Yükleniyor...
03.04.2011
Dr. Anar Somuncuoğlu[1]
1991’de Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsız olduğunda hakim olan havayı hatırlarsak, bugünden baktığımızda birçok hayal kırıklığının, ancak bunun yanı sıra hayal bile edilemeyen birçok olumlu gelişmenin yaşandığı söylenebilir. 1990’lı yılların başında Batı başkentlerinden bakıldığında, yeni yönetimlerin uzun süre ayakta kalamayacağı, bölgede çok sayıda etnik çatışma ve ülkelerarası çatışmaların gerçekleşeceği, Rusya’nın aktif müdahalesinin yaşanacağı bir gelecek muhtemel görünüyordu. Bu olumsuz senaryonun büyük ölçüde gerçekleşmediği, tam tersine bölge ülkelerinin ekonomik ve siyasi güçlenmesine yönelik olarak önemli gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. Ne var ki, bugün halen geleceğe tam olarak güvenle bakamadığımız bir durumla karşı karşıyayız. Özellikle 2010 yılı Orta Asya için sarsıntı yılı olmuş, bölgedeki dinamikler istikrarsızlıkların devam etme potansiyelinin bulunduğuna işaret etmektedir.
Aradan geçen 20 yılı değerlendirebilmek için, bağımsızlığın başında Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin karşı karşıya bulundukları temel problemler iyi anlamamız gerekmektedir. 1990’ların başında ABD yönetimi, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlar yeni cumhuriyetlerin önlerindeki süreci ekonomik ve siyasi liberalleşme olarak tanımlayarak, sadece tabloyu eksik çizmekle kalmamış, aynı zamanda yolun sonunu da belirlemişlerdi. Eski Sovyet ülkelerinin ekonomik ve siyasi gelişimi söz konusu olunca, ana gündem maddesi sosyalist ekonomik yapıdan serbest piyasa ekonomisine geçiş (transition) şeklinde tanımlanıyordu. Zaman içerisinde sosyalist yönetim biçiminden liberal demokratik yönetime geçiş, yani demokratikleşme (democratization) temel gündem maddesi haline getirilmiştir. Halbuki yeni kurulan Orta Asya Türk cumhuriyetleri açısından temel mesele, bağımsızlığın içinin doldurulması idi. Siyasi olarak bu, istikrarlı devletin altyapısını oluşturmak ve uluslararası düzende yerini almak, ekonomik olarak ise kendi ayakları üzerinde durabilen ekonomiler oluşturabilmekti.
Millileşme ve devletleşme
Her ne kadar Sovyetler Birliği görünürde bir federasyon olsa da, merkezi bir devletti. Bu merkezi devletin resmi dili Rusça olup, diğer diller merkez tarafından mahalli diller olarak algılanıyordu. Orta Asya ile ilgili olarak önce yerel dil ve kimliklerin kullanılması yoluyla Sovyetleştirme politikası uygulansa da, zaman içerisinde bu politika Ruslaştırma yoluyla Sovyetleştirme politikasına dönüşmüştür. Bu politika sonucunda Orta Asya’da milli kültür folklorik düzeyde kalmış, ancak modern hayatın bir parçası olarak Sovyet sistemi tarafından dışlanmıştı. Bununla bağlantılı Rusça, Orta Asya’da sadece bir eğitim ve bilim dili, dünya ile iletişim kurma dili haline gelmekle kalmamış, aynı zamanda modern şehir hayatının dili haline gelmiştir. Ruslaşma özellikle Kazakistan ve Kırgızistan’da bir trend haline gelmiştir. Bu cumhuriyetlerde Rus oranının fazla olması Rusça’nın yaygınlaştırılması konusunda diğer cumhuriyetlerle kıyaslanmayacak ölçüde ileri gidilmesine imkan sağlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda Kazakça ve Kırgızca’nın kullanım alanı son derece sınırlandırılmıştır.[2] Genel olarak her dört cumhuriyette de Rusça eğitimli nüfus arasında yaygınlaşmış, eğitimli ve şehirli nüfusun baskın dili haline gelmiştir. Bir taraftan Rusça bilmek meslek veya yönetimde ilerlemenin ilk basamağını oluşturduğu gibi, Rusça bir şehir dili, modernleşmenin dili olarak algılanıyordu.
1991’de bağımsız Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin kurulmasının ardından milli dilin korunması başlıca gündem maddesi haline gelmiştir. Yeni kurulan devletler, anayasalarında milli dile devlet dili statüsünü kazandırarak, ilk deneyimlerini başlatmışlardır.[3] Cumhuriyetler, kademeli olarak devlet yazışmalarında milli dilin kullanılması ve memur atamalarında milli dil bilme kriterini getirmişlerdir.[4] Doğal olarak bu süreç Özbekistan ve Türkmenistan’da daha hızlı tamamlanırken, Kırgızistan ve Kazakistan’da uygulama sorunları ortaya çıkmış, sorunların giderilmesi ve ayrıca ülkedeki Rus nüfusunun rahatlatılması amacıyla Rusça resmi dil olarak ilan edilmiştir.[5]
Bağımsızlık döneminde milli dilin ihyası Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde devlet politikası haline gelmiş, devletin kadroları açısından milli dile hakim olmak çeşitli yasal düzenlemelerle bir şart haline getirilmiştir.[6] Milli dili canlandırma süreci içerisinde özellikle milli dilde eğitimin ve milli dilde basın yayının yaygınlaştırılmasına yönelik politikalar izlenmiştir.
Milli dilin kullanma oranının daha bağımsızlığın başında yüksek olduğu Türkmenistan ve Özbekistan açısından bu politikalar önemli zorluklarla karşılaşmamıştır. Bundan farklı olarak Kırgızistan ve Kazakistan’da temel sorun, milli dildeki yayının karlı olmamasıdır. Bunun birinci sebebi Rusça yayınların geniş kitlelere hitap etmesinden dolayı daha yüksek reklam getirisine sahip olmasıdır. İkincisi ise çoğu özel kanal kendi programlarını hazırlama gücünde olmayıp, Rus kanallarından satın alınan programları yayınlamaktadır. Bunun gibi milli dilde dublaj yapmak yerine Rusça olarak dublajlanmış sinema ve TV filmlerinin satın alınması daha karlıdır. Bu ve benzer etkenlerden dolayı yayını millileştirme işini devlet kanalları başlatmış, özel kanallardaki milli dilde yayın artırılması için yasal düzenlemelere başvurulmak durumunda kalınmıştır. Mesela Haziran 2008’de Kırgızistan’da TV kanallarının yayın zamanının yarısının milli dilde yapılması şartı getirilmiştir.[7] Kazakistan’da da benzer yasal düzenleme yürürlüktedir.
Benzer bir şekilde, bütün Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde milli dilde eğitimin yaygınlaştırılması devlet eliyle başlatılmış, Kırgızistan ve Kazakistan’da önemli zorluklarla karşılaşmıştır. Eğitim yoluyla milli dili canlandırma sürecinin zaman alması, finansmanın yetersiz kalması, faaliyetlerin iyi planlanmaması, kadro ve kitap eksikliği gibi teknik engellerin bulunması sonucunda bu iki cumhuriyette Rusça halen önemli olmaya devam etmektedir.[8] Kazakistan ve Kırgızistan’a özgü bu durumun devam etmesi, bu iki cumhuriyetin diğer Türk cumhuriyetlerinden farklı olarak şimdilik Latin alfabesine geçmemesini belirlemiştir.
Kazakistan ve Kırgızistan’daki hem yerli halk arasında Rusça’nın kullanım alanının geniş olmasını hem de Rusça konusunda dikkatli politikaların uygulanmasını belirleyen önemli husus, iki ülkede de hatırı sayılır Rus nüfusunun ve birinci dil olarak Rusça’yı kullanan nüfusun varlığıdır. Kolonizasyon süreci diyebileceğimiz bir süreç içerisinde çok sayıda Rus Orta Asya’ya yerleşmişti. 1989’a gelindiğinde toplam nüfusu içerisinde Rusların oranı Kazakistan’da % 38, Kırgızistan’da % 22, Türkmenistan’da % 10 ve Özbekistan’da % 8 idi.[9] Buna ek olarak Kazakistan’daki Rusların Rusya ile sınır bölgelerinde yoğun olarak yerleşmiş olması, bağımsızlığın başında tedirginlik yaratan faktörlerden birisiydi. Rusya’nın Moldova’ya Dinyester Ruslarını korumak adına askeri müdahalesinin yeni yaşandığı bir ortamda bu tedirginliği anlamak mümkündür. Ayrıca Orta Asya-Rusya sınırının aslında Kazakistan-Rusya sınırından ibaret olduğu ve bu sınırın dünyanın en uzun kesintisiz karasal sınır (yaklaşık olarak 7 bin km) olduğu eklenirse, durumun hassasiyeti daha iyi anlaşılmış olacaktır. Ayrıca Orta Asya genelinde Orta Asya’da yaşayan Rusların aidiyet problemi bulunuyordu. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla bir anda Rusya’nın dışında kaldıklarını hisseden Ruslar, kendilerini yeni kurulan devletlere bağlı hissetmiyorlardı.
Aradan geçen 20 yıl içerisinde bölgedeki demografik durum önemli değişimlere uğramıştır. Bu süreçte Rusya’ya doğru göçün yaşanması sonucunda Kırgızistan’daki Rus oranı % 7’ye, Kazakistan’daki Rus oranı ise % 24’e düşmüştür. Milli aidiyet konusunda Ruslar ilk baştaki krizi atlattılarsa da, halen vatandaşlık bilincinin gelişmesi konusunda sorunlar yaşamaktadırlar. Kazakistan ve Kırgızistan’ın kapsayıcı politikalarına rağmen millileşme süreci Rusları rahatsız etmeye devam etmektedir. Türkmenistan ve Özbekistan’da Rus nüfusu % 4-5 düzeyinde olup, Kazakistan ve Kırgızistan’dan farklı olarak siyasi bir öneme sahip değildir.
Kazakistan ve Kırgızistan’da Ruslar ve Rusça’nın önemi halen siyasi olarak dikkate alınması gereken faktörler olmasına rağmen, söz konusu devletlerin iç siyaset ve kültür alanındaki tutumları, bu durumu idari edilmesi gereken geçici bir durum olarak algıladıklarını göstermektedir. İnşa edilmekte olan devletler, milli devletler olarak tasarlanmıştır. Özbekistan ve Türkmenistan’da da durum zaten böyledir. Devletin sembollerinde milli öğelerin kullanılmasından yer adlarının iade edilmesine, popüler kültür ve teknoloji yoluyla milli kültürü koruma çalışmalarından başkentlerde inşa edilen yeni binaların mimarisindeki milli öğelere, Sovyet döneminde idam edilen aydınların fikri mirasının canlandırılmasından milli tarih yazımının şekillenmesine kadar değişik uygulamalarda millileşmenin izleri görünmektedir. Resmi ateizm döneminden sonra dini canlanma bile millileşmenin bir parçası olarak algılanmış, laikliği ilke olarak ilan eden bölge devletleri tarafından desteklenmiştir.[10]
Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki milli bilincin yükselmesi ve milli devletlerin inşa edilmesi süreci, içerisinde olumlu ve olumsuz tarafları barındırmaktadır. Sovyet döneminde yaşanan Ruslaştırılmanın ve dinsizleştirilmenin ardından Orta Asya Türk halklarının kendi özlerine dönmeleri sevindirici bir gelişmedir. Bununla birlikte yaşanan millileşmenin Sovyet döneminde tasarlanan milli kimlikler çerçevesinde gerçekleştiği bir gerçektir. Bunun sonucunda her bir Orta Asya Türk halkı bugün sadece Rusları değil, diğer Türk halklarını “öteki” olarak algılamaya devam etmektedir. Stalin döneminde Orta Asya’nın beş cumhuriyete bölme süreci içerisinde bölgede Tacikistan ile birlikte temelde beş farklı kimliğin oluşumu desteklenmiştir. Orta Asya’nın parçalanma süreci içerisinde ayırımlar sadece kağıtta ve arazide değil, bölge insanlarının zihinlerinde yaratılmıştır. Daha önce iç içe yaşayan ve ortak tarih ve kültür birikimine sahip olan Orta Asya halkları için ayrı ayrı tarih, edebiyat ve kültür sınırları çizilmiştir. Bu süreç bağımsızlıktan sonra daha da hızlanmış, özellikle tarih alanında ayrı ayrı milli tarihlerin yazılması, ortak geçmişi parçalama noktasında Sovyet dönemini aşmıştır.[11]
Millileşme sürecinin Sovyet döneminde belirlenen dar kalıplar içerisinde ilerlemesi sonucunda bugün her bir cumhuriyette sadece cumhuriyete isim veren halkın devletin sahibi olduğu bir durumu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla millileşme sürecinin sorunlarla karşılaşması, sadece Rus nüfusuyla ilgili değildir. Burada yine göreceli olarak homojen nüfusa sahip olan Türkmenistan ve Özbekistan, daha heterojen yapıya sahip olan Kazakistan ve Kırgızistan arasında önemli farklar bulunmaktadır. Kazakistan ve Kırgızistan nüfusunun yaklaşık olarak % 35’ini cumhuriyete isim veren halkın dışındaki halklar oluşturmaktadır. Kazakistan’da bu % 35’lik oran çoğunlukla Sovyet döneminde Kazakistan’a zorunlu veya gönüllü olarak göç eden insanlardan oluşuyorsa da, Kırgızistan’da en kalabalık etnik grubu Ruslar veya diğer göçmenler değil, % 14 ile yerli Özbekler oluşturmaktadır. Haziran 2010’da Kırgızistan’ın güneyinde sivil çatışmaların patlak vermesi ve Özbek-Kırgız ayırımı bazında ilerlemesi, bütün bölge halkları açısından bir uyarı niteliğini görmelidir. Bölge halkları arasında ayırımları keskinleştiren zihinsel bölünme çalışmalarının ve idari önlemlerin, bundan farklılık zemininde değil ortaklık zemininde yapılan çalışmalarla ikame edilmesi gerekmektedir.
Kırgızistan’da Haziran 2010’da patlak veren sivil çatışmaların tetikleyicisi, Nisan 2010’da hükümetin halk kalabalıkları tarafından devrilmesi ve dolayısıyla devlet otoritesinin zayıflaması olmuştur. Dolayısıyla genel anlamda 2010 Kırgızistan olayları, hem millileşme hem devletleşme sürecinde yaşanan yanlışlıklar ve boşlukların iç güvenlik krizine ve akabinde bölgesel güvenlik krizine kadar götürebileceğini göstermiştir. Devlet kapasite krizinin bölgenin en demokratik siyasi yaşama sahip olan bir cumhuriyette yaşanması ise, nerede yanlışın yapıldığı konusunda içeride ve dışarıda sorgulamalara sebep olmuştur. Esasında Kırgızistan örneği zayıf devlet olgusunu dışa vurmuş, devlet kurumlarının zayıf olduğu bir ülkede üstün körü bir demokratikleşmenin tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir.
