Türk vatanı Balkanlar (Bak Postacı Geliyor-XIV)

Çok kısa sürede kaybettiğimiz vatan coğrafyası Balkanlar. "Ah bu gönül arzu eder seni seni, yâr seni..." Hâlâ bir ucundan diğerine Türkçe konuşarak gezdiğiniz coğrafya. Ninnileri, türküleri, şiirleri hasret dolu... Bizim mahallenin postacısı mektubu bu sefer Balkanlardan getirdi.


Paylaşın:

“Türk azdır diye bulma bahane / Odun bir şule besdir cihane” (Türkler azdır diye kimse yanlış yapmasın, ateşin bir kıvılcımı dünyayı yakmaya yeter.)

“Bak postacı geliyor, selam veriyor

Herkes ona bakıyor merak ediyor…”

Acaba Musa Bey, bizim postacının insanın içini kıpır kıpır eden bu şarkısını ve ayak sesini duymuş mudur bilemem. Zaten Musa Bey’i de bilmem, tanımam. Büyük ihtimalle siz de tanımazsınız. Fakat benim bildiğim, sizin de birazdan öğreneceğiniz bir şey var, o da şu: Bu bizim tanımadığımız Musa Bey’e 21 Eylül 2009’da Prizren’den gönderilen önemli bir istek mektubu var:

“Musa Bey,

Dün bayram sabahı Prizren merkezinde Suzi Çelebi’nin kabrini ziyaret ettim. Kabrinin metruk hâlinden derin ıstırap duydum. 16’ncı yüzyılın bu kahraman komutan, şair, kadı ve eğitimcisi Çelebi’ye reva gördüğümüz akıbet, biz Türkler için utanç sebebidir. “Sahib-i seyf ü kalem” yani kılıç ve kültür adamlığını şahsında birleştirmiş bu şahsiyet bu toprakların Türkleşmesinin sembol ismidir. Fikrimizce eriyen nüfusumuza rağmen buralarda Türkçemiz yaşıyorsa sayesindedir…

İşte bu yüksek şahsiyetin kabrinin onarımına himmetiniz olabilir umuduyla sizi, rahatsız ediyorum. (…) Cevabınızın ne olacağını kestiremediğimi söylemeliyim. Gönlümüz bu himmeti rahmetli babamızın yeğeni merhum Sabri Kiya’nın oğlundan ümit etmek istiyor. Umduğumuz olmazsa Namık Kemal Bey’in gayretsiz insanlara hitabı size de raci olur:

Felekte baht utansın binasip erbabı himmetten…

Selam düzgün insanlara olsun… “ [1]

diyerek büyük bir ümitle gönderdiği bu mektuba olumlu ya da olumsuz bir cevap alamayan Hasip Saygılı, akrabası Musa Bey’le irtibatını kesmiş ve akrabalık ilişkisini de dondurmuş. Hâlbuki Afrika’nın ortasındaki insanlara bile hayır hasenat yapmakla gurur duyan bu mütedeyyin Musa Bey, Hasip Saygılı’ya üzerimize düşen bir şey olursa lütfen haber verin, mealinde birkaç defa mesaj bile yazmışmış.

Peki, bizim yurt içinde ve dışında kültür varlıklarımızı korumak ve yaşatmakla görevli kurumlarımız, vakıflarımız yok mudur ki iş Musa Bey’e kalmıştır? Olmaz olur mu, elbette vardır, halen de var.

“Rumeli’de Bizden Ne Kaldı?” diyen asker ve akademisyen Hasip Saygılı Türk Temsil Heyeti Başkanı olarak tayin edildiği Prizren’deki görevine başlar başlamaz, bu konuyla ilgili Büyükelçiliğimizin Din İşleri Koordinatörü ile irtibat kurar.  Onun vasıtasıyla Diyanet İşleri Başkanlığına Suzi Çelebi’nin kabrinin tanzimi ile ilgili ayrıntılı raporlar gönderilir; ancak Diyanet İşleri, bu iş öncelikle TİKA’nın görev alanına giriyor, diyerek topu taca atar. Yeni adres belli olunca, mezarın bakım ve onarımı ile ilgili bu sefer de TİKA Kosova Koordinatörü ’ne raporlar sunulur, sonuç yine aynıdır. Son bir ümitle, akrabası Musa Bey’e yukarıda okuduğunuz mektubu yazar.  Hatta bu mektupla da kalmaz dostlarına da durumu bir mektupla anlatır. Değişen bir şey yoktur. Devletimizin etkili ve yetkili kurumları gibi dostlar da sağır ve kördür âdeta.

Peki, vatansever bir Türk askeri ve münevveri olan Hasip Saygılı’nın bu kadar uğraşıp didindiği Suzi Çelebi kimdir ve niçin bu kadar önemlidir?

Suzi Çelebi (d. 1455-1465/ ö.1524) Asıl adı Mehmet olan Çelebi, akıncı beylerinden Mihaloğlu Ali Bey’in mahiyetinde bulunmuş muharip bir asker, aynı zamanda Ali Bey’in akınlarını Gazavatname’sinde nazma döken bir şairdir. Kadılık ve eğitimcilik de yapan Suzi Çelebi’nin kurduğu mektep, kütüphane ve cami ile bunların idamesini sağlayan vakıf asırlarca Prizren’de Türk kültürünün ayakta kalmasını sağlamıştır. Hasip Saygılıya göre bundan beş yüzyıl önce Kosova topraklarından bütün dünyaya “Ne mutlu Türk’üm diyene…” dercesine seslenen Suzi Çelebi bir şiirinde şöyle demiştir:

“Türk azdır diye bulma bahane / Odun bir şule besdir cihane” (Türkler azdır diye kimse yanlış yapmasın, ateşin bir kıvılcımı dünyayı yakmaya yeter.)[2]

Yeter, yetmesine de gerçeğin aynasına nedense bir türlü bakamıyor,  kendi kendimizi inkâr etmekle uğraşıyoruz.  16. yüzyıldan günümüze ulaşan bunun gibi nice dinî, tarihî ve kültürel zenginliğimizi bir zafer abidesi gibi yaşatmak yerine, onların yeryüzünden silinip gitmesine sessiz kalmak büyük bir utanç vesilesi değil midir?

Şimdi size Suzi Çelebi’nin ve onun gibi alperenlerin, derviş–gazilerin Rumeli topraklarındaki rollerinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatan küçük bir iki örnek vermek istiyorum:

Malumunuz bu toprakların bir kısmı 1. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1990’nın başına kadar Yugoslavya diye anılırdı,  daha sonraları bu devletten 7 devlet dünyaya geldi. Anlatacaklarım şair-yazar Mehmet Çınarlı’nın 1980 yılında arkadaşı Fevzi Halıcı’yla katıldıkları Makedonya’daki “Struga Şiir Akşamları” festivalindeki izlenimleridir. [3]

“Yunanistan’ın Yugoslavya sınırına yakın bir yol ayırımında durup benzin almıştık. Gideceğimiz yolun durumu hakkında benzin istasyonun sahibinden bilgi almak istedik. ‘İngilizce biliyor musunuz?’ diye sordum, cevap yok. ‘Fransızca biliyor musunuz?’ diye sordum yine cevap yok. Halıcı’ya dönüp:

– Bir şeyler öğrenemeyeceğiz, İngilizce de Fransızca da bilmiyorlar.  Dediğim sırada, saçları yarı kırlaşmış, orta boylu buruşuk yüzlü adam yanımıza gelip,

– Madem Türkçe biliyorsunuz, neden Türkçe konuşmazsınız! demez mi, şaşırıp bir süre sustuktan sonra gülmeye başladık.

Otomobilimize bindiğimiz zaman, dudaklarımdan Fuzuli’nin su mısraı dökülüyordu:

Kâfir ağlar bizim ahvali perişanımıza…”

Şairler Struga’da şiirlerini okuyup görevlerini tamamladıktan sonra Makedonya’nın çeşitli şehirlerine dağılırlar. Mehmet Çımarlı’nın da kısmetine İştip düşer… İştip’teki şiir matinesi Türklerden kalma bir bedestende yapılır. Çınarlı burada da Struga’da okuduğu “Çocuklar” şiirini okur. Şiirden bir dörtlükle yazımıza devam edelim.

Beni hep esir ettiniz minicik ellerinizle;

Ne kaçmak elimden geldi, ne de karşı koyabildim.

Verecek cevabım varken en büyük hâkime bile,

Sizin saf bakışlarınız önünde dilsiz kesildim.

Şiir matinesinden sonra şairler bir yemekte bir araya gelirler. Çınarlı’nın yanında bir Finli şair oturmaktadır.  Aralarında geçen konuşmanın bir bölümüne gelin kulak misafiri olalım:

-Hangi memlekettensiniz?

-Finlandiya’dan. Siz?

-Ben de Türkiye’den.

-Siz Türkiye’nin neresinde oturuyorsunuz?

-Ankara’da.

-‘Ankara’ kelimesi Fincede sert, despot, emreden anlamına gelir.

Ondan sonra ‘ankara’ kelimesi üzerine espriler yaptık… Bir ara benim Türkçe bilen bir garsonla konuştuğumu görüp:

-A! Siz bu memleketin dilini de biliyorsunuz.

Diyen Finli Şair Arto Kytöhankka’ya konuştuğumuz dilin Türkçe, oranın da eski bir Türk şehri olduğunu hatırlatmam gerekti.[4]

Bu konuda Yavuz Bülent Bakiler’in hatıraları da sizi yerinizden alıp başka diyarlara götürebilir.  Mesela Priştine’de Çevren Dergisi’nde yayımlanan “Fatmacıkla Yusufcuk”un masalını okurken masal kahramanlarıyla birlikte ormanın derinliklerinde kaybolabilir ya da Prizren ninnilerinde Türkçe’nin zengin melodisini duyabilirsiniz. [5]

Hay kara kuto havlama

Kuyruguni sallama

Kuyruguni ceserim

Mangalimi silerim.

 

Celmenın gugular celmanın

Pencereye konmanın…

Gugum seni tutarım

Kanadını kırarım

 

Nina nina ninali bebek

Elleri ayakları kınali bebek…

İşte bugün hâkimiyetimizi yitirdiğimiz coğrafyalarda bile Türkçe hâlâ bir bayrak gibi dalgalanıyorsa bunda hiç şüphesiz Suzi Çelebilerin o toprakların Türkleşmesi için gösterdikleri gayretin bir neticesidir. Şimdi onları yok saymak ya da görmezden gelmek ya da umursamamak Yahya Kemal’in “Kökü mazide olan âtîyim.” sözünü duymazdan gelmektir ki bu da ancak ideali olmayan devletlerin ve milletlerin yapacağı bir şeydir.

Yahya Kemal “Hâtıralarım” kitabında 1921’de Sofya seyahati sırasında rast geldiği bir cenaze töreninde gördüklerini şöyle anlatır: [6]

 “…Bulgar şairi İvan Vazov, ben orada iken âni bir ölümle öldü. Derhâl şehrin sokakları siyahlara büründü. Hükümet resmî mâtem ilân etti. Bütün Bulgaristan şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde çanlar çalıyor, pencerelerden siyah bayraklar, matem kurdeleleri sarkıyor, hudutsuz bir mâtem haftası… Bütün gazeteler Vazof’la dolu. Nihayet cenazenin kalkacağı gün geldi. Bütün şehir kapalı, tıs yok. Kraldan köylüye kadar bütün Bulgarlık ayakta. Cenaze kalktı… Önde bitmez tükenmez bir mektepli kafilesi. Sonra Bulgar kilisesinin belleri iki kat olmuş, sırmalara müstağrak (boğulmuş) ihtiyar metropolitlerinden genç poplarına(papaz) kadar ruhani bir alay… Tabut bir imparator tabutu kadar tantanalı; arkasında bütün nâzırlar, mebuslar, ileri gelenler, daha sonra cemiyetler… Hava fena, musibet bir yağmur yağıyor, iliklerine kadar ıslanmış bu cumhurun umurunda değil.

Vazov’u şehrin göbeğinde, büyük katedralin karşısındaki meydana gömdüler; mezarında da şimdi büyük bir kandil yanıyor.

Ah esaret ne feci cilvelerin vardır. O gün cenazede tabii bi’l ıztırar (zorunlukla)  Vazov’un menfuru (iğrendiği) Türklerin de heyetleri vardı. Ben o fesli kafileye hüzünle bakarken gafil Türklerimizden  biri, ‘Bizde yazık ki böyle büyük bir şair yetişmedi!’ dedi. Fuzûli’yi, Bakî’yi, Nef’i’yi, Nedim’i, Galib’i Hâmid’i Vazov’a göre bu Himalaya tepelerini düşündüm. O Türk’ün yüzüne baktım, sordum. Cehalet gözüme esaretten bin kat feci göründü. Mamafih bu Türk’ün hakkı vardı; bizim o yüksek şairlerimiz ona göre bir muamma idiler, bir başka lisan tekellüm etmiştiler(söylemişlerdi) bu dağlara göre bir ova olan Vazov, şiirlerini köylülere, çobanlara, neferlere söylemiş. Vazov bu güzel meziyetiyle yalnız bizimkilere değil, Firdevsi’ye  de şüphesiz fâiktir (üstün)”

Yahya Kemal’in bu hatırasını okuyunca aklıma Bulgar Şairi Vazov’un ölümünden, fazla değil bir yıl önce İstanbul’da vefat eden büyük hikâyecimiz Ömer Seyfettin’in hazin sonu geldi. Hele onun, o hastane morgunda çekilen fotoğrafı, gözlerimin önünde yeniden canlanınca ister istemez düşündüm: Ömer Seyfettin de Türk milletinin millî bir lisana, millî bir edebiyata ihtiyacı vardır görüşünü savunarak bu konuda çokça eser vermiş, hikâyeler, makaleler yazmış, önemli bir şahsiyetti. Lâkin bırakın Vazov gibi defnedilmeyi,  bir mezar taşına bile güç bela sahip olmuştu.

İşte bütün bunları düşününce ben de içimden gelen bir sesle Rumeli’den yükselen bir feryat gibi “Yazık, çok yazık!” anlamına gelen bir deyişle “ Bıreh, bıreh, bıreh!” dedim.

Evet, bu değerlendirmeden mutlaka çıkaracağımız önemli dersler vardır, olmalıdır. Çünkü millet olmanın en önemli vasfı kaderde, kederde, sevinçte, tasada bir olmanın yanı sıra bizi biz yapan maddi ve manevi değerlerimize sıkı sıkıya sahip olmaktır. Kısacası memleket bahçemizi dilimiz,  tarihimiz ve kültürümüz adına her gün ekip biçen, onu güzelleştirmek için çaba sarf eden memleket sevdalı bahçıvanlara mutlaka sahip çıkmalıyız. Yoksa akıp giden zamanın köpürüp taşan suların karşısında tutunacak bir dalımız bile kalmayacaktır.

Bir başka “Bak Postacı Geliyor” da buluşmak üzere sağlıcakla kalın derken, sizi bir Rumeli türküsüyle baş başa bırakıyorum…

Kırmızı gülün alı var (aman aman)

Her gün ağlasam da yeri var

Bugün benim efkârım var (aman aman)

Ah bu gönül arzu eder seni seni, yâr seni..

[1] Hasip SAYGILI, Rumeli’de Bizden Ne Kaldı? İlgi Kültür Sanat Yay. İst. 2019. s.86

[2] Hasip SAYGILI, a.g.e. s.84-85

[3] Mehmet ÇINARLI, Hatıraların Işığında, Cönk Yay. İst.1984,s.145

[4] Mehmet ÇINARLI, a.g.e. s.154

[5] Y. Bülent BAKİLER, Üsküp’ten Kosova’ya, Diyanet Vakfı Yay. Ank. 1999, s.151-159

[6] Yahya KEMAL, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay. 1976, s.162

Yazar

M. Hayati Özkaya

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar