“Türkiye yüzyılı(!)”nı kurabilmek

Devlet çok güçlü olmalı, dünya milletler ailesi içinde saygın bir konumda yer almalıdır. Tıpkı 1932 yılında, başvurmadan, 43 ülkenin oybirliğiyle Cemiyet-i Akvam’a davet edilen Türkiye gibi.


Paylaşın:

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda yolu, suyu, altyapısı olmayan, iletişimin çok zor şartlar altında kurulabildiği bir ülke vardı. 1876’da başlayıp 1922 sonunda biten çok büyük savaşlardan çıkılmıştı. Dile kolay geliyor ama tam 46 yıl sürmüştü. Koca bir cihan devleti dağılmış, elde kalan topraklarda yeni bir devlet doğmuştu.

Bu giriş cümleleri okuyucuya şimdiye kadar çok söylenmiş sözler gibi gelebilir. Haklıdırlar da. Ancak son yıllarda en çok Atatürk ve o döneme ait kitaplar yazıldığı ve yazılmaya devam ettiği de dikkat çekici. Bunun sebebi ne sorusunun cevabı da açık, yaşanan şartlar 1923 öncesiyle benzeşiyor. Bu benzerlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı. Siyasi şartların benzerliği kadar yirmi yıldır Türkiye’yi yöneten ideolojik yapı Cumhuriyetin kuruluş dönemiyle çatışıyor. Bu çatışma hiç bitmiyor da. Dolayısıyla o günlere bakmaktan başka şansımız yok.

Yeni yüzyılda yaşadıklarımızın faydası da olmadı değil. Türk Milleti ne oluyor, niçin oluyor sorularını sordu. Cevaplar için dönüp tarihine bakmaya başladı. Şimdiye kadar ihtiyaç hissetmemiş olduğundan teferruatla çok ilgilenmemişti. Bu sefer farklıydı ve artık en ince detaylara bakılıyor. Bu ihtiyacı hissedenler ardı ardına o döneme ve Atatürk’e dair kitaplar çıkardılar. En çok da o kitaplar okunmaya başlandı.

Yeni Hayat kurulurken

Tarihimizle kurulan bu ilişki eksikleri tamamladı. Çünkü şimdiye kadar daha çok 9 Eylül’de biten bir inceleme söz konusuydu. 1923 sonrasıyla ilişki çok kurulmamıştı. Hâlbuki 15 yılda akla gelebilecek her alanda büyük bir seferberlik vardı. Nasıl olmasın kaç yüz yıldır biriken sorunların üzerine gidiliyor ve ‘Yeni (bir) Hayat’ kuruluyordu. (Bu yeni Türkiye için Prof. Dr. Konuralp Ercilasun’un çok geniş değerlendirmelerle ortaya çıkardığı “Türk Devrimi ve Atatürk” isimli eseri başucu kitabı olarak el altında tutulmalı.)

Bu Yeni Hayat kurulurken Türk Milletine yaslanılmıştı. Çünkü Atatürk’ün başında olduğu kadro, bırakın Türk kimliğiyle problemli olmayı, ona aşkla bağlıydı. Vatanı işgal edenler ve destekçileri, o dönemde dünyanın en güçlü devletleri, bu aşkla dize getirilmişti.

Tıpkı İstiklâl Harbi Türk Milletine dayanarak başarıldığı gibi, cehalet ve fakirlik birlikte aşılmaya çalışıldı. Birkaç yüz yıllık aranın kapanması kolay değildi ama çok büyük mesafe alındı.

Bu mücâdeleyi kazananlar Dede Korkut hikâyelerinden fırlamış gibiydiler. Her biri Tepegöz’ü yenen Basat ya da kudurmuş boğayı yumruğuyla durduran Boğaç’tı sanki. Kadını erkeği, genci yaşlısı veya çocuğu… Hepsi de dünyayı dize getirmiş olmanın sağladığı büyük özgüven ve başlarındaki büyük insana olan inançlarıyla mutluydular.

Atatürk de Türk Milletinin tek bir ferdini bile ayırmadan tamamına sesleniyordu. Onlara yüksek bir ülkü aşıladı. Bu ülkü de Türk Milletine dağları aşırdı.

Dünya, 1929 ekonomik buhranı altında ezilirken, Türkiye bu birlik ve beraberlikle büyümeye devam etmişti. Millete uyulması gereken kuralları söyleyenler, milletle beraber yürüyorlardı.

Yeni yüzyılda gerileyen Türkiye

Türkiye’nin bugün yaşadığı krizler her geçen gün derinleşerek etkisini arttırıyor. Bu derinleşmenin üzerinde Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin dünyada yarattığı etki büyük. Ancak bu büyüklük Türk devlet sisteminin kördüğüm hâline getirilmesinden daha etkili değil. Devletin, yeni Türkiye(!) diyerek bozulan yapısının krizlere dayanıklılığını çok azalttığı ortada.

Hatta devletimizin içinde bulunduğu durum Cumhuriyet öncesi şartlara doğru gidiyor. Ülkenin dört bir yanı krizlerle çevrilmiş durumda. Irak, Suriye, Akdeniz’in doğusu, Kıbrıs, Yunanistan’ın Ege Adalarımızdaki zoraki misafirliği, Karadeniz ve Kafkaslar, AB, NATO ve ABD ile ilişkiler büyük sorunlarla sıkışmış vaziyette.