Kırgızistan uç olsa da, yine de bölgede mevcut olan siyasi ve toplumsal yapının bir örneğidir. Söz konusu siyasi yapı, millileşmenin bir eksik tarafını daha gözler önüne sermektedir. Öyle ki, iç siyasi mücadele ortak milli çıkarlar çerçevesinde değil, milli çıkar konusundaki fikir ayrılıkları üzerinden bile değil, dar grup ve alt kimlik aidiyetlerinin belirlediği çıkarlar çatışması üzerinden ilerlemektedir. Bu tarz iç siyasi mücadele resmi olarak var olmayan (enformel) kurumlar (ekonomik güç odakları, hemşehrilik, etnik kimlikler, boy aidiyeti) arasında, enformel yollarla işlemektedir. Dolayısıyla burada esas olan kanunlar değil, yazılmamış davranış kurallarıdır. Böyle bir ortamda özgür seçimlerin yapılması bile durumu düzeltememekte, tam tersine istikrarsız bir yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla her ne kadar sık sık bölgedeki demokratikleşmenin tıkandığından bahsedilse de, bu aşamada esas endişelenilmesi gereken durum, bazı bölge devletlerinde devlet kurumlarının içinden aşınmasıdır.
Şimdiye kadar en uç örnek olarak bilinen Kırgızistan örneği, bölge devletlerinin kırılganlığını gösterdiği gibi, aynı zamanda kısa sürede krizden çıkma kapasitelerini de göstermiştir. Sonuçta kısa süre içerisinde kriz aşılmış, politikacılar zorlu göreve talip olmuştur. Dolayısıyla dünyanın diğer bölgelerinde kurulan yeni devletlerle karşılaştırma yapıldığı zaman, buradaki devlet kapasitesinin birçok yeni kurulan devlete göre daha yüksek olduğu söylenebilir. Şüphesiz Orta Asya Türk cumhuriyetleri 20 yıl içerisinde devlet kapasitesinin geliştirilmesi konusunda önemli aşamalar kaydetmişlerdir. Bununla birlikte devlet kapasitesi sorununun ciddiye alınması gereken ve önümüzdeki süreçte bölgedeki güvenlik durumunu etkileyecek başlıca sorun olduğu ortadadır.
Orta Asya Güvenliği
Devlet kapasitesini en iyi gösteren faktör, bir devletin ülke güvenliğini sağlayıp sağlayamamasıdır. Bugüne kadar Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasında sadece Kırgızistan, kendi vatandaşlarının güvenliğini sağlayamadığı kısa iç güvenlik krizlerini yaşamış ve Haziran 2010’daki sivil çatışmalar sırası da yabancı bir güçten (Rusya’dan) yardım istemiştir. Ne var ki dış güvenliğin sağlanması konusunda genel olarak Orta Asya Türk cumhuriyetleri daha bağımsızlıklarının başında Rusya’ya yaslanmak durumunda kalmışlardır. Aradan geçen sürede bölge devletleri milli ordularını kurmak konusunda kayda değer ilerleme sağlamışlardır. Ancak bu cumhuriyetlerin Afganistan gibi dünya çapında bir istikrarsızlık kaynağıyla komşu olmaları, halen de dış güvenliklerini sağlama noktasında yabancı büyük güç veya güçlere yaslanmalarını zaruri kılmaktadır.
Orta Asya bölgesinin jeopolitik konumunun günümüzdeki temel özelliği, Avrasya’nın büyük güçleri arasında bulunmasıdır. Bölgede en büyük nüfuza sahip olan güç, 20. yüzyıla damga vuran Sovyetler Birliği’nin ardıl devleti Rusya Federasyonu’dur. Bölgeyi çevreleyen diğer önemli güçler ise 21. yüzyılın muhtemel süper güçleri olarak değerlendirilen Çin ve Hindistan’dır. Orta Asya’yı çevreleyen devletlerin dördü nükleer güçlerdir: Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan’dır. Buna ek olarak bölgede çıkar algılayan diğer güçler arasında da İran, AB, Türkiye, Japonya, Güney Kore bulunmaktadır. 2000’li yıllara gelindiğinde sahip olduğu jeopolitik konumundan ve hammadde zenginliğinden dolayı, Orta Asya bölgesi büyük güçlerin rekabet ettikleri bir alana dönüşmüştür.
Orta Asya’nın jeopolitiğindeki 1991 ile 2011 arasındaki en çarpıcı fark, Orta Asya’da mevcut olan büyük güçler arasına günümüzün tek süper gücü ABD’nin de bizzat katılmış olmasıdır. Bu durum bölgenin jeopolitiğini adeta değiştirmiş, normalde Orta Asya ile sınır olmayan ABD’yi sınır komşusu kadar etkili kılmıştır. Afganistan operasyonundan dolayı ABD bölgede bulunsa da, Orta Asya yönetimleri açısından Amerikan askeri varlığının kalıcılığı kesinleşmiş değildir. Zaman içerisinde Rusya’nın Orta Asya dış güvenlik sağlayıcısı rolü zayıflamış, 2001’de ABD bu role talip olmuştur. Ne var ki “renkli devrimler” sürecinde bölge yönetimleri tarafından ABD’nin bir tehdit olarak algılanmaya başlanması ve Rusya’nın güçlenmesi, 2005’de Rusya’nın rolünün onarılmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla 1991’den bu yana önce Rus askeri varlığının bölgede azalma eğiliminde olduğu, 2001’den itibaren bölgede Amerikan askeri varlığının ortaya çıktığı ve günümüze geldiğimizde tekrar Rus askeri varlığının artma emarelerinin peydah olduğu bir tablo karşımıza çıkmaktadır.
Genel anlamda, son yıllarda Rusya’nın etkisi artsa da, 1991 ile karşılaştırıldığında Rusya’nın artık bölgede “tekel” olmadığı, bölge ülkelerinin hareket serbestisinin arttığı bir ortam oluşmuştur. Ancak büyük ölçüde Kırgızistan ve Tacikistan’ın hassas durumundan dolayı Rusya’nın bölgedeki askeri varlığının önemli olmaya devam edeceği söylenebilir. ABD’nin Afganistan’dan çekilmeye hazırlanması ve Orta Asya cumhuriyetlerinde istikrarsızlıkların meydana gelmesi, Rusya’nın bölgeye daha fazla müdahil olmasına zemin hazırlamaktadır.
Büyük güçler arasındaki mücadeleye sahne olan Türkistan cumhuriyetleri arasında giderek yaygınlık kazanan dış politika tutumu, ABD, Rusya ve Çin arasında denge gözetmeye yöneliktir. Daha bağımsızlığının başında Rusya ile çok yakın ilişkileri bulunan Kazakistan, enerji sektörünü Batılı şirketlere açarak bir denge kurmaya çalışmıştır. Başlangıçta Rusya ve ABD ile stratejik işbirliği arasında gidip gelen Özbekistan, bugün iki ülke arasında denge kurmaya çalışmaktadır. Gönüllü tecrit politikasını izleyen Türkmenistan bile, bu politikadan yavaş yavaş uzaklaşmakta, enerji konusundaki Rus tekelini kırmaya çalışmaktadır. Buradaki en uç örnek ise topraklarında hem Rus hem Amerikan askeri üslerini barındıran Kırgızistan’dır. Bu devletler bağımsızlıklarının onuncu yılından başlayarak zorlu uluslararası mücadeleye konu olmuşlar, ancak kısa süre içerisinde kendi dış politikalarını ayarlamayı bilmişlerdir. Bu ülkelerde diplomatik servislerin neredeyse sıfırdan kurulduğu hatırlatılırsa, aslında hatırı sayılır bir gelişmenin kaydedildiği söylenebilir.
Dünya ile bütünleşme
20 yıllık süre içinde bölge ülkeleri her anlamda Rusya’dan bağımsızlıklarını pekiştirirken, altyapı bağımlılığının azaltılması en yavaş ilerlemenin kaydedildiği alan olmuştur. Geçen süre içerisinde altyapı bağımlılığının aşılması en zor bağımlılık olduğu ortaya çıkmıştır. Altyapı derken burada özellikle dünya ticaretine eklemlenme açısından önemli olan geniş karayolları, demiryolu ağı ve boru hatları ağı kastedilmektedir. Sovyet döneminden arta kalan altyapının kullanılması, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin halen ticaretlerinin büyük bir kısmını Rusya üzerinden yapmalarını sağlamaktadır. Bundan sonra ise bu hangi bütünleşme yönünün gelişeceği konusu Orta Asya’nın geleceğini belirleyecektir.
Batı tarafından ortaya atılan ulaştırma projelerinden hem Türkiye’nin hem Türkistan devletlerinin en çok çıkarına olan, Doğu-Batı koridoru, yani Türkistan- Güney Kafkasya-Türkiye hattıdır. Bununla birlikte son dönemde ABD, Kuzey-Güney bağlantısı üzerinde durmaktadır. ABD’nin Hindistan’ı da dahil etmeye çalıştığı bu bütünleşme vizyonu Orta Asya- Güney Asya bütünleşmesini öngörmekte ve ABD’nin Çin’e karşı Hindistan’ı yükseltme hedefine uygundur. Bugüne kadar Batı inisiyatiflerinin gerçekleşmediği, buna mukabil Doğu yönünün Çin’in çabalarıyla geliştirildiği görülmüştür. Çin bölgeden kendisine doğru petrol ve doğal gaz boru hatlarını uzatmaktadır. Çin’in projeleri arasında karayolları ve demiryolları yapımı da bulunmaktadır.
