Yükleniyor...
Demokrasi, günümüzde, ülke yönetiminin seçimle belirlenmesi anlamına geliyor. Seçmenlerin de halkın tamamı olması bekleniyor. Belki “halkın seçmesi” yerine Türkçe “kamunun seçmesi” demek daha doğru olur. “Kamu” aslında “hepsi, herkes” anlamına gelen eski bir kelimemiz.
“Günümüzde” ve “hepsi” kelimelerine vurgu yapmamın sebebi var. Demokrasi “halk idaresi” demek: Yunanca demos = halk ve kratos = iktidar, yönetim kelimelerinden meydana geliyor ama eski Yunan’da, şehir nüfusunda “demos” denilen vatandaşlar nüfusun yüzde onunu geçmiyordu. Geri kalan yüzde doksan esir ve aşağı sınıf mensuplarıydı.
Demokrasinin beşiği İngiltere’de ve İngiltere’yi izleyen Avrupa ülkelerinde ve ABD’de on dokuzuncu asrın sonuna kadar, seçimde oy kullanmak için vergi mükellefi olmak, toprak sahibi olmak, erkek olmak, beyaz olmak gibi şartlar aranıyordu ki bu bazen “demos”u eski Yunan’daki yüzde onun da altına, yüzde altı ve yedilere düşürmekteydi. ABD’de, deri rengi beyaz olmayanların, bu arada ülke yerlilerinin oy hakkı yoktu.
Demokrasi bundan ibaret: Yönetimi kamunun seçmesi. Aynı zamanda Cumhuriyet demek değil. Cumhuriyet olmayan demokrasiler de var, demokrasi olmayan Cumhuriyetler de.
Demokrasinin başına veya sonuna bir sıfat eklendiğinde derhal dikkat kesiliniz. Genellikle bunu yapanların niyeti iyi değildir. Meselâ ileri demokrasi, Türk Milleti’ni etnisitelere bölüp, her birinin başına Stalinist bir diktatör geçirip, sonra onları bir süper diktatör altında birleştirmeye deniyor. İleri demokrasi gibi halk demokrasisi, gerçek demokrasi de türlü çeşitli despotluların adıdır.
Demokrasi hürriyet demek de değil.
Asıl üstünde durmak istediğim, demokrasi ile hürriyetin aynı şeyler olmadığı.
“Hürriyetsiz demokrasi” tabirini ile defa, artık yakından tanıdığımız Ferid Zekeriya kullandı[1]. Yukarıda bahsettiğimiz 18.-19. asır İngiltere’sinde aslında demokrasi olmadığı halde vatandaşlar hürdü ve bu hürriyet, anayasa ile garanti altına alınmıştı. ABD’de de, demokrasi sadece toprak sahibi ve vergi veren bir azınlık içindi ama orta halli veya fakir beyazlar için de hürriyet vardı. Bir zamanların Hong Kong’u (İngiltere’den tayin edilen vali tarafından yönetiliyordu), Singapur’u, yakın zamana kadar Tayvan hep hürriyetlerin anayasa ve kanunlarla garanti altına alındığı fakat demokratik olmayan ülkelerdi.
Zekeriya’nın asıl dikkat çektiği halkın tamamının oy kullandığı seçimlere, yani demokrasiye sahip olup da hürriyetlerin kısıtlandığı ve sonunda ortadan katlığı ülkelerdi. 1997 istatistiklerine göre dünyadaki ülkelerin yarıdan fazlası (SSCB’nin ortadan kalkmasından sonra) yönetimini seçimle iş başına getiriyordu. Fakat hürriyetler gittikçe kısıtlanıyor, yok ediliyordu. Hürriyetsiz demokrasi, “illiberal demokrasi” denilen bu rejimlerin sayısı zaman geçtikçe artıyordu ve “demokratik ülkeler”in yarıdan fazlası, Zekeriya’ya göre hürriyetsiz demokrasi ile yönetilir hâle gelmişti. Tehlike çanları çalıyordu: “Seksen yıl önce Woodrow Wilson dünyayı demokrasi için güvenli bir yer haline getirme görevi ile ABD’yi yirminci asra taşıdı. Yeni asra girerken işimiz demokrasiyi dünya için güvenli hale getirmek.”
Demokrasi olsun veya olmasın, hürriyetleri nasıl garanti altına alırsınız?
Bunun klasik cevabı kuvvetlerin ayrılığıdır. Örnek olarak bizimki gibi bir parlamenter demokrasiyi alalım:
Hürriyetler ancak bu üç kuvvetin, yani 1) icra (yürütme yani hükümet), 2) yasama (kanun koyma ve denetleme yani meclis) ve 3) Kaza (yargı, yani en küçüğünden en büyüğüne, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi dâhil mahkemeler, bütün savcılar ve bunların emrine tahsis edilmiş polis) dengede, bir birinden ayrı ve bağımsız olması ile garanti altına alınır. Bu garanti, umumiyetle anayasanın sağladığı bir garantidir.
Umumiyetle anayasanın! Peki, anayasa bütün kuvvetleri icranın emir ve kumandasına teslim edecek şekilde değiştirilirse? Bunu yapabilmeniz için iki şartın bir arada olması gerekir:
Özellikle bu ikincisi, demokratik olmayan, halkın temsilcilerinin öncelikle halkı temsil etmediği, halkın temsilcilerinin iktidarın başı tarafından adeta tayin edildiği bir düzende gerçekleşir. Meselâ partilerin genel başkanları kimin milletvekili olup kimin olmayacağını tayin ediyorsa o milletvekilleri, ne yapacaklarına dair işareti seçmenlerinden değil, kendilerini o seçmenlere aday diye çıkaran güçten, genel başkanlarından almaktadırlar. Onlar halkın değil, genel başkanın vekilleridir. Parti için demokrasi yoksa ülkenin demokrasisi sakatlanmaktadır.
Böyle bir ülkede aslında milletvekillerine de gerek yoktur. Genel başkanlara, mecliste, seçimlerde aldıkları oy oranında oy kullanma hakkı verilirse sistem milletvekilleri olmadan da yürür. Tıpkı bir şirkette ortakların sermayeleri kadar oy hakları olduğu gibi. Böylelikle parti içi disiplinsizlik, kavga ve benzeri terslikler baştan önlenir, masraflardan çok ciddî tasarruf sağlanır.
Bunlar şaka yapılacak değil, acı acı düşünülecek konular aslında. Demokrasi yozlaşmaya başlayınca kabile reislerinin toplanıp bir büyük reis idaresinde karar aldıkları çağlara geriliyoruz. Etnik grupların veya klanların veya mafya reislerinin karar alması ile demokrasinin uğramadığı “parti”lerin reislerince idare edilen bir ülke arasında temelde fark yoktur. Mesele aslında, her biri diğerine eşit fertlerden oluşan “millet” kavramına ne derece yakın olduğumuz veya ondan ne derece uzaklaştığımız meselesidir.
* * *
Karışık anayasa hukuku meseleleri…
İsterseniz bunları bir tarafa bırakıp bir demokrasinin hürriyetçi mi despot mu olduğunu tayin için daha basit kriterler arayalım.
Bütün mesele seçimlere ve seçimlerde kamunun nasıl oy verdiğine bağlı. Kamu, “kamuoyu”na göre oy verir—adı üstünde-. Bizim “kamuoyu” dediğimize yabancılar “kamunun kanaati” (public opinion) deniyor. Her ne dersek diyelim, bu kanaat serbestçe teşekkül edebilmekte midir?
Demokrasi kamuoyunu kazanma oyunudur. Her oyun gibi bunda da sahanın bir tarafa doğru eğik değil düz, hakemlerin tarafsız, imkânların eşit olması gerekir.
Meselâ siz rakiplerinizin hareketlerini trafik polisinden asayişe, belediye mevzuatından zabıta operasyonlarına kadar sabote edebiliyor musunuz? Toplantılarınıza kamu araçlarıyla taraftarlarınızı taşımaya, halkın vergilerinden edindiğiniz paraları size yakın olanlara veya yakın olmasını istediklerinize dağıtabiliyor musunuz? (Bunu “hayır işi” diye de yapabilirsiniz.)
Meselâ kamuoyunu teşekkül ettirecek muhalif veya muvafık (yani iktidardan yana) basın, her ikisi de eşit şartlar altında, hürriyet içinde yazıp çizebilmekte midir? Yoksa muvafıklara kredi, teşvik sağlanmakta, reklâm verenlerin kulaklarına kesenin ağzını açmaları fısıldanmakta mıdır? Muhaliflere vergi müfettişleri gönderilmekte, muhalif yazarlarını kovmaları, yoksa… tehditleri yapılmakta mıdır? Bu manipülasyonlar sonunda zor duruma düşen muhalif basın kuruluşlarının yine kredilerle, teşviklerle yandaşlarımıza verilmesi sağlanmakta mıdır?
Bu kurum seviyesindeki zorlamalar, şahıs seviyesinde başka metotlarla sürdürülüyor mu? Meselâ delil yerleştirerek tutuklama, yargılamadan tutukluluğu sürdürme uygulanıyor mu? Bu işleri yürütecek özel polisiniz, özel savcılarınız, özel mahkeme ve hâkimleriniz var mı?
KGB’nin alışılmış metotlarına başvurup, meselâ polislerinizi sivil giydirip ellerine sopalar verip insanları dövdürebiliyor musunuz?
Kamuoyunun gözlerini oymak
Bunları halk görür ve “artık yeter” der diye mi düşünüyorsunuz? Tekrar düşünün. Halkın görmesi, “kamuoyu” demektir. Kamuoyu ise yazılı, sözlü, görüntülü basınla teşekkül eder. Eğer bunları ele geçirmiş, henüz tam teslim alamadıklarınızı da ehlileştirmişseniz, bir de, halkın görmesini istemediğiniz olaylara “yayın yasağı” koyabiliyorsanız… Bütün bunları yapabiliyorsanız, kamuoyunun gözünü oydunuz demektir. Kimse kör gözlerle göremez.
Geriye kala kala, şimdinin yepyeni haberleşme aracı İnternet kalıyor. “İsterseniz Twitter’i, Facebook’u da yasaklarsınız”. Tırnak içinde yazıyorum, çünkü 2013 Türkiye’sinde bir siyasiden alıntıdır. Tabii, isterseniz İnternet’i toptan yasaklar, onun aslında kötü niyetli lobilerin, gizli derneklerin kontrolünde olduğunu söylersiniz. Kamunuzun olmayan oyu bir şey diyemez. Neyi yapıp yapamayacağınız artık kendi kör kamuoyunuzun değil, başka ülkelerin ve onların kamuoylarının oyuna kalmıştır; onlara ne kadar bağımlı olduğunuza kalmıştır. Onları yeteri kadar memnun ediyorsanız, sizin despotluğunuza geniş tolerans gösterebilirler. Aksi takdirde renkli devrimler devreye girer.
Öyle anlaşılıyor ki emperyalizme direnciniz yurt içindeki hürriyetlerle ters orantılıdır. Demokrasiniz ne kadar hürriyetçi ise o kadar dirençlisiniz ve ne kadar despot ise o kadar dışarıya bağlanırsınız.
Kamunun normal duyu organları, gazete, radyo, televizyon ve nihayet İnternet kör edilirse, hatta kör edilmelerine bile gerek yok, kamu, bunların aslında serbestçe haber alıp haber veremediklerine ikna olursa, fısıltı gazetesinin tirajı yükselmeye başlar. Aslında despotun en çok çekinmesi gereken bu safhadır. Kamuoyunun normal bilgi alma vasıtaları çalışırken, hürken, fısıltı gazetesine kimse inanmaz. En dehşet verici haber için bile, gazetenin, televizyonun, İnternet’teki yayınların ve en önemlisi arkadaşlarının o haber hakkında ne düşündüklerini öğrenmeyi bekler. Bu vasıtalar despot tarafından başarıyla susturulmuş, hepsi diktatörün sözlerini tekrar eder hâle gelmişse, artık en güvenilir kaynak fısıltıdır ve fısıltı yıkıcıların en kolay manipüle ettikleri mecradır. Dikta şartlarında etki alanı çok geniştir ve maliyeti sıfıra yakındır.
* * *
Kamuoyunu, iktidardan başka, yabancı devletler de manipüle edebiliyor. Kendi menfaatlerine yakın grupları destekleyip, beğenmediklerini engelleyebiliyorlar. Bu manipülasyonlar eskiden özellikle gizli servisler, beşinci kol faaliyetleri şeklinde yapılırken bugün vakıflar, bilhassa “demokrasi vakıfları” ile ve sosyal alanlarda Nobel gibi ödül vakıflarıyla yapılıyor. Bunların birinci aleti para. Onların menfaatlerine uygun sonuç ilan edecek “araştırma”lar yapmanız için para. O özellikte “projeler” için para. Onlara paralel yazıp çizerseniz gezmeniz, misafir edinmeniz, yaratıcı faaliyetlerinize devam edebilmeniz için “burs” ve para. Onların politikalarına uygun davranırsanız şöhret… Bunlardan, GONGO’lar adıyla Türk’üm Özür Dilerim’de bahsetmiştik[2].
Kamuoyuna bu tip planlı, maksatlı müdahalelerin de demokrasi oyunundaki eşitliği bozacağı açıktır. Demokrasiye ve hürriyete tehdit yalnız içerdeki despot eğilimlerinden değil, kendileri demokrasi havariliği yapan dış manipülatörlerden de gelir.
* * *
Son tahlilde her şey, demokrasi oyununun düz sahada, taraf tutulmadan, eşit imkânlarla oynanmasına gelip düğümleniyor. Bunları sağlanması için anayasanın ve kanunların hürriyetleri, o hürriyetleri sağlayacak kuvvetler ayrılığını, partiler demokrasisini, ve en önemlisi iktidarın siyaset oyununda devlet imkânlarını kendi lehine kullanamamasını garantiye alması lâzım. Fakat hürriyetsiz demokrasi anayasayı da delip hürriyetleri yok edebileceğine göre her şeyden önce şahısların ve o şahıslardan oluşan toplumunun ahlaklı olması gerekiyor. Öyle ki az önce saydığımız ihlaller daha tohum halindeyken, henüz kanunların sınırına değmemişken, ahlâk onlara tevessülü bile önlesin. İslamiyet’te takva dediğimiz mekanizma işte budur. Takva değer sahibi, erişkin, vicdanlı, olgun şahsiyet demektir. Çıkarcı ferdiyet değil.
[2] GONGO, Wikipedia’nın tarifine göre, “Hükümetçe Organize Edilmiş Hükümet Dışı Kuruluş = Government Organized Non Government Organization” demek. Türkçeye, Hükümelerin Kurduğu STK diye de tercüme edebiliriz ama sizin hükümetinizin değil.