Yükleniyor...
Bugün din alanındaki en önemli mesele, “İslam” denildiğinde “hangi İslam?” denilmesi ve bu konuda yaşanan kargaşadır. .
Bu bakış yeni bir pencereden, akıl+iman ve Hz. Peygamber dönemi esas alınmak kaydıyla tarihi ve kültürel uygulamalara dayanmaktadır. Başka bir deyişle tarihi, geleneksel ve dinî olmakla birlikte dil, anlatım ve benzeri şeylerle yeni bir bakışı da ifade eder.
Bize göre böyle bir kavramsal çerçeve bizim tarihimizde de ilk defa olmaktadır, diyenler de haklı çıkmış olacaklardır.
Biz bu meseleyi iki temel başlık altında incelemek istiyoruz:
I – İSLAM VE DEVLET UYGULAMALARI
İslam özü itibariyle “dünyevi devlet“i telkin ve teşvik eder. İslam’da “teokrasi” (din devleti/ kutsal devlet) yoktur. Örnek olarak başında Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bulunduğu Medine İslam Devleti incelenebilir.
Başında bizzat Hz. Peygamberin bulunduğu bu devlet, kutsal kitapla, ilahi buyruklarla yönetilmemiştir.
Peygamberin bizzat yönettiği bu devlette yönetim dünyevidir. Medine’de yaşayan Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Ateşperest, Putperest ve diğer insanlar bir araya gelerek bir antlaşma imzalamışlardır. Buna “Medine Vesikası” deniyor. Daha sonraları “Medine Anayasası” olarak anılan bu metin kutsi metin değildir. Farklı dinlere mensup insanların birlikte kabul ettiği bir metindir ve Hz. Peygamber devleti bu kurallara göre idare etmiştir.
Peygamberin bizzat devlet yönetirken dünyevi kurallarla devlet idare ettiği bir dinde, “şeriat devlet/ din devleti” olabilir mi?
Bugün kendini “şeriat devleti” olarak tavsif eden varsa, buna dinin “Kitabı” (Kur’an)ndan veya “Sünnet“ten delil bulmak ve bize de anlatmak durumundadır.
“Theocracy” karşılığında kullanılan, devletin din kurallarına göre yönetimi iddiası sonradan icad, dini terimi ile “bid’at” bir anlayıştır. Daha açık bir deyimle İslamda “theocratic” idare ve “Theocracy” yoktur.
Bunun böyle bilinmesi gerektiği gibi, bu anlayışın İslamî olduğunun da halka doğru olarak anlatılmasına da ihtiyaç vardır.
Kur’an Müslümanlara idare için; adaleti, istişareyi, işi ehline vermeyi ve hakka riayeti emretmektedir. İslam’da her türlü yönetim için esas olan budur. Devletin şekli ve yönetim biçimi veya adı önemli değildir. Bu kurallara uyarak idare edilen devlet İslam devleti sayıldığı gibi, insan haklarına ve demokrasiye uygun devlet demektir.
İslam, Kitap ve Sünnet’te devlete, devletin yönetim biçimine ait şekli kurallar koymamış, kıyamete kadar kurulacak devletlerin kuruluş ve işleyişinde, sadece yukarıdaki genel kuralları koymuştur.
İnsanların akılları ile bulacakları çağdaş yönetimlerde geçerli kurallar koymuş olması İslam’ın dinamizmini ve sonsuza kadar yaşamasını ifade eder
“Şeriat devleti” türü yönetimler, ne yazıktır ki, Hıristiyanlıkta Papalığın Devletine biraz özenti, biraz da batılı dostlarımızın teşviki ile oluşmuştur.
Türk Devlet Geleneği haline gelen devlet yönetiminin de özü budur. Başında, bütün “Müslümanların Halifesi” unvanını da taşımış Osmanlı Devletini “şer’i devlet değil, örfi devlet” diye anlatanlar, biraz bunu anlatmış olmaktadırlar.
II- MATÜRİDİ EŞ’ARİ ÇATIŞMASI YAHUT MATÜRİDİLİKTEN SAPMA VE SAPTIRILMA GİRİŞİMLERİNİN ROLÜ
1517 Tarihinde, Yavuz Sultan Selim’le İstanbul’a gelen Mısır Halifesi ve beraberinde ve/ya birlikte gelen”Eş’ari” ulema ile o zamana kadar bütün ülkede hakim ve etkin olan “Maturidi” düşüncesi ile bir “akıl mı, nakil mi” tartışmalarının çatışmaya başlaması kaynak gösterilmektedir.
Aslında böyle bir çatışma halen sürmektedir. “Müslüman”la “İslamcı” arasındaki ana problem de bu olmalıdır.
Daha sonra Vehhabilik, Şia ve kolları gibi İslam içi tartışmalarla birlikte, bir takım dış mihrakların katkıları ile BOB projesi olarak “Ilımlı İslam” gibi, tartışmalarla düşünce sistemi bozulmaya başlamış ve İslam denilince ne anlaşıldığı anlaşılmaz hale gelmiştir.
Daha çok medyada görülen ve halkın zihnini karıştıran “popülist İslam“, “halk İslamı“, “Kuran İslamı“, “Şeriat“, “Siyasi İslam“, Selefî İslam“, “Alevilik Türk İslamı“, “Sünnilik Arap İslamı” gibi İslam üzerinde ihtilaf meydana getiren anlatımlar ve bir türlü halkın dinle ilgili sorunlarına cevap veremeyen ilahiyatçılar ve din kurumu çalışanlarının çelişkili açıklamaları, ’Diyanet Dini’ icat edildi diye muhafazakarlık adına konuşan ilahiyatçı yazarların fesadı karşısında şaşıran insanların imdadına İslamcı veya ateist siyasetçi yetişmekte, “senin dediğin doğru“, “Diyanet kapatılmalı, din cemaatlere bırakılmalı” gibi reçeteler vermektedir.
Ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği bizim mantalitemizle anlaşılamayan “dinler üstü” veya “mezhepler üstü” din tebliğ edilmesi veya öğretilmesi halinde toplumsal çatışmaların azalacağı teorisi, meğer Avrupalı için icat edilmiş bir teoriden ibaretmiş.
Avrupalının dinini anlamak bakımından biz, onların dini için Hıristiyan diyoruz. Avrupalı hangi ülkeden olursa olsun, kendisine Hıristiyan demez. Bizim anlayışımıza göre Hıristiyanlığın her bir mezhebi olan Katolik, Ortodoks, Protestan, Evangeliş gibi isimler Avrupalı için birer din adıdır. Onun için Avrupalı birisine hangi dindensiniz derseniz, o mensubiyetini, “Katoliğim“, “Ortodoksum“, “Protestanım“, … gibi söyler. Bu kelimeler Avrupalı için ayrı ayrı din demektir. Onun için de Avrupa Birliği’nin kültürel ve psikolojik olarak da gerçekleşmesi için dinler üstü veya mezhepler üstü eğitim teorisi önemli olabilir.
Ülke gerçeklerinden habersiz bir takım ilim adamlarının bu hazır teoriyi, kendisi keşfetmiş gibi alıp bize anlatması çok da yanlış değil. Nasıl olsa orijinal fikri batılılar düşünüp bulduğuna göre, aspirin gibi, bizim bünyemize de uyar, sanılmaktadır.
1949 yılında, cenaze namazı kıldırmayı bilecek, Kuran okuyan din adamı ihtiyacı için İmam-Hatip Okullarının, şehirlilerin din sorunlarını giderecek ve din kurumunun din adamı ihtiyacını karşılamak üzere “aydın din adamı” olmak üzere de ilahiyat fakültelerinin açıldığı unutulmuştur. Bu unutkanlık sebebiyledir ki, ilahiyat fakültelerinde din hizmetleri için “formasyon” gerekli eğitim verilmek yerine, din filozofları ve din tarihçileri yetişmekte; bu sebeple de toplumla aydın din sınıfı arasında çok ciddi bir farklılaşma ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Her şeyin felsefesini bilen bu yeni din adamı tipleri, dua etmek, ibadette İmamlık veya önderlik yapma eğitimi görmediği için, kendisi için kolay olan din tartışmaları yapmayı seçmekte; bilimsel tarafsızlık sebebiyle de “Allah vardır, birdir” demek yerine, “Allah’ın bile varlığının tartışıldığını” anlatmaktadır.
Bundan habersiz Türk halkı ise, bu tartışmaların şaşkınlığının sersemliği ile ne diyeceğini, nasıl davranacağını şaşırmış durumdadır.
Bu sebeple karışıklıkların önlenmesi ve anlayış birliğinin sağlanması amacıyla bir kavramsal çerçeve tespit ederek, bunu millete mal etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bu konuda bizim önerimiz, Merhum Ebülfezl Elçibey’in M.E. Resulzade’ye de dayanarak işaret ettiği, “Türklük ve muasırlıkla razılaşmış İslam” Türkiye Türkçesi ile “Türklük ve Çağdaşlıkla barışık İslam” şeklinde bir ortak anlayış veya kavramsal çerçevedir.
İslam’ın bu kavramsal çerçevesi, M. Emin Resulzade zamanında olduğu gibi, Elçibey zamanında da aynı anlam verilerek kabul edilmiş ve Azerbaycan bayrağı aynı şekilde okunmuştur.
Azerbaycan bayrağındaki renkler, yukarıdan aşağı; mavi (Türklük), kırmızı (çağdaşlık), yeşil (İslam) remzidir. İslam’ın işareti Hilal ile Türklük remzi olan Yıldız, çağdaşlık ifadesi olan kırmızı üzerindedir ve çağa Türklüğün ve İslamın damgasını vurmak gibi bir iddia da taşır.
(Ateist kültürün bu anlayışı geniş halk kitlelerine unutturduğu da hatırda tutulmalıdır).
“Türklük ve muasırlıkla razılaşmış İslam”. Türkiye Türkçe’si ile “Türklük ve çağdaşlıkla barışık İslam” deyimi ile yeni gibi görünen kavramsal çerçeve aslında “Hanefi – Maturidi İslam” şeklinde anlatılan eski anlayışın yeni ifadesidir.
Aslında ilk Müslüman Türk Devleti sıfatını da kazanmış Karahanlı Devleti’nden bu tarafa, Türk devlet geleneği, zaten böyle bir kavramsal çerçeveyi asırlardır yaşatmaktadır.
İslamın Türk ve Arap Yorumu İddiası
“Sünnilik, İslamın Arap yorumu, Alevilik Türk yorumu” diye konuşanlar –ben Müslüman’ım demekten korkan ve din hakkında bilgisi eksik– İslamiyet konusunda temel bilgilerden de mahrum kimseler olmalıdır.
Türkiye’de Sünni İslam denilince akla gelen Hanefi – Maturidi İslam’dır. Bu anlayışları yorumlayan, açıklayan, düzenleyen ve insanlara sunan bilginler, biri Buhara, diğeri Semerkant’lıdır ve Türk’tür.
Peki nasıl oluyor da biri Buharalı, diğeri Semerkanlı olan iki İslam Alimine dayanan bu Sünnilik Arap yorumu oluyor?
İnanç dünyamızı düzenleyen, niçin, neye, nasıl inanacağımız konusunda dinî kabullerimizin fikrî ve felsefî kurallarını bulmuş ve kabul ettirmiş olan Muhammed Maturidî, bugün Özbekistan devletinin büyük şehirlerinden olan Semetkant’ın Maturid köyünden (Şimdi Semerkand’ın mahallesidir); İslam’ın ibadetlerle ilgili konularındaki hayatımızı düzenleyen yorumların sahibi Numan bin Sabit, meşhur adı ile İmam Azam Ebu Hanife yine bu günkü Özbekistan’ın büyük şehirlerinden Buhara’nın Kâbil kasabasından bir Türk çocuğudur. Ne yazıktır ki, Kâbil Kasabası bugün harabe şeklindedir. Buhara’da bile adını bilen genç bulma imkânı da kalmamıştır.
Buna rağmen, akademik unvanı da olan birileri çıkıp da bizim Müslümanlığımız din cahili istismarcılar gibi, Arap Müslümanlığı gibi tanımlayarak, sırf muhalefet olsun diye, ayrımcılık yapmama fırsat doğsun diye aynı safsatayı tekrarlarsa, bunu anlamakta ve anlatmakta herkes güçlük çeker.
Alevi Akaidi, Alevi Kelamı ve Alevi İlmihali Var mı?
Osmanlı döneminde, her farklı anlayış kendisinin bu farklı anlayışını ortaya koymuştur. Bu anlayış farklılıklarını ortaya koymak için de başvurulan yol, bu farklılık hangi alanda ise, bu alanla ilgili bilimsel kabulleri ortaya koymakla oludu.
İinanç alanında bir farklılık varsa, Akaid ve Kelam ilminde farklılık, bu farklılığı doğuran sebepler, diğerlerinden ayrıldığı noktalar tek tek anlatılırdı. Eğer mesele Fıkıh konularında ise, bu alanda çalışmalar yapılır ve bu çalışmaların halka yansıması için ilmihal denilen eserler yazılırdı.
İster Bektaşi, ister Alevi şeklinde Osmanlı tarihi incelendiğinde, bizim çağdaş Alevicilerin iddia ettikleri gibi, yorum farkı, anlayış farklılığı veya benzeri bir çalışmayı bulma şansımız yoktur.
Alevilik denilen Köy Bektaşiliği yahut Kızılbaşlık ile şehirli Aleviliği olan Bektaşilik bir tasavvufî anlayıştır. Tasavvufun uygulamalarını da Tarikatlar yapar. Bu tarikatın kurucusu da Hacı Bektaş Veli olup, Türkistan’a, Ahmet YESEVİ’ye, Aslan BABA’ya ve Yusuf HEMEDANİ’ye kadar uzanır.
Bu tarikatın farklı derecelerinde Pir sayılan bu zatların hepsi, inanç bakımından Maturidî ve fıkıh bakımından Hanefi’dir.
İnanmayanlar abdestin alınışı, namazın kılınışı, dini nikah duası, cenaze namazının kılınışı gibi mezheplere göre farklılık gösteren şeylere baksın. Arada fark olmadığını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göreceklerdir.
Sünni direnmesiyle,” bizim bir Alevi arkadaşımız var, Cuma bile kılmıyor” diyenlere, Cuma saati kahveleri, içkili restoranları “Pup” yazan mekânları dolduran Sünni aileye mensup bunca adamı niçin görmezler, demem gerekmez gibi geliyor.
İman ayrı şeydir, ibadet ayrı şeydir. Matüridiliğin en önemli özelliği bunların ayrı şeyler olduğunu kabul etmek değil mi?
Kimin yazdığına bakılmadan ülkemizdeki ansiklopedilerden her hangi birine bakıldığında bile bu durum anlaşılır. Yani Türkiye Alevileri ile Türkiye Sünnileri şeklinde ayrılarak söylenen şey, aynı elmayı bölerek ikram etmeye benziyor. Yoksa din ve mezhep farklılığımız olmadığını herkes biliyor.
Bilmeyenler, bilmek istemeyen; ayrılıktan menfaat uman, dışarıdan destekli örgüt yöneticileri ve bunların propagandası altında kalmış, yurdumun güzel insanlarıdır.
Böyle bir hakikat ortadayken bize Alevi demişler, Kızılbaş demişler, Sünni demişler ne farkediyor?
-Şeriat ibadetlerini yerine getiren yüz binlerle Alevi-Bektaşi abdest alırken, namaz kılarken, hacca gittiklerinde hangi mezhebe göre bu ibadetlerini yaparlar?
-Biri Hakk’a yürüdüğünde kefenin sarılması, yıkanması, cenaze namazı,; evlenenler arasında, ayrıca dini nikah da denilen nikah duası okutturanlar hangi mezhebe göre bunu yapıyorlar?
Hiç kuşkunuz olmasın ki, Türkiye’de yaşayan Aleviler de Sünni dedikleri Türkler gibi Hanefi mezhebine göre bunları yapmaktadır.
Garipliğe bakınız ki, bu işlerden habersiz, gafil din adamı da, Dede’ de bundan habersizdir. Sadece merhum Yusuf GÜRGÜR Dede gibi ileri yaşta olan Dede’lerle az sayıda din adamı bundan haberdardır. İşin doğrusu, onlar bilse de bilmese de uygulama budur ve kavramsal çerçeve hayatımızın her tarafında yaşamaktadır.
İslamcı siyasetçi ile İslam’da farklılaşma mantığında olan ilahiyatçı ise, konunun istisnası veya istismarcısı gibi gözükmektedir.