Orta Asya’dan uzanan ulaştırma ağlarının dünyanın hangi parçasıyla bütünleşme sağlayacağı kadar, bu ağlar üzerinden taşınan malların niteliği de önemlidir. Nitekim Rusya’dan Orta Asya’ya doğru ağırlıklı olarak ithal mamul mallar girmekte, Orta Asya’dan Rusya’ya doğru hammaddeler çıkmakta ve Rusya üzerinden dünyaya dağılmaktadır. Şimdi bu şemaya Çin de katılmıştır. 20 yıl öncesine kadar Sovyetler Birliği’nin hammadde deposu olan Orta Asya, bugün dünyanın alternatif hammadde deposu haline gelmiştir.
20 yıllık süreç içerisinde bölge ülkelerinin uluslararası ticaretin bir parçası haline gelmeleri olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Özellikle enerji kaynakları konusunda Kazakistan petrolünün ve Türkmen doğal gazının alternatif kaynak olarak yadsınamaz bir yeri vardır. Bununla birlikte Orta Asya enerji kaynakları hidrokarbonlarla sınırlı değildir. Dünya uranyum rezervlerinin % 60’ı sadece üç ülkede bulunduğu, bu üç ülkeden birisinin de Kazakistan olduğu hatırlatılırsa, Orta Asya’nın enerji piyasasındaki değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Genel anlamda Orta Asya enerji kaynaklarının önemli miktarlarda üretilmesi ve dünya piyasasına ulaşması 20 yıllık bir gelişmedir. Kazakistan ve Özbekistan’da doğal gaz üretiminin artışı, Kazakistan’da petrol ve uranyum üretiminin geliştirilmesi, Türkmenistan’da yeni muazzam doğal gaz yataklarının keşfedilmesi bağımsızlık döneminin gelişmeleridir. Daha birkaç yıl öncesine kadar 3 trilyon metreküp dolayında olan kanıtlanmış Türkmen doğal gaz rezervleri, bugün 8 trilyon metreküpe ulaşmıştır. Türkmenistan’da yıllık 50-60 milyon metreküplük doğal gaz üretimi Sovyet döneminde başlamış olsa da, Kazak petrolünün ihraç edilebilecek düzeyde üretimi ise tamamen 20 yıllık bir gelişmedir. 1992’de günde 549 bin varil ham petrol üreten Kazakistan, 2008’de günde1,5 milyon varil üretmeye başlamıştır. Ayrıca 20 yıllık süre içerisinde 2009 itibariyle dünyanın bir numaralı uranyum üreticisi haline gelmiştir.
Enerji kaynakları ve diğer yer altı kaynakları bir tarafa bırakılırsa, tarımsal ürün açısından da Orta Asya’nın önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Burada özellikle Özbekistan’da üretilen pamuk ve Kazakistan buğdayı ön plandadır. Özbekistan dünyanın 5. en büyük pamuk üreticisi ve dünya pamuk ihracatında ise 2. sıradadır. Kazakistan ise 4 senedir dünyanın en büyük un ihracatçısıdır. Bugün Orta Asya tarımsal ürünleri dünyanın dört bir yanına dünya fiyatlarından ihraç edilmektedir. Böylece Sovyet dönemindeki ucuz fiyattan Rusya’ya doğru hammadde çıkarma dönemi sona ermiştir. Dolayısıyla bağımsızlığın başında Rusya ile ticarete bağımlı olan Orta Asya Türk cumhuriyetleri, bugün tan anlamıyla olmasa bile, dış ticaret ortaklarını çeşitlendirebilmişlerdir. Ancak Rusya’ya dış ticaret bağımlığı azalırken, Çin’in Rusya’nın yerini doldurmaya başladığı bir yönelim endişe vericidir.
Bugün Orta Asya ihracat mallarının dünya piyasalarına dünya fiyatlarından ulaşmasına rağmen, bağımsızlığın başındaki yüksek beklentilerden farklı olarak dünyaya eklemlenmek ekonomik sorunları çözmemiştir. Tam tersine Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve ekonomik krizin de etkisiyle bölge ülkeleri birden gelişmekte olan ülkelerin statüsüne düştüler. Bu durumu aşmaya başlamaları ancak 2000’li yılların başını bulmuştur. 2000’li yıllarda enerji ve metal fiyatlarının yüksek olması, bunları ihraç eden iki bölge ülkesinin (Türkmenistan ve Kazakistan) ekonomik büyümesine katkıda bulunmuştur. Ne var ki halen yarı sosyalist bir yapıya sahip olan Türkmenistan’da enerji gelirlerinin halka yansıması Kazakistan’a nazaran daha düşük olmuştur. Netice itibariyle bugün bölgede sadece Kazakistan, hammadde satıcısı konumunu ekonomik refaha dönüştürmüştür.
Kazakistan’daki durum, bölge genelindeki durumdan çok farklıdır. Orta Asya bölgesinin yaklaşık olarak % 70’ini kaplayan Kazakistan, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin milli gelirinin % 60’ını tek başına üretmektedir. Kazakistan’da satın alma paritesine göre kişi başına düşen milli gelir 12 bin dolara ulaşmıştır. Genel olarak Orta Asya cumhuriyetleri açısından dünyaya açılmak ve ekonomilerini hammadde üretimine yönlendirmek, ekonomik gelişme sorunlarına deva olmamıştır. Bağımsızlık döneminde yaşanan ekonomik zorluklar halkın fakirleşmesine yol açmıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda eğitim ve sağlık devlet harcamalarının kısılması, dar gelirli vatandaşların ve köylü nüfusun kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşma imkanını daraltmış, yardıma muhtaç grupları savunmasız bırakmıştır. 2000’li yıllarda bölge genelinde bir ekonomik iyileşme yaşandığı halde, ekonomik durum zor olmaya devam etmektedir. Bugün her bir ülke içerisinde ve bölge genelinde sosyo-ekonomik farklılıkları artması, bölgedeki iç güvenlik problemlerini ziyadeleştiren önemli faktörlerden birisi olarak önümüze çıkmaktadır. Ekonomik zorluklar ve kimi ülkelerdeki siyasi çalkantıların yaşanması, bazı kesimler arasında geçmişi özlem duygusunun zaman zaman ortaya çıkmasını da sağlamaktadır. Bu husus bağımsızlıktan vazgeçme anlamına gelmese de, bağımsızlığın içinin tam olarak doldurulamadığını göstermektedir.
Geleceğe Bakış
Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının başında belirlenen dünyaya eklemlenmek, serbest piyasa ekonomisine geçmek gibi hedefler, bugün tamamen veya kısmen gerçekleşmiştir. Ne var ki bölge genelinde ekonomik gelişmenin yavaş ilerlemesi ve fakirleşmenin yaşanması, şimdilik geçiş döneminin zorluklarının atlatılamadığını göstermektedir. Benzer bir şekilde siyasi alanda anayasalar kabul edilmiş, muazzam hukuk çalışmaları sonucunda hukuk mevzuatı oturmuş, devlet aygıtları oluşturulmuş, hatta demokratik kurumlar yürürlüğe sokulmuştur. Ancak bugün sadece demokratik kurumlar değil, formel siyasi kurumlar bile sadece görünürde işlemektedir. Uygulamada ise ya geleneksel alt kimlik grupları (etnisite, boy veya hemşerilik bazında örgütlenen gruplar) ya reformlar sürecinde oluşan ekonomik çıkar grupları ayrı ayrı veya birbirinin içine geçmiş şekilde siyasette etkili olmaktadır.
Orta Asya ile ilgili çokça dile getirilen husus, Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsızlığa hazır olmamalarıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önce yapılan referandumda genel olarak Orta Asya cumhuriyetlerinde Sovyetler Birliği’nin korunmasına oy verdikleri bilinmektedir. Diğer birçok Sovyet cumhuriyetinden farklı olarak Orta Asya cumhuriyetlerinde Sovyetler Birliği’nden ayrılma yönünde ciddi manada bir kitlesel halk hareketi olmamıştır. En azından Orta Asyalıların ve yöneticilerinin 1991’e kadar temkinli davrandıkları söylenebilir. Bağımsızlıktan sonra ise aslında Sovyet döneminde başlayan ve “özüne dönüş” olarak algılanan milli bilinçlenme önemli aşamalar kaydetmiş, bölge halkları dilleri, kültürleri, tarihleri ve dinlerine sahip çıkmıştır.
Bununla birlikte bu milli bilinçlenme, Stalin döneminde Rusların belirlediği sınırlar dahilinde gerçekleşmiştir. Sovyet döneminde bölge halkları arasında yaratılmış ayırımlar 20 yıllık süreç içerisinde keskinleştirilmiş ve yeni ayırımlar yaratılmıştır. Dolayısıyla komşulara karşı güvensizlik ve çekememezlik devam etmektedir. Bölge ülkelerinin kendi problemlerini kendi aralarında çözememeleri, yabancı güçlere davetiye çıkarmaktadır. Üstelik bugün ülkeler arasında hallolmamış problemlerin daha da etkili olabileceği bir sürecin önündeyiz.
Türkistan devletleri bağımsızlıklarına kavuşmalarından beri daha çok felaket senaryoları ortaya atılmış, ancak bunlar gerçekleşmemişti. Türkistan’ın bir tarz Avrasya Balkanları haline dönüşebileceği, bölgenin çatışmalı bir bölge olacağı tahmin ediliyordu. Halen birçok problem bulunsa da, bugüne kadar bölge ülkelerinin tahmin edildiğinden daha iyi performans sergiledikleri söylenebilir. Felaket senaryosunu bir tarafa bırakırsak, en muhtemel iki senaryo önümüze çıkmaktadır: ya her şey olduğu gibi kalacak, ya da bölge ülkeleri ortak bir kadere sahip olduklarını anlayıp işbirliği yolunu tercih edeceklerdir.
Her şeyin aynı kalması demek, bölgedeki uluslararası mücadelede dış güçlerin hakim olduğu bir tablonun devam etmesi demektir. Her ne kadar bölge ülkelerinin çok yönlü dış politika izlemeleri, bölgede olup biten rekabetten yararlanma noktasında yararlı bir tutum olsa da, idealden uzak olduğu da belirtilmelidir. Sonuçta tek tek Türkistan devletlerinin sürdürdükleri çok yönlü dış politika, aralarındaki güvensizliği artıran özelliği de içinde barındırmaktadır. Üstelik bölge içi sorunların çözümünde büyük güçlere yaslanma eğilimini de getirir ki, sonuçta bütün bunlar Türkistan devletlerinin dış güçler karşısında bağımsızlıklarını kısıtlama sonucuna yol açar. Türkistan devletlerinin karşı karşıya bulundukları sorunların çözümünde tek çözüm olarak bölgesel bütünleşme hedefli bölgesel işbirliği olarak önümüze çıkmaktadır. Bu süreç içerisinde Orta Asya Türk cumhuriyetleri ortak kültür mirasının farkına vararak ortak kimliği hatırlamalı ve kader birliğinin farkına varmalıdır. Aksi takdirde büyük güçler tarafından birbirilerine karşı oynanan piyonlar olacaklardır. Sadece ortak çıkarların farkına varılması Orta Asya cumhuriyetlerinin geleceğe güvenle bakabilmelerini sağlayabilecektir.
——————————————————————————–
[1] 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Orta Asya Araştırmaları Merkezi Başkanı
[2] Bkz. mesela Bhavna Dave, Kazakhstan: Ethnicity, Language and Power, Routledge, New York, 2007, s.50-70.
[3] Emine Gürsoy-Naskali, “Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinde Dil Politikaları”, Emine Gürtsoy-Naskali, Erdal Şahin (Ed.), Bağımsızlıklarının 10. Yılında Türk Cumhuriyetleri, SOTA, Haarlem, Hollanda, 2002, s.55.
[4] A.g.e., s. 57-59.
[5] Buradaki “resmi dil” tanımı, Türkiye’deki “resmi dil” tanımıyla aynı değildir. Nitekim milli dil ile Rusça arasındaki statü ayırımını ortaya koymak için Kazakça ve Kırgızca için “devlet dili”, Rusça için ise “resmi dil” tanımı kullanılmaktadır.
[6] Gürsoy-Naskali, s.57-59.
[7] Gulnura Toralieva, “The Development of the Mass Media in Kyrgyzstan: Trends in 2008”, Institute for Public Policy, http://www.ipp.kg/en/analysis/708/, erişim tarihi 15 Şubat 2011.
[8] Her ne kadar yapılan son Sovyet nüfus sayımında (1989) Kırgızistan ve Kazakistan’da ana dilini bilen yerli halkın oranı diğer Türk cumhuriyetlerinden çok farklı değilse de, birçok araştırmacının ortaya koyduğu gibi “ana dil” konusunda ne Sovyet dönemi ne de Sovyet sonrası nüfus sayımları pek aydınlatıcı olmamaktadır. (Bu konuda bkz. mesela Britta Korth, Language Attitudes towards Kyrgyz and Russian: Discourse, Education and Policy in Post-Soviet Kyrgyzstan, Peter Lang, Bern, 2005, s.112-114, 127.) Bunun sebebi “ana dile hakim olma” kriterinin bir milli gurur meselesi olması ve dolayısıyla kişinin milli aidiyetiyle özdeşleşmesidir. Yapılan etnografik çalışmalar Kazakistan ve Kırgızistan’da bağımsızlığın başında yaklaşık olarak % 30-40 civarındaki yerli halkın kendi ana dilini bilmediğini göstermektedir.
[9] Charles E. Ziegler, “The Russian Diaspora in Central Asia: Russian Compatriots and Moscow’s Foreign Policy”, Demokratizatsiya, C.14, S.1, Kış 2006, s. 106.
[10] Orta Asya’nın dışarıya açılmasıyla birlikte bölgede milli kimlikten öte dini kimliği öne çıkaran gruplar gelişme imkanını bulmuş, bölge yönetimlerine karşı çıkan ve Orta Asya’da halifelik kurmayı amaçlayan bazı yasa dışı hareketler yayılmaya başlamıştır.
[11] Tanınmış Özbek araştırmacı Farhad Tolipov, ortak tarihi parçalayan bu tarih çalışmalarını, aynı dönemde ekonomide yapılan mili varlıkların özelleştirilmelerine atfen, “tarihin özelleştirilmesi” olarak tanımlamıştır. Farkhod F. Tolipov, “Towards a New Paradigm of International Relations: The Implications of Central Asian Geopolitics”, Anita Sengupta, Suchandana Chatterjee (Ed.), Eurasian Perspectives: In Search of Alternatives, Shipra Publications, Kalkuta, 2010, s.18-19.