Yükleniyor...
Soğuk bir Şubat Günü…
İstanbul…
Karşısında “hazır ol” vaziyetinde duran yaverine buz gibi bakışlarla baktı orta yaşı geçmiş adam. Mağrur bir tavırla susmaya devam etti. Ama kibirli mavi gözleri sormaya devam ediyordu.
Yaver ciddiyetle konuştu:
“-Efendim, içeri girmek üzereler. İstikbal edip size getireceğim .”
Adam yine cevap vermedi. Mağrur bir ifade ile sadece baktı.
Yaveri dışarı çıkıp koridoru geçmeye başladı.
Gerçekten de İki adam süslü binanın kapısından içeri girdi. İkisinin de çok sıkıntılı oldukları gergin yüz hatlarından anlaşılıyordu. Muntazam kıyafetleri ve zarif tavırları ile çok güngörmüş oldukları belli idi. Artık iyice kırlaşmış sakalını sıkıntıyla sıvazladı daha yaşlı görüneni ve neredeyse fısıltıyla konuştu:
“-Şu usûli ziyareti bir lahzada geçirmeyi çok arzu ederdim. “
Diğeri yere bakıp düşündü birkaç saniye, sonra kederle cevap verdi:
“-Ben de mirim ben de… Zira bu şartlar altında böyle bir zatı ziyaret etmek mecburiyetinde kalmak şahsımı pek rencide etmektedir.”
O sırada karşıda görünen yaver onları soğuk bir askeri selamla karşıladı, kendisini takip etmelerini eliyle işaret etti.
Az sonra koridorun nihayetinde durdular. Yaver büyük bir ciddiyetle kapıyı tıklatıp bekledi. İçeriden gelen olumlu cevaptan sonra misafirlerin geldiğini bildirdi. Ardından dönüp iki zatı içeri aldı.
Büyük odada buz gibi mavi gözlü, fırça bıyıklı küstah adam ile ayakta bekleyen genç biri daha vardı.
Kibri kendinden menkul o adam koltukta oturuyordu ve bacak bacak üstüne atmıştı. İçeri girenlere rağmen istifini bozmadı.
İki misafir büyük bir şaşkınlık yaşadı beş on saniye. Ama daha genç görünen misafir kendini toparladı ve oturana birkaç adım yaklaşıp elini uzattı, nazik bir şekilde konuşmak istedi:
“-Muhterem General, ben…”
Adam sert bir hareketle elini kaldırıp konuşanı susturdu ve mağrur bir sesle cevap verdi:
“-Kim olduğunuzu elbette biliyoruz. Biz sizi sohbet etmeye çağırmadık. Şimdi susunuz ve dinleyiniz.”
Ayaktaki genç adam masanın üzerindeki dosyadan iki sahife aldı ve yazılanları yüksek sesle okumaya başladı.
İki misafir ne diyeceklerini bilemeden ayakta kalakaldılar. Okunmakta olan metni dinlemeye başladılar.
Son derece küstah bir şekilde kaleme alınmış metni dinlemek mecburiyetti sanki, sanki bir kaderdi de onları öylece ayakta yakalayıp tutuvermişti.
Okuma bitince misafirlerden yaşlı olanı itiraz etmek istedi. Ama kibirli ve edebi ayaklar altına alan adam yine susturdu onu, sözlerini ağızlarına tıkadı. Bağıra çağıra, hakarete varan sözlerle bir süre konuştu, sonra birden sustu.
Sonra genç adam hemen gidip kapıyı açtı ve iki misafire yol gösterdi!…
O iki zat hakikaten bu hakareti hakketmiş miydi? Hakikaten böylesine çaresiz ve zavallı mı idiler?
Aslında bu iki adam misafir miydi acaba?
Elbette misafir değillerdi. Hakikatte onlar ev sahibi idi!
Pekiyi de kimdi bu çaresizler?
Onlar… Ah onlar!…
Ne yazık ki onlar Osmanlı Hükümetinin iki nazırı idi. Biri Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, diğeri de Harbiye Nazırı Ömer Yaver Paşa….
Evet…. Yıllardan yıl 1919 idi, aylardan Şubat, günlerden Şubat’ın 9’u…
Yer, hüzünlü Payitaht İstanbul …
Ve… Mekan da İngiliz Büyükelçiliği…
Böylesi bir rezalete imza atan küstah adam da General Allenby idi!…
Son derece terbiyesiz olan bu davranışın altında yatan aşağılık duygusunun elbette sebepleri vardı. Girdiği bütün savaşları kazanmıştı Allenby. Ama 26 mart 1917’de son derece güçsüz ve sayıca az gördüğü Osmanlı birliklerine yenilmiş, ardından gelen II. Gazze muharebesinde ağır hasta kabul edilen Osmanlı’ya bir kez daha mağlup olmuştu.
İslam’a ve Osmanlı’ya duyduğu deli nefreti için bu sebepler yetmez miydi? Zira bu yenilgiler sebebiyle mesleki hayatı tartışılır olmuştu. Ama savaş taktik ve tekniklerinde büyük değişiklikler yapmış, Cemal Paşa komutanlığındaki Osmanlı Ordusuna karşı genel taarruz emri verip de Şam’a ulaşınca doğruca Selahaddin-i Eyyubi’nin mezarına gitmiş, ayağını baş ucuna koyarak hınçla konuşmuştu:
“-Kalk Selahaddin! Biz yine geldik!”
Aynı İngiliz General kimi kaynaklara göre beyaz atla İstanbul’da geziniyor ve güya Fatih Sultan Mehmet’e nazire yapıyordu!..
Bu satırlara inanmak istemediniz değil mi? Öyle ise buyurun, Hariciye Nazırının Sadarete verdiği 9 Şubat 1919 günlü rapordan can alıcı ve iç karartıcı birkaç satır okuyalım:
“….. 6 ıncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın mütareke tatbikatın işkâl etmiş olduktan maada ahali-i islâmiyeye silâh dağıtarak bunları İngilizler aleyhine teşvik bulunduğundan bahis ve şikayetle heman azledilerek Dersaadet’e celbini… Askerimizde bulunan top ve eslihanın İngilizlere teslim olunmasını ve mütarekenamenin ruh ve metniyle asla kabil-i tevfik ve telif görülmeyen bu misillu bir hayli metalibi kabul etmekliğimizi beyan eyledi.” (1 )
Bu terbiyesiz ve emperyalist kefere generalin hakaretamiz bir tavırla daha neler neler söylediğine ve emrindeki İngiliz subayının Osmanlı’nın Hariciye ve Harbiye Nazırlarının yüzlerine bağıra çağıra neyi okuduğuna gelince:
Elbette tahmin edeceksiniz; İşgale karşı direnme emareleri gördüğü her konuyu ve baş kaldırmaya yönelik en küçük hareketi dahi yok etmek isteği ile hazırlanmış bu metin ve sözlerde artık tükenmiş olan Osmanlı hükümetini tam baskı altına almak için gereken her türlü emir vardı. (Bknz: Mütareke evrakı, Başbakanlık Arşivi)
Ne yazık ki dönemin hükumetleri baskıya karşı direnecekleri yerde bu emperyalist Türk Müslüman düşmanının dediklerini yaptıkları taktirde memleketi sulha kavuşturacaklarını sanarak kendi ordusuna karşı ağır bir baskı kurmuş, İngiliz keferesinin emri ile Osmanlı’nın VI ordusunu lağvetmiş, tecrübeli paşaları tuzaklara çekmiş, kimini sürgüne göndermiş, kimi de görevden azledip zindanlara tıkıvermişti.
Ama bu hal emperyalizmin doğasında vardı ve çöreklendikleri her ülkede, işgal ettikleri her devlette bu adi oyunu oynarlardı!
Aklınıza Afganistan’ın Karzai’si, Pakistan’lı yüzde oncusu, Irak’ta kendi insanını katleden uşaklar geliyor değil mi?
“Ya biz” diyorsunuz değil mi? Ya bizde neler oluyor?
Aslında sorunun cevabını biliyorsunuz ve nasıl da haklısınız! Haklı söze ne denebilir ki?
Neyse…. Biz devam edelim:
Bir avuç Osmanlı Paşası bu elim duruma elbette çare arıyorlardı. Ancak İngiliz keferesinin de istihbarı çok iyi çalışıyordu. Ama bir Osmanlı Paşasını hafife aldılar!
Bu Paşa Türk Tarihinin en mühim şahsiyetlerden olan Mustafa Kemal idi. Atatürk büyük bir başarı ile niyetini gizleyip Anadolu’ya geçince İngiliz keferesi yaptığı kendilerince vahim hatayı anladı, ama bu çok kanlı satranç oyununda genç Osmanlı subayı ilk hamlede çok önemli bir başarı kazanmıştı.
Peşine bir sürü sahtekârı taktılar ve bir sürü tertibin içine girdiler. Hele bir Ali Galip Bey var ki insan böylesi münafığa ancak pes der!
Bir başka yazıda anlatmaya çalışırız İnşAllah…
Yine bir neyse daha…
Mustafa Kemal Türk Milletinin o soylu ve muhteşem İstiklâl Savaşına liderlik ederken, her günü kahramanlık dolu nice ibretlik hadiseleri yaşayıp nasıl da yoruluyor ve bu yorgunluğa nasıl da direniyordu!
Düşünün: Sakarya Meydan Muharebesinde üç kaburga kemiği kırıktı sevgili Atatürk’ün. Bu korkunç ıstıraba rağmen “hemen hemen hiç uyumadan yirmi iki gün yirmi iki gece vuruşmayı yönetmiştir.”(2)
Sakarya ile şaha kalkan Türk, devletini kurarken nasıl da yokluklar içindeydi, neleri, ne canları feda etti!
İsterseniz Atatürk’ün sözleriyle tarif edelim Sakarya’yı. Diyor ki sevgili Atatürk:
“Efendiler!… 13 Eylül 1921 günü Sakarya nehrinin şarkında düşman ordusundan eser kalmadı. Bu suretle 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günler de dahil olmak üzere, yirmi iki gün ve yirmi iki gece bilâfasıla devam eden Sakarya Melhamei Kübrası yeni Türk Devletinin tarihine; cihan tarihinde ender olan büyük bir meydan muharebesi misali kaydetti. (3)
Evet….. Bu günler de dahil olmak üzere… Bu günler de dahil olmak üzere lüks villalarında yaşayıp her akşam TV’lerde boy göstererek sevgili Atatürk’ü suçlayan, ona şuursuzca saldıranlar o rahatlıklarını Atatürk’ün kırık kaburgalarına ve çektiği ıstıraplara borçlular.
Türk tarihini hiç bilmeyen, Türk’ü etnik bir topluluk zannedenler, Oğuz Han’ı, Çağrı Bey’i, Alpaslan’ı, Melikşah’ı bilmeyen balık zekalılar Atatürk’ü nasıl kavrayacaklar ki?
Yüce Rabbin Osmanlı Paşası Mustafa Kemal’e kurmasını nasip eylediği Atatürk’ün Türkiye’sinde bu şanlı devleti bölmek için var gücüyle uğraşan hainler ve gafiller de maaşlarını bu devletten almıyorlar mı?
Habur’da teröriste rica minnet ettirilen hakim ve savcılar Atatürk Türkiye’sinin hakimi değil mi?
Birileri diyebilir ki mesele yok , Türkiye sağlam duruyor. Obama bizim Baş devletlû’ya nasıl da sarıldı!
Öyle mi? GOKAP yürüyor adım adım, sıra Suriye’de. Yakında İran da devrede!
GOKAP’ın eş başkanı değil bizim Baş devletlû, neredeyse baş başkanı.
“Free Great Kurdistane “ haritaları boşuna mı yayınlanıyor;
Boşuna mı bu kadar toplum mühendisliği projeleri yapılarak Türk Milleti tarifi sıradan etnisiteye indirilmek isteniyor ve bu masum millet kandırılıyor;
Boşuna mı bilmem kaç etnisite sayılıyor durmadan ve Müslüman Türk kavramının içi boşaltılmak isteniyor;
Dış işlerinden mes’ul devletlûnun- ne yazık ki- Kak dediği, TBMM başkanının postal yalayıcısı tabirini layık gördüğü Barzani’nin ağırlanıp böylesi hüsn-ü kabul görmesi boşuna mı sahiden?
Yahudi dedeli Barzani’yi boşuna mı temennalar ederek yolcu etti eski Zerdüşt izleyicileri?
Hedefi Türkiye’yi bölmek olan ve PKK ile asla uğraşmayacağını açıkça ifade eden bu aşiret ağası eskisi ile kapalı kapılar arkasında boşuna mı uzun saatler geçirdiler kanlı bölücü örgütün TBMM’ndeki uzantıları
Hedef Türkiye’dir, hedef Wilson ilkeleri ve Sevr’dir!
Bu arada, Rumlar, ABD ve İsrail çok ciddi yataklar buldular Kıbrıs yakınlarındaki aramalarda.
Sahi… Bizim yaşlı Piri Reis nerede? Ne yapıyor şimdi?
Efendim, geçmiş gelecek bütün mübarek bayramlarınız kutlu olsun.
KAYNAKLAR
1- Hikmet Bayur: Atatürk Hayatı ve Eseri I, Ankara, 1990, s.255
2- Hikmet Bayur: a.g.e. s.33
3- Kemal Atatürk: Nutuk Cilt II, Ankara 1987, s.618