(İlginçtir ki AKP Genel Başkanı Erdoğan 18 Mayıs Çarşamba günkü grup konuşmasında “Balkanlardan Afrika’ya kadar her yerde olduğu gibi Suriye’de, Irak’ta, Libya’da Karabağ’da, Ukrayna’da yaşanan krizlerde…” diye sorunları sayarken Ege Adalarından hiç bahsetmedi. Daha da ilginci bu sözlerin yer aldığı birkaç paragraflık bölüm Cumhurbaşkanlığı sitesinde yer almıyor.)

Salgının ardından Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve bunların etkisiyle girilen gıda temini ve güvenliği krizi, yönetim krizinin üstüne tüy dikiyor.

Türkiye yeni alışkanlıklarla yönetiliyor. Mesela artık Cuma namazı çıkışında yapılacak açıklamalar için cami avlusuna kürsü kuruluyor. Sanırsınız ki Osmanlının son birkaç yüzyılında devletin bazı meselelerinin görüşülür hâle geldiği cuma selamlığı(!) Bu da Cumhuriyet’in en büyük başarılarından birisi olan siyasetin camiden uzaklaştırılması tercihinden vazgeçildiğinin karinesi.

En önemli hususlar orada ayaküstü konuşuluyor. Mesela bütün dünya, son İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine başvurusunun veto edileceğini Cumhurbaşkanı’nın ağzından cuma selamlığında öğrendi. Bu ülkelerin teröre destek verdiğini söyleyerek vetoyu açıkladı. Sonrasında Cumhurbaşkanı bu sözlerini her toplantıda tekrarlamaya devam etti.

Türk yüz yılı mı, ama nasıl?

Bu satırlar yazılırken Cumhurbaşkanı, “Cumhuriyet’in yüzüncü yılını Türkiye (!) yüzyılı ülküsüyle başlattığımız büyük atılımın sembolü” hâline getirmekten bahsetti.

Öncelikle bu ismin doğrusu “Türk Yüzyılı” olmalıdır. Ve adı üstünde Türklerle gerçekleşir.

Ancak ister Türkiye yüz yılı ister Türk yüz yılı olsun, kimlik algısı ve kabulü farklı olan ve her fırsatta bu farklılığını öne çıkaran bir bakış açısıyla hiç olmaz. Mesela 18 Mayıs (2022) çarşamba günkü AKP grup toplantısında ifade edilen “Aliya’nın karargahını ‘mağara’ diyerek kendi aklınca değersizleştirmeye çalışan bu zata en güzel cevabı Boşnak kardeşlerimizin sandıkta vereceğine inanıyorum.” sözlerinde olduğu gibi siyasetle Türkiye yüz yılı da Türk yüz yılı da gerçekleşemez. Türk Milletinin eşit bireylerini etnik kökenleri üzerinden siyasete dâhil etmekle sadece ayrılığa düşülür.

Türk yüz yılı da Türk Milletinin tamamıyla birlikte hareket edilerek, Türk kimliğine duyulacak saygı ve ona aşkla gerçekleşebilir. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptığı gibi.

Bu da yetmez. Devlet çok güçlü olmalı, dünya milletler ailesi içinde saygın bir konumda yer almalıdır. Tıpkı 1932 yılında, başvurmadan, 43 ülkenin oybirliğiyle Cemiyet-i Akvam’a davet edilen Türkiye gibi.

Bunlar da yetmez, çok büyük bir ekonomik buhranın yaşandığı ülkede, gök kubbe milletin bir kısmının başına çökmek üzereyken tedbir alınır, yük hep birlikte çekilir. Tıpkı 1929 buhranında Atatürk Türkiye’sinde olduğu gibi.

Bütün bunlar biraz daha az konuşmakla olur. Taş yerinde ağırdır. Mesela, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya başvurusu süreci 2015’te düşürülen Rus uçağı meselesine benzemektedir. Orada da ilk açıklama Cumhurbaşkanlığından Rus uçağı düşürüldü şeklinde olmuş ve 10 dakika içinde Genelkurmay Başkanlığı “Milliyeti tespit edilemeyen” diye düzeltmeye çalışmıştı. Ne kadar sıkıntı yaşandığı ve Rusya karşısında yaşadıklarımız arşivlerde duruyor.

Cumhurbaşkanlığı devletin en üst makamı. Dolayısıyla üzerinde pazarlık yapılabilecek konular daha alt seviyede konuşulmalı ki düzeltme hem kolay hem de daha diplomatik yollardan olsun. Her sözü Cumhurbaşkanı söyleyince ve vazgeçince sözlerinin ağırlığına zarar verilecektir. Ayrıca Cumhurbaşkanı’nın sözünü düzeltecek daha yüksek bir makam olmayınca ya kendisi ya da bir başkası düzeltince makama halel gelecektir.

En önemlisi de siyasette artık nezaketin hakimiyetinin sağlanmasıdır. Bu kadar sert ve ötekileştiren dil ve üslupla millet bir araya getirilemez. Bir araya gelmeyen bir millet de kalabalıktan öteye gidemez. Kalabalıkları bir ülküye inandırmak ve fazla uzağa gitmek bir yana uzağı görmek de çok mümkün olmayacaktır.

 

 

Yazar

Hakan Paksoy

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar