BAŞBUĞ’U HATIRLARKEN

Bir 27 Mayıs sabahında senin gür, senin gür sesinle uyanmıştık. İçimizi dolduran endişe bulutlarını senin 1944’den, hatta belki de Malazgirt’den gelen adınla dağıtmıştık. Bizim genç beyinlerimiz senin adınla kutlu gelecek hayalleri kurarken meğer bir takım köhne beyinler kurda tuzak hazırlığı içindeymişler. 13 Kasım’da ihtilâl çocuklarını yedi. Aslında bu, ihtilâllerin kanunu değil, çakallarla tilkilerin dansıydı. Hindistan’dan […]


Paylaşın:

Bir 27 Mayıs sabahında senin gür, senin gür sesinle uyanmıştık. İçimizi dolduran endişe bulutlarını senin 1944’den, hatta belki de Malazgirt’den gelen adınla dağıtmıştık. Bizim genç beyinlerimiz senin adınla kutlu gelecek hayalleri kurarken meğer bir takım köhne beyinler kurda tuzak hazırlığı içindeymişler.

13 Kasım’da ihtilâl çocuklarını yedi. Aslında bu, ihtilâllerin kanunu değil, çakallarla tilkilerin dansıydı. Hindistan’dan gelen mektup belki de bizim çok eski doğulu geçmişimizden bize ulaşan bir sesti. Şarkın adalet ve merhamet dip kavramları, Ankara’nın batıdan devşirilmiş beyinlerine ulaşamadı. Bir sabah İmralı’da şafak hüzünle doğdu.

Büyük kafalı, 
Büyük elli, 
Tanrı’nın gönderdiği belli! 
Irkımda kurtuluş sancısı var!

Delhi’den döndüğün zaman bir avuç gençtik. O günlerde Başbuğ işareti almış, CKMP’ye girmiştik. 1965 yılı Ankarası’nın Kızılay’ından Büyük Sineması’na yürürken iki hocamızın gülümseyen yüzlerini görmemiz yüreklerimizde kıvılcımlar tutuşturmuştu. O kıvılcım, kurultay salonunda senin gür sesinle dünyamızı aydınlatan kocaman bir alev oldu. O gün Türk semalarına Başbuğ doğdu. “Büyük kafalı, büyük elli/ Tanrı’nın gönderdiği belli!/ Irkımda kurtuluş sancısı var!” diye müjdelemişti şair. Fakat Başbuğum, biz Altaylar’dan Tuna’ya soydaşlarımızı anarken bazı soysuzların ve klon bozmalarının aramıza sızması da galiba o günlerde olmuştu. Biz onları sezemedik; belki de siz onlara aldırmadınız. Öyle ya, sular bulanmadan durulmazdı. Meğer onlar çağlayan sularımızın derinliklerinde bir tortu gibi kendilerini gizlemişler. Senin yokluğunda sularımızı bulandırdılar Başbuğum!

1965-1980 yıllarında, senin Başbuğluğunda Türk’ün en son destanı yaşandı. Nice yiğitler bu topraklara bir daha vatan damgasını vurdular. Kuzeyden uzanan ejderin kollarını o destanın kahramanları kopardı, başını keskin kılıçlarıyla onlar ikiye böldü. Tabiî ki biz destanlarımızı çok iyi okumuştuk. O destanlarda kılıçlarla nam salmak da vardı; zindanlara atılmak da. 12 Eylül zindanımız oldu. Klon bozmalarının bir kısmı da o günlerde başvermeye başlamıştı. Geçmişleriyle hesaplaşıyorlardı. Klondan bozma olduklarını unutarak. Bir kısmı ise o şanlı geçmişi taşıyamayacak kadar mecalsizdi. Siz silkindiniz; üzerindeki toprakları attınız; yeniden gür bir ses oldunuz. Yeniden takım takım, bölük bölük genç kurtlar sardı etrafınızı. Kuzeyli ejder can çekişiyordu ama bu defa vatanın içinden bizi vurmaya yeltenenler çıkmıştı. Kuzeyli ejderin tohumlarıyla batılı ejderin tohumları vatan topraklarında birbirlerini döllemiş; soysuz nesiller türetmişti. Soysuz, uğursuz ve merhametsiz. Yine senin gür sesin gönüllerde umut oldu. Nice şehitler verdik; nice gazilerimiz oldu. Milletin kanayan gönlünde senin bozkurtların tek teselli gibi idi.

Çok erken terk ettin bizi Başbuğum! Bir Nisan aklığında seni uğurladık. O muhteşem manzara buzdan bir heykel olup gözlerimizde dondu kaldı. Hiçbir ressamın resmi ve hiçbir heykeltraşın eseri bu kadar kalıcı olamayacak. Belki de mahşerden bir sahne yaşamıştık. Sanki hep birlikte Tanrı Dağları’ndan uçmağa doğru kanatlanmıştık. Cennetin kapıları ardına kadar açılmış bizi bekliyordu. Fakat Başbuğum, bu dünyada daha görülecek işimiz vardı. Bize emanet bıraktığın işler.

Sonra ne oldu bilmiyorum. Sular bir daha bulandı. Çağlayan sularımızın derinliklerinden çamurlu tortular yüze çıktı, Berrak akışımızı çamura buladılar Başbuğum! Önce yiğit sesini aradık; fakat cılız mı cılız bir cevap aldık. Sonra yiğit duruşunu aradık; fakat başını öne eğmiş, elini göbeğine bağlamış gövdeler bulduk. Bize bağlanan umutlar vardı ya Başbuğum, hepsini birer birer öldürdük. Ne şehit kanı artık bizim kutsalımızdı, ne de gazi duası. Medyada boy boy resimlerimiz çıkıyordu; ehlîleştik diye övülüyorduk; övüldükçe ehlîleşiyorduk. 1300 yıl önce Çin’in tatlı sözüne, yumuşak hediyesine aldananlar şimdi AB’nin acı sözüne, kaba hediyesine koşarak atıldılar. Bize bıraktığın emanet yaban ellerde parça parça Başbuğum! Yaban ve yalan ellerde. Yaban ve yaman ellerde.

Çok erken terk ettin bizi Başbuğum! Dokuz Işığının gölgesine sığınmak, Ülkücülüğünün gölgesinde kendime gelmek istiyorum. Çamurlu tortuları dağıtıp saf ve berrak olmak istiyorum. Belden aşağı vuranları devirip yiğitleri meydanlara doldurmak istiyorum. Toprağımı satan bezirgânları kovup yurduma sahip olmak istiyorum. Bir daha, aşk ile ve şevk ile bir daha, bozkurt narasıyla bir daha er meydanına dalmak istiyorum. Başbuğum, Dokuz Işığının gölgesinde bir daha, bir daha doğmak istiyorum!

http://www.yusufiye.net/modules.php?name=News&file=article&sid=113

Yazar

Ahmet Bican Ercilasun

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar