıcaktı ve sağ siyaset orada yapılırdı. Özetle Büyük Ankara Neskafe ise, Bulvar Palas demli çaydı…

 

   Nevzat Kösoğlu, “Dündar Bey’e gidip şarj olurduk” diye yazmış. Çok doğrudur. Dündar Ağabey’in sohbetlerine katılan hemen herkesin ilk deneyimi şarj olmaktı. Ne kadar haklı olduğumuzu, ne kadar doğru yolda olduğumuzu daha ilk dakikalarda anlardık. Bir iman enjeksiyonuydu Dündar Ağabey’i dinlemek. Farkına vardığımız ikinci şey, ne kadar değerli insanlar olduğumuzdu! Nasıl yapar, nasıl ederdi; fakat çevresinde en küçükten en büyüğe kadar herkes ne kadar kıymetli olduğunu hissederdi. Bir keresinde, “iktidara gelince”, demişti, “bizimkilerin hepsine unvan vereceğim: Dük, kont, baron, en azından şövalye.”  Şaka idi tabi… Fakat o saçmalığın da bir asaleti vardı. Çünkü saçmalıklarla dolu günlerdi…  Bakın Hüseyin Sabahattin ne diyor:

 

*  *  *

Rubai

 

Yahya Kemal Beyatlı:

 

Bir merhaleden güneşle derya görünür

Bir merhaleden her iki dünya görünür.

Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer,

Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür.

 

Çevirge

 

Dörtlengeç

 

Yaşasın Olgunluk Beygirlibay:

 

Bir aşamadan denizle güneş görünür.
Bir aşamadan iki acun eş görünür.

Son aşama bir güz bölmeci ki sürer,

Geçmiş gelecek tümcesi şeşbeş görünür.

 

     KÜBİTEM Günleri…

 

    Sonra KÜBİTEM kuruldu. “Kültür Bilim ve Teknik Merkezi” adlı derneğimiz.  Adından da belli, daha çok üniversite hocalarına hitab edecek bir kuruluş. Gençliği yöneten, çoğu asistan düzeyinde bir ekibimiz vardı. Gençlik yönetimiyle resmen görevli olan Sadi Somuncuoğlu idi. Ekipte Reşat Genç, İsmail Aka, Kâzım Kopraman, İbrahim Metin, İsmail Hakkı Gökhun, Halil Özyıldız vardı. İlk üçü profesörlükten emekli oldu. Son ikisi rahmetli… Ben de bu ikisinin arasında bir yerdeyim şimdi. Başlangıçta Türk Ocağı Binası’nda toplanırdık. Fakat orası riskli hale gelmişti. Evler de pratik değildi. Zaten tam gün çalışma gereği açıktı. KÜBİTEM bu şartlarda doğdu ve onun doğuşuyla birlikte Dündar Ağabey Bulvar Palas’tan bizim yanımıza göçtü.

 

   İşte Devlet’in, bir süre Töre’nin yazıhanesi olan, üniversite hocalarının, Ankara’nın esnaf ve sanayicisinin, bürokrasideki milliyetçilerin buluştuğu, konuştuğu, karar aldığı yer. Her çekmecesinden adında “ülkü” bulunan bir derneğin çıktığı apartman dairesi. Tabii bunların başında Ülkü Ocağı vardı ama altmışların son yıllarında stratejimiz, “Ülkü Ocağı” ismini çok ortalara atmamaktı. “Ülkü Ocağı” tek bir dernek değildi. Her okulun kendi “ocağı” vardı. Kanun böyleydi. Karşımızda da sonradan “Dev- Genç” olan Fikir Kulüpleri… KÜBİTEM Dündar Ağabey’in yüzde yüz mekânı oldu. Galip Ağabey’in yüzde elli. Diğer yüzde elliyi evinde geçiriyordu. Bunun sorumlusu da rahmetli Mehmet Nedim Budak’tı. Çünkü Budak, Kübitem’de “Kübitem yemeği” (teferruatlı menemen) pişirmekle kalmıyor, ardından Galip Ağabey’in Hafta Sokak’taki evine gidip çayını demliyordu. Böyle yapmasaydı Galip Ağabey de Kübitem’den çıkmayacaktı.

