Yükleniyor...
M. Hayati Özkaya
Eylül, miladi takvime göre yılın dokuzuncu ayı… Arapça eylül, Süryanice aylûl (üzüm) anlamındaki aylûl’dan yani Üzüm Ayı’ndan gelmektedir. Aynı zamanda eylül ayı Anadolu coğrafyasında binlerce yıllık bir geleneğin, bağbozumunun başlangıcıdır.
Bağbozumu tarımda hasadın, bereketin adı olarak bilinir. 1980 öncesini yaşayanlar içinse bu hasat farklı çağrışımları yansıtarak sarıdan karaya, her renge bürünür adeta. Bir kıyamet olup düşer yüreklere… Bu kıyametin içinde tarihi sorumluluğu yüklenenler, büyük bir ateş topunu avuçlarında tutmak zorunda kalanlar; ülkenin kara sevdalıları veya bu kıyametin kenarından kıyısından geçerken öyle ya da böyle bu dramatik hikâyenin adsız neferleri olanlar; tarihe şehitler, gaziler, taş medreseliler, Yusufiyeliler diye geçtiler.
Oysa aynı dönemde yaşayan bukalemun kılıklı bazı adamlar, bir fiske bile yemeden rahat rahat mekteplerini bitirmenin, işyerlerini büyütmenin, köşeleri dönmenin sevincini, mutluluğunu tadarak ikbal basamaklarını bir bir çıktılar. Çıkmaya devam ediyorlar…
Sonuç:12 Eylül 1980 darbesinden önce binlerce aile karalar bağlarken darbenin ardından 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,50 kişi idam edildi.30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. Gazeteler kapatıldı, gazeteciler tutuklandı vs,vs…
Bu durumda ne yazık ki Eylül, bir nesil için bağbozumu şenliğinin adı olmaktan çok bir hüznün adı olarak anılmaya başlandı. Öyle ki bazıları bu adı duydukları an adeta 5,5 şiddetinde sosyo-psikolojik bir sarsıntıyla sarsılarak geçip giden zamanı nostaljik bir film gibi kendi dünyasında yeniden seyretmekte; bazıları ise bu “güz mevsimine” bir başka cepheden bakarak müthiş sloganlar eşliğinde, çok renkli fotoğraflarla ve sosyal medyada yaptıkları paylaşımlarla en fazla beğeni almanın hazzını yaşamakta. İşin tuhafı ise biz, her dönemin mağlupları, 1980 öncesini ve sonrasını a’dan z’ye adam akıllı sorgulayamadığımız için de nerdeyse yıllardır, yılın her ayını kara Eylüllere dönüştürerek bir olalım, diri olalım demekteyiz…
Ah Eylül, ah! Mehmet Rauf seni edebiyatımızın ilk psikolojik romanı yaparken Alpay “İçim doldu hüzün / Yapraklar solarken …Gitme, gitme, gel / Eylül’de gel…” diyerek unutulmaz şarkılar listesine senin adını yazdırırken ben de senden ilham alarak ve de meşhur şarkımızı mırıldanarak bir başka Eylül’e gidiyorum.
“Bak postacı geliyor selam veriyor / Herkes ona bakıyor merak ediyor.”
Evet, şimdilerde ne yazık ki artık tamamen unutulan bir iletişim aracıyla, bir tebrik kartıyla, sizi yeniden selamlarken tarih:7 Eylül 1945’tir. Ramazan bayramının arifesinde, bir bayram kartı beyaz bir güvercin olup kanat açar demir parmaklıkların arkasına:
Bay Nihal Atsız, Askeri Cezaevi sayın mevkuflarından Tophane–İstanbul,
Sayın Atsız Beğ, sevgi ve saygıyla sizin ve arkadaşlarınızın bayramını kutlar, Tanrı’dan hür ve mesut bayramlar dilerim. İmza Bedriye Atsız [1]
Aslında Atsız için esaret günleri, 9 Mayıs 1944’te Ankara’da kaldığı otelde tutuklanırken başlar. Sirkeci’deki Emniyet Müdürlüğünde dört ay boyunca işkencelere mâruz kalır. Ne tesadüftür ki tebrik kartının yazıldığı tarihten tam bir yıl önce 7 Eylül 1944’te yargı önüne çıkarılan Atsız, 66 oturumun sonunda 29 Mart 1945’te 6,5 yıl hapse mahkûm edilir. Tabii ki bu davada yargılanan sadece Atsız değildir. Peki, başka kimler vardı ve kendilerini nasıl savunmuşlardı. Meraklısı için ayrıntılı bir bilgi kaynağı: Yavuz Bülent Bakiler’in hazırladığı, ( 1944- 1945 Irkçılık- Turancılık Davasında ) Sorgular, Savunmalar…
Fakat bir de bu davada yargılanmadan uzun bir süre gözaltında tutulan biri var ki onu oğlunun kaleminden dinleyelim:
“Ben o 1944 Mayıs’ı henüz dört buçuk yaşında küçük bir çocuktum. Atsız’ın Ankara’da tutuklanmış bulunduğundan heberim bile yoktu. Bir ikindi üzeri sivil polislerin annemi almaya geldiklerini hayâl meyâl hatırlıyorum… Ben olanı biteni pek kavrayabilmiş değildim. Kavrayabildiğim, annemi apar-topar bir siyah otomobile bindirip götürdükleri, onun giderken bana bakıp gülümseyerek bir öpücük yollaması, bir anda yapayalnız kalmış bulunmam, sessizlik ve sonra bir yerlerden peyda olan sevgili, yiğit emektarımız Fatma Kadın’ın ve “ikinci annem” Fevziye ablanın bana sahip çıkmaları oldu.
Bana aylarca onlar baktılar.
“Milli Şef Cumhuriyeti” ufak evlad sahibi muarızlarını “ekarte” ederken anlaşılan konu-komşu himmetine ve hamiyetine biraz fazlaca bel bağlıyordu.
Annem 72 gün, Atsız 18 ay mevkuf kaldı. Ama neticeten 23 “vatan haini” nin hepsi beraat etti.”[2]
Peki, Atsız ve arkadaşlarının vatan hainliği nerden geliyordu? Bunun kaynağı neresiydi? Cevap çok basitti: Memlekette Türk düşmanlığının giderek artması sonucunda Nihal Atsız, 20 Şubat ve 21 Mart 1944’te Orhun dergisinde duygu ve düşüncelerini kamuoyu önünde ortaya koymak açısından devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki “açık mektup” yazar ve memleketin hal ve gidişinin pek güzel olmadığını yüksek sesle haykırır.
Birinci mektubunda: Sayın Başvekilin, Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü yaptığı konuşmada: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız.” sözünden hareket eden Atsız, Başvekilden bu ifadelerin sözde kalmamasını hayatta bir karşılık bulmasını ister.
İkinci mektubunda ise devlet kadrolarının devlet düşmanlarından ayıklanması gerektiğini belirtirken kendisinin de çok yakından tanıdığı Sabahattin Ali’nin Dil Kurumundaki ve Devlet Konservatuarındaki görevlerine son verilmesini sebepleriyle izah eder ve bu tür devlet düşmanlarına destek veren dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’den de şikâyetçi olduğunu açıkça yazar.
Sonra, sonrası Atsız ve ailesi için ve hatta arkadaşları için çileli bir dönemin başlaması demektir. Hele mili şefimiz İsmet Paşa’nın 19 Mayıs 1944’te Gençlik ve Spor Bayramı törenleri sırasında bir hâkim edasıyla yaptığı konuşmada:
“Turancılar, Türk Milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz, bu kadar vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk Milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız!” diyerekTürkiye’de Türkçüyüz diyenlerin başlarına neler geleceğinin, nasıl kahrı perişan edileceklerinin işaret fişeklerini yakıyordu. Böylece Sabahattin Ali- Nihal Atsız kavgasının seyri, garip bir şekilde değiştirilmiş, Irkçılık-Turancılık davasına dönüştürülmüştü.
İşte, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs törenleri sırasında yaptığı bu konuşmanın bizzat şahitliğini yapan Adile Ayda[3], bu nutuk için şöyle der:
“Konuşmasının yarısına geldiği zaman içimi dehşet kapladı. Bir Türk Devletinin Başkanı bu sözleri nasıl söyleyebiliyordu? Bunların Sabahattin Ali-Nihal Atsız davası ile ilgili olabileceği aklıma bile gelmedi. Fakat başka bir şey aklıma geldi: Bu konuşmanın İnönü’nün hayatında ebediyen silinmeyecek bir leke olarak kalacağı…”[4]
Oysa Ötüken dergisinin 1970 Şubat sayısında Atsız, Türklüğü, Türk olmayı söyle tarif ediyordu:
“ Türkler… Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertler topluluğudur.”
Evet, o güne kadar Atsız’dan habersiz yaşayan Adile Ayda, Irkçılık –Turancılık davasıyla da pek ilgilenmemişti. Ancak hatıralarında bahsettiği gibi 1953’te İstanbul’un fethinin 500. yıl münasebetiyle düzenlenen Fatih sergisini gezmeye gittiğinde, sergiyi tertip edenlerden biri olan Atsız’la tanışır. Aradan geçen birkaç zaman içinde Atsız A. Ayda’ya “Bozkurtlar Diriliyor” romanını imzalı olarak gönderir. Fakat ne yazık ki bu roman yıllarca bir köşede boynu bükük bir şekilde okunmayı bekler. Çünkü “Bozkurtların Ölümü”nü okumadan “dirilişini” okumak Adile Ayda’ya göre pek akıl kârı değildi.
Buna rağmen aralarında kurulan muhteşem dostluk yine Atsız’ın bir kitabıyla başlar. 1964 ‘ün ilkbaharında Avrupa Konseyi toplantısına gitmeden önce Sahaflardan aldığı Atsız’ın “Türk Ülküsü” kitabını Strasburg’da “susamış bir insanın serin bir çeşmeden su içmesi gibi, kana kana okuduktan” sonra Paris’ten gönderdiği bir mektubunda hiç tereddüt etmeden Atsız’a “Siz, yüzyıllar geçtikten sonra bile ilham kaynağı olacak bir millî şuur abidesisiniz.” der.
Bu dostluk, tam da bizim arzu ettiğimiz “Bak Postacı Geliyor” tarzında, mektuplarla kendini gösterince Adile Ayda’nın hatıralarında yer alan Atsız’ın yazdığı mektuplardan örnekler okumaya başladık. Mesela,
12 Mayıs 1964 tarihli mektuptan birkaç satır:
“Çok teveccühkar mektubunuzu büyük bir haz ve mahcubiyetle okudum… Herhangi bir Türk hanımı olsaydınız sadece mültefit bir mektup olarak kalacaktı. Fakat sizi Cumhuriyet’teki yazılarınızla tanıyıp tasavvufa, ümmetçiliğe ve taklitçi batıseverliğe düşmüş aydın Türk kadınları ile mukayese ettikten ve bizzat tanımak şerefine eriştikten sonra teveccühünüzün değeri ve manası büsbütün başkalaştı… Yazınız aynı zamanda şimdiye kadar görmediğim bir mükâfat olmuştur. Bu sebeple size derin minnet ve şükranlarımı takdim ediyorum.”
Bu mektupla başlayan yazışmalar ve fikri dostluk Atsız’ın ölümüne kadar devam eder. Adile Ayda Atsız’dan gelen otuz kadar mektubu bir kitapta toplar.[5] Bu mektuplar zamanın hafızasıdır. Onlar sayesinde geçmişin perdesini aralarız. Mesela;
14 Ocak 1975
“…Yorgunum. Her işim bu yüzden gecikiyor. Nihayet muayenehanesinde aletleri ve küçük bir laboratuvarı bulunan bir doktora gidebildim ve sevimsiz haberler alarak çıktım… Abdülhak Hamid’in dediği gibi benim için de artık: Tat yok gecesinde, gündüzünde / Ben neyleyim bu yeryüzünde?
Bunun için esef etmiyorum, amma Türk tarihini bitirmeden gidersem cidden yazık olur.”
Evet, ne yazık ki Atsız’ın gidişiyle bitmeyen Türk tarihine cidden yazık oldu. Fakat Adile Ayda’nın dediği gibi Nihal Atsız, Türk tarihini yazmaktan daha önemli bir şey yapmış, Türk tarihine koskoca bir yeni fasıl eklemiş ve bir Türkçülük sembolü, Türkçülük heykeli, halinde, gerçek ve üstün milliyetçi insan tipini gelecek nesillere sunmuştur.
Adile Ayda’ya göre Atsız iyi bir düşünür, bir tarih felsefecisi, şair ve romancıdır. Onun ifadesiyle, “Atsız’ın en önemli edebi eseri şüphesiz, sonradan ölenlerle dirilenler birleştirilerek yayınlanmış olan “Bozkurtlar” romanıdır. Bu eser için “tarihi roman” deyimi yetersizdir, bu nesirle yazılmış bir modern destandır.”
Şairliğine örnek mi istiyorsunuz, “Sona Doğru” şiirinden şu iki mısra yeter de artar bile:
“Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim:
Bir ülkünün mehabetin zirvesindeyim.
Bir başka “Bak Postacı Geliyor” yazısında buluşmak üzere, sağlıcakla kalın!
[1] Bedriye Atsız, Nihal Atsız’ın eşi, Ömrümün İlk 65 Yılı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,2006 İst. s 81, Yağmur ATSIZ
[2] Yağmur ATSIZ, Ömrümün İlk 65 Yılı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,2006 İst. s 153-155
[3] Adile Ayda, Türk diplomat, akademisyen, yazar. Türkiye’nin ilk kadın diplomatıdır. 1976-1980 arasında
Kontenjan senatörü olarak Cumhuriyet Senatosu’nda görev yapmıştır. Ünlü hukukçu Prof. Dr. Sadri Maksudi’nin kızıdır.
[4] Adile AYDA, Böyle İdiler Yaşarken, (Edebî Hatıralar) Ayyıldız Matbaası A.Ş. 1984 Ank. s 214
[5] Adile AYDA, Atsız’dan Adile Ayda’ya Mektuplar, Ayyıldız Matbaası A.Ş. 1988 Ank.