Yükleniyor...
Kitap yayınevinden çıkıp bir yayın olarak piyasaya dağıtıldığı andan itibaren tek kitap olmaktan çıkar, ulaştığı okur sayısı kadar farklı kitap olur. Okurun geçmişi, kültürü, geleneği, inancı, ideolojisi ve bilgisine göre şekillenir. Âdeta okurun okuyarak yeniden yazdığı bir hâl alır. P.K. 546 kitabı bu bağlamda, Mehmet Hayati Özkaya’nın kaleminden benim dünyama yansıdığı şekliyle sizlere anlatacağım bir eser.
Anadolu’nun köklü şehirlerinden olan Van’dan Adana’ya başlayan bir yolculuk, o şehirler ve o yolcularla bir bağınız yoksa ne kadar sizin hikâyeniz olabilir? Ya da bu hikâyeyi okurken siz, hayâl dünyanızda bu kitabı nasıl yazardınız? Daha siz doğmadan önce evlat, kardeş, abi, baba, eş ve uzuv kaybeden insanların farkında olmadan, ya da farkında olmadığınız o insanlarla yaşamak hem de kırk yıllık bir acı ile yaş almak, size nasıl yazdırır, hangi duygu ile okuturdu bu kitabı?..
Kırk yıllık acı dile kolay… Acı kahvenin kırk yıllık hatırı gibi, ölümün acısına kırk yıl omuz vermek, vermeye de devam etmek… Dile kolay… Kırk yıllık bir acı, bizden bize olan acı, acılarımız…
Acının dili, dini, ırkı, milliyeti yoktur diyoruz ya kocaman bir yalan!.. Acının dili de dini de ırkı da varmış!.. İlk cümleme ülkücü bir ailenin yaşantısından Türkiye gerçeğini anlatacağım diye başlasaydım, o tek sözcük yüzünden belki de bu satıra kadar bile okumayacaktınız. Ya da tam da bu yüzden dünya görüşünüze göre özellikle okuyacaktınız.
P.K. 546, Adana Kültür Derneği’nin kiralık posta kutusu… Adını birçoğumuzun duymadığı, bilmediği bir yerde, geçmişten geleceğe, gelecekten bugüne yaşanmışlıkların gölgesi ve yaşanacakların temennisi. Okurken payıma düşen mektupta acının dili Türkçe, acının kimliği Türk, acının hedef aldığı ideoloji “Ne Mutlu Türk’üm diyene!”.
Bu satırlara bakarak bu kitabı ideolojik dünyalarınıza hapsederek yaftalar, sırtınızı döner, bana hitap etmez okumayayım derseniz bundan daha büyük bir kaybınız olamaz, peşin peşin söyleyeyim. Çünkü bu ideolojik bir propaganda kitabı değil. Türkiye’nin karanlık ve acılı bir dönemini birebir yaşayan, tüm acılarına göğüs geren, buna rağmen Türkiye’yi sevmekten, hizmet etmekten hiç vazgeçmeyen birinin dostları ile hasbihâli gibi.
Delikanlılık çağında bir gençsiniz. On altı yaşındaki böleniz (kuzen) sadece ülkücülerin uğrak yeri diye bir pastanenin kurşunlanmasıyla hayatını kaybediyor. On beş gün sonra abileriniz sadece ülkücü oldukları için kurşun yağmuruna tutuluyor, biri hayatını kaybediyor biri gözünü… Ergenliğinizde bir çocuksunuz ve kırk yıl sonra, sadece ülkücü olduğunuz için yaşadığınız bu acı anlarınızı anlatmanın adı ‘ideolojik propaganda yapıyordur ya’ olur mu, bunu deme hakkını verir mi okurlara? Bu vicdan terazisi ile daha bir şevkle okumalı, okurken kendinize göre, Türkiye hikâyenizi yeniden yazmalısınız.
Delikanlılık çağlarındaki M. Hayati Özkaya’nın gözünden abisi Necdet Özkaya ve Adana öznesinde tüm Türkiye’nin kırk yıl önceki, kültür-sanat ve fikir dünyasına eşlik etmek. Geçmişten geleceği görmek, geleceği görerek ânın gençliğini aynı acılar tekrarlanmasın diye yıllar boyu canını dişine takarak eğitmek. Evet, siyasetçi var, ideoloji var, fikir adamı var, edebiyat var, üretmek, eğitmek var… Daha ötesi hayatının baharında kurşunlarla can veren Türk gençliği var… Buna rağmen Türkiye’ye hiç küsmeyen, kavga etmeyelim, kucaklaşalım diyen, empati yapan, sevgi eken umut biçen bir öğretmen de var. Bu öğretmen şahsında binlerce öğrenen var.
İlkokul sıralarında iken 23 Nisan törenlerinde okumak için yarışılır Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiiri. Hani şu çoğumuzun ezbere bildiği,
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.”
diye başlayan şiir. Şiirin yazılış hikâyesinden Türk siyasetinin önemli figürlerine, 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki farktan, Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki ayak oyunlarına kadar sayısız Türkiye kesiti var. Bu şiir gibi fikir ve eğitim dünyasının cefakâr ve fedakâr isimlerinin bayraklaşma hikâyeleri, biyografik anlatılar ve dokümanlar var. Tüm bu zaman dilimi okura en gerçekçi hâli ile anlatılırken, ideolojiden ziyade aklıselim ve bilgi sahibi, Türkiye sevgisi ile dolu hafıza tazeleyen bir belleten var.
Üslûp çok akıcı, konu zenginliği Türkiye tarihinin son elli yılının kısa bir özeti gibi. Hangi pencereden bakarsanız oradan yeni bir dünya çıkıyor karşınıza. Olay ve zaman geçişleri, hatıralar, şiir ve metinlerin kurgu düzenindeki uyumu son derece başarılı.
Galip Erdem’den Necdet Sevinç’e, Attilâ İlhan’dan Nihal Atsız’a, Alparslan Türkeş’e kimler yok ki, Necdet Özkaya’nın, Mehmet Hayati Özkaya üzerinden satırlarımıza düşen izdüşümünde? Türkiye’nin tüm renkleri, fikir ve kanaat önderleri birer ayna gibi yansıtıyor yıllar öncesinden yaşanmış ve yaşanmakta olan bugünümüzü.
“Sırf tarihe not düşmek adına yazdığım bu bölümde aslında söylenecek pek de fazla bir şey yok. Ya biz yeniden ‘kükremiş sel’ gibi coşup taşarak bu devleti ‘ebed müddet’ ayakta tutacağız ya da gözlerimizin önünde cereyan eden bu garip durum karşısında rezil rüsva olarak birbirimize nostaljik hikâyeler anlatıp, TRT Nağme’den Kerkük hoyratları ile Rumeli türküleri dinleyeceğiz. Yani anlayacağınız ya genlerimizde var olan devlet, millet, hürriyet sevdamız yeniden tutuşacak ya da ‘ört ki ölem’ deyip ölü toprağı serpilen bedenlerimizle tarihin dehlizinde kaybolacağız.”
P.K. 546 geç tanıştığım bir posta kutusu. İçinden onlarca yaşam ve hikâyenin boy verdiği, dünde aranan geleceğin, postacı edasıyla avuçlarınıza tutturulan hâli. İçinde, tüm Türkiye’ye yazılmış ama sadece sizin okuyabileceğiniz sözcüklerle mühürlenmiş mektuplar.
İçinde düşmanlık tohumları olmayan, ayrıştırmayan, acı yarıştırmayan, kin tutmayan dün ve gelecek… Dillere pelesenk olan şarkının bir satırı gibi; “Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem.” Acı ile yoğrulup insana değer vermeyi bilmek ve o topluma küsmemek. Elinizde okuduğunuz P. K. 546 ise sizi siz yapan şeyler. Zarfa değil, mazrufa bakın… O mazruf, P.K. 546 posta kodunu okumaya başlayıp bitirdiğiniz andaki sizsiniz.
Bize kendimizi okuma imkânı sunan Hayati Özkaya’nın kalemine, yüreğine sağlık.
Yayınevi: Ötüken
Basım Yılı: 2017
Sayfa:192