 

   Kübitem ve Dündar Ağabey demek bol sohbet, tarih, strateji, mücadele, mücadele, mücadele ve bol bol satranç demekti. Dövüşür gibi satranç oynar ve galiba satranç oynar gibi de dövüşürdük. Ve tabii çay. Çay servisi rahmetli Mustafa Taşar’ın işiydi. Aslında soyad, “Taşar”dı. 1960 anayasasını daktilo eden kâtip, Dündar Ağabey’in soyadını Taşar yerine Taşer diye yazmış. Dündar Ağabey, “benim soyadımı tashih için anayasa değişikliği lâzım” derdi…

 

   Sol baskıdan illallah diyen üniversite camiası bize öyle bir yönelmişti ki, daha ilk toplantımızda yüz kişiyi geçtik. Hocalardan toplanan aidat derneğin asıl geliriydi. O günlerde faaliyetlere “parti” karıştırılmazdı. Büyük bir dikkat ve titizlikle… Hocalar toplandığında “parti” izlenimi vermemek için Dündar Ağabey başka bir odaya çekilirdi.

 

  Dündar Ağabey’e ait fıkra, makale, konuşma metinleri – yalnız kendininkiler değil—ne varsa Bayındır Sokak’la Meşrutiyet’in köşesindeki o dairede yazılmıştır.

 

*  *  *

  Dündar Ağabeyle ilgili esprili konuları dile getirmeye kararlıyım. Öyle devam edeyim…

 

  Yirmi yıl sonra bir sebeple Bulvar Palas’a girdim. Otel ve lobisi çoktan sönmüştü. Kimseler yoktu. Birden biri ismimi seslendi. Rahmetli Süleyman Sürmen’di.  Mısır’da piramitlere uğramış ve firavunla karşılaşmış gibi şaşırdım. Teşbihte hata olmaz. Sürmen dünya tatlısı bir insandı… Firavunlukla bir ilgisi yoktu.

 

  Dündar Bey’in Sürmen ile ilgisini Sadi Bey hatırlattı. Sürmen, “Çok kitap yazacağım ama bir sıkıntım var. Kitaplara isim bulamıyorum.” demişti. Dündar Ağabey, meseleyi hemen çözdü: “Kavga” de. Sonra sözlüğü aç bak… “Parti Kavgası”, “Sağ-Sol Kavgası”, “Ülkü Kavgası”… Bir sürü başlık çıkar. Çıktı da. Sürmen’in ilk kitaplarının tamamı “(bir şeyin) Kavgası” oldu.

 

   Bir başka hikâye,  partiye gelip Dündar Ağabey’le “özel” görüşmek isteyen bir zatla ilgilidir. Bu parti, Yüksel Caddesi’nde, köşede, bahçe içindeki küçük, iki katlı binadaki partidir. Önemli isimlerle mutlaka “özel”, hatta “gizli” görüşmek isteyen çok olur. Dündar Bey o zatla bir odaya kapanır ve aralarında şu konuşma geçer (Dündar Ağabey’in her tasdik cümlesinde, başını hafifçe yana eğip, ellerini önünde kavuşturduğunu gözünüzün önüne getirin):

 

Zat:  Siz partisiniz.

DT: Doğrudur.

Zat: Parti iktidar olmak ister.

DT: Haklısınız.

Zat: İktidar olmak için propaganda lâzımdır.

DT: Yerden göğe haklısınız.

Zat: Propaganda için gazete, dergi gerekir.

DT: El hak doğrudur.

Zat: Gazete, dergi için para lazımdır.

DT: Lazımdır.

Zat: Bakın bende para yok ama size akıl verebilirim.

DT: Allah razı olsun! Beyefendi, bizde para çok. Bu kadar parayı ne yapacağız, biri gelse de bize akıl verse diye beklemekteydik.

 

*  *  *

Taştir

 

Yahya Kemal Beyatlı:

 

Rami Mehmet Paşa’nın gazel matlağına taştîr

 

Biz ol âşıklarız ki, dağımız merhem kabul etmez.

Gönül hem bir devayı mutlak ister hem kabul etmez.

Felekten şahı daru verseler bir dem kabul etmez.

Yanar bir çöldür iklimi mahabbet nem kabul etmez.

O gülzarın ki ateştir gülü şebnem kabul etmez.

 

Beşlekgeç

 

Yaşasın Olgunluk Beygirlibay:

 

Biz o sevgenleriz ki yaramızın em istemi yoktur.

Gönül hem bir salt saaltkan ister hem istemi yoktur.

Göklerden darı kralı verseler yem istemi yoktur.

Yanar bir kumguldur sevi ülkesi nem istemi yoktur.

O güllüğün ki oddandır gülü çiğsem istemi yoktur.

 

*  *  *

    1960’larda Türkçü harekete katılan gençlerin, velev ki lise çağında olsun ilk fark ettikleri şey, ne kadar dikkatle dinlendikleri, fikirlerine ne kadar değer verildiğiydi. Dündar Ağabey de, Türkeş Bey de bu duyguyu, bu “siz kıymetlisiniz” algısını âdetâ neşreden insanlardı. Bu bir “ağalık” davranışıdır. Bunu sonra öğrendim ve fark ettim. Türkmen ağasının başköşede değil, kapıya yakın duruşu, hattâ ayakta duruşu… Dündar Ağabey’in gözümün önünden gitmeyen görüntüsü Billur Sokakta, üçüncü kattaki apartman dairesinin kapısında bizi karşılayışı ve geçirişidir. Gülümseyerek yana eğilen bir baş, ceketinin düğmelerini ilikleme konumunda kalmış eller… Misyonunu ciddiye, kendini hafife alan güçlü bir karakter, alçak gönüllülüğün müşahhas hali.

*  *  *

  12 Mart geldi. Kübitem’i bastılar. Sonra bir daha bastılar. Sonra kapattılar. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Semih Sancar Paşa, “Siz orada ne yapıyordunuz?” diye sormuştu. Anlattığımızda da, “Bu saydıklarınızı biz ordu ile yapamıyoruz. O kadar faaliyet bir apartman dairesine sığmaz.” demiş ve kapatılmadan geri dönülmeyeceğini diplomatça belirtmişti.

   Aslında haklı idi. Yapamıyorlardı.

  Kübitem kapanınca Töre ve Devlet kendilerine ayrı ayrı bürolar buldu. Dündar Ağabey de partiye taşındı. Bahçelievler’e… Fakat Töre’ye hemen her gün uğruyordu.

 

      Ve 13 Haziran…


   13 Haziran’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki odamın telefonu çaldı.  Dündar Ağabey beni partiye çağırıyordu. Her ne sebeple ise o anda gelemeyeceğimi söyledim. Toplantı mı ne vardı. Bilseydim… Bilseydim… Gitseydim partiden çıkmayacaktı ve oradan evine gidecekti her halde.

  Töre’ye gelmiş. Kimse yokmuş. Çıkmış. Kamyonet ona o çıkışta çarpmış.  Biz saatler sonra, gece öğrendik. Cam vuruldu. Türkeş Bey’di. Biz Kader 1’de, o Kader 3’te otururdu. Yan yanaydık. Işınsu onu gördü, camı açtı. Bildiğimiz tok ses, son haddinde üzüntülü seslendi: “Metin misiniz hanımefendi?” Dündar Ağabey’i kaybetmiştik.

 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar