Yükleniyor...
Son günlerde yoğunlukla 31 Mart 2019 Mahalli İdare Seçimlerinden sonra döviz kurlarında 2018 yılının 2. çeyreğinde olduğu gibi tekrar çok hızlı bir artış olacağı hususu spekülasyonlara dayalı olarak ve herhangi bir makro ekonomik veya teknik gerekçe ortaya konulmadan, günlük piyasa gelişmeleri dikkate alınarak dile getirilmektedir.
Bu açıdan baktığımızda geçen hafta Kur’da görülen yükselişte; Yeni Zelanda ve Golan Tepeleri hakkında sorumsuzca yapılan sert ve gereksiz açıklamaların dolaylı siyasal sebepler, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın tecrübe yoksunluğunu gösterir şekilde faiz indirimi yapılabileceğini ima eden açıklamasının “ekonominin yönetim hatası”ndan ve Swap işlemleri ve CDS-kredi risk priminin yükselmesi sebebiyle de ekonominin kendi dinamiklerinden kaynaklanan faktörlerin etken olduğunu düşünüyoruz.
Döviz kurları ekonominin kendi tabii kuralları yanında, doğrudan ve dolaylı binlerce iç ve dış faktörün yansımasından etkilenir. Ancak, önemli olan ekonominin kendi kural ve dinamiklerinin meydana getireceği esas ve kalıcı etkilerdir.
İktisat biliminin mal ve hizmet piyasalarında temel kuralı olan arz ve talep dengesi ve piyasa denge fiyatı döviz piyasaları açısından da geçerlidir. Yani kurları belirleyen esas etken elinizdeki döviz miktarı ve dövize olan ihtiyaçtır.
Başlıca döviz miktarı; dolaşımda bulunan döviz, rezervler, bankalardaki döviz mevduatı, ihracat ve turizm gelirleri, yabancı sermaye ve dış borçlanmadır. Dövize olan başlıca ihtiyaç ise ithalat (ödemeler dengesi açığı veya cari açık) ve dış borç ödemeleridir
Bu açıdan baktığımızda 2018 Yılının Ağustos ayında, Benjamin Franklin’in ateşi 38 dereceye yükselerek, 7.20 TL’ye kadar çıkan dolar kurunun, ıslak bez uygulaması yapılarak ateşin 36 dereceye düşürülerek, 5-5,50 bandına çekilmesinde en önemli unsur son 10 aydaki 21,4 milyar dolarlık “kaynağı belirsiz” olarak tarif edilen “Net Hata Noksan Kaleminde” görülen döviz girişidir.
Yani 16 yıldır baskı altına alınmış olan döviz kurlarındaki doğal artış, yapay olarak ve sağlam olmayan döviz kaynakları ile düşürülmüştür. Nitekim, döviz kurunun önümüzdeki 3 yılda düşük tutulmasında inatla ısrar edileceği “sözde” Yeni Ekonomi Programında da (YEP) açık olarak ilan edilmiştir.
Şöyle ki; 2018 yılı için tahmin edilen yıllık ortalama dolar kuru 4,72 TL iken, 2019 için %19,6 artış ile 5,60 TL, 2020 yılı için enflasyon hedefi yıllık ortalama %9,8 iken, döviz kurundaki artış bunun altında olan %7,23 ile 6.00 TL ve nihayet 2021 yılı için hedeflenen %6’lık enflasyon artışının yaklaşık yarısı kadar arttırılması öngörülerek 6,20 TL olarak hedeflenmiştir.
Evet, döviz piyasasında denge kurları arz ve talep ile belirlenir. Ancak bunun yanında belirlenmiş döviz kurlarının yurt içi enflasyon ile dövizin ait olduğu ülke fiyat artışları ile paralel bir şekilde değerlenmesi gerekmektedir. Akp iktidarının 16 yıldır yaptığı vahim hatalardan birisi bu kurala uymadan, ülke ekonomisinin ihtiyaçlarının ve gereğinin aksine dövizi baskı altında tutmak ve TL’yi aşırı değerli hale getirmektir.
2002 yılında iktidarı devraldığında 1,50 TL’lik dolar kuru söz konusu iken, 2008 yılına kadar tedrici olarak 1,30 TL’ye kadar inmiş, “teğet geçti” yalanı ile atlatılan 2009 Kriz yılında %20 artış ile 1,55 TL’ye yükselmiştir. 2015 yılında %24, 2017 yılında %21 ve 2018 yılında %34 artarak bugün 5,50 civarında oluşan dolar kuru hala gerçek dengesini bulamamıştır.
Çünkü, son 16 yılın büyük çoğunluğunda yurt içi enflasyon ve dış enflasyonun çok altında değerlenmiş ve devalüasyondan ziyade revalüasyon söz konusu olmuştur.
Söz konusu parametreleri 2002 yılı dolar kuruna uyguladığımızda dolar kurunun 2019 yıl ortası itibariyle 10,10 TL düzeyinde olması, 2020 yılında ortalama 11,26 TL ve 2021 yılında ise ortalama 12,11 TL’ye ulaşması teknik olarak söz konusudur. Oysa daha öncede belirttiğimiz gibi YEP’de 2021 hedef dolar kuru olması gereken kurun yarısı kadar 6,20 TL olarak hedeflenmiştir.
Burada şu 2 sorunun cevaplarını da ortaya koymak gerekir;
1- Mevcut Akp iktidarı döviz kurlarını niçin piyasa dengesine aykırı bir şekilde düşük tutmakta ve TL’yi aşırı değerlendirmektedir?
16 yıldır Uygulanan Makro Ekonomi Büyüme Politikasının düşük kur-yüksek faiz ve sıcak para ve dış borç ile Finanse edilen ithalata dayalı olması bu yanlış politikanın temel gerekçesidir.
Başka bir ifade ile; Akp İhracata Dayalı Kalkınma Politikası yerine düşük kur (aşırı değerlenmiş TL), yüksek faiz, sıcak para ve ucuz ithalata dayalı bir model tercihi ile; daha fazla dış etkilere maruz, ihracatı ve kalkınması ithalat ve sıcak paraya (dışa) bağımlı, istihdam yaratmayan çok büyük ölçüde dışa bağımlı bir hastalıklı ekonomik yapı oluşturmuştur ve bu yol çıkmaz bir sokaktır.
Bunun sonucunda Yatırım ve Üretim yapamayan, adeta eroin bağımlısı gibi düşük kura bağımlı olan ekonomide ithalat yoluyla vasat bir büyüme sağlanmakta ve bu da istihdam artışı oluşturamamaktadır. İşsizlik oranlarında düşme sağlanamamasının temel sebebi budur.
Akp 2002 yılında;
%29,7 düzeyinde devraldığı enflasyonu bugün tekrar %20’ler düzeyine,
%6,2 düzeyinde devraldığı büyümeyi bugün %-3’lere,
%10,3 düzeyinde devraldığı işsizliği bugün daha da kötüleştirerek %13’lere getirmiştir…
Yani sözün özü, Akp 16 yılda IMF’den alınan milyarlarca doların önemli bölümünü kendisi de borçlandığı ve kullandığı halde, bu borçların ödenmesini aşırı şekilde öğünme sebebi yapmış ancak bunun karşılığında toplam dış borçları rekor düzeye ulaştırmış, buna karşılık ekonominin sağlam ve adil vergi kaynaklarına dayanmasına, verginin tabana yayılmasına, kayıt dışı ekonomi ve sosyal güvenliğin kayda alınmasına, ileri teknoloji ve yüksek katma değere dayalı yatırım, üretim ve ihracata dayalı büyüme sağlayarak yapısal sorunları çözmek yerine, öğrencisi oldukları Necmettin Erbakan’ın “pansuman tedbirler” dediği usullerle günü kurtarmaktan başka bir şey yapmamıştır.
Bunu yaparken de 94 yıllık Cumhuriyetin ekonomik birikimleri olan KİT’lerin özelleştirilmesinden elde edilen 60 milyar dolarlık kaynağı yatırım ve üretim alanında kullanmak yerine, binlerce odadan oluşan lüks Başkanlık Sarayı ve sayıları 16’ya ulaşan makam uçaklarına harcamış ve adeta bir mirasyedi gibi har vurup harman savurmuşlardır.
2- Aşırı değerli millî para milliyetçiliğin bir gereği midir ve Ülke için iyi midir?
Sorunun cevabı net bir şekilde “DEĞİLDİR” olacaktır. Çünkü döviz kurlarının düzeyi ile artış ve azalışı ülkenin ve dünyanın konjonktürel durumuna ve ekonomik yapısına bağlı olarak belirlenmelidir. Yani Ülkenin ekonomik yapısı güçlü ise konjonktürel şartlara göre Millî Paranın değeri yüksek tutulur veya düşük düzeyde olması sağlanır.
Bu durumu izah edecek en güzel örnek nasıl ki Bütçe’de daraltıcı ve genişletici maliye politikalarının uygulanması ülke içi şartlara göre tercih ediliyorsa, dış ekonomik yapının ihtiyacı doğrultusunda da düşük veya yüksek kur uluslararası şartlara göre tercih edilmelidir.
Henüz teknolojik atılımını yapamamış ve gelişmiş bir ekonomik yapıya sahip olamayan ülkemizde, İhracata Dayalı Kalkınma Modelini tercih etmek ve bunun gereği olarak da gerçekçi döviz kurunun tercih edilmesi elzemdir. Yani ülkemizin bugünkü şartlarında düşük döviz kuru ve aşırı değerli millî para milliyetçiliğin gereği değil, tam aksine gayri millî bir tercihtir ve millî çıkarlarımıza aykırıdır.
Çünkü düşük döviz kuru ile ithalat yapılan ülkelere istihdam sağlanmakta, yüksek faiz ile de ülkenin kaynakları yabancılara transfer edilmektedir. Oysa milliyetçiliğin esası Türk Milletinin çıkarları ve refahı yönünde politikalar uygulamaktır.
Bu arada yeri gelmişken, yukarıdaki politika tercihleri de göstermektedir ki; yerli ve millî kavramını ağızlarından düşürmeyenler özellikle düşük döviz kuru politikasının (aşırı değerlenmiş TL) ısrarla sürdürülmesi sonucu ithalatın yerli sanayinin yerini alması ve hatta ihracatın ithalata bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur.
Öyle ki; OECD verilerine göre toplam ihracatımız içindeki doğrudan ve dolaylı yabancı katma değer payının %58,5 gibi yüksek bir düzeyde olduğu tespit edilmiştir. Diğer bir ifadeyle, ihracatımızın her 100 dolarının 58,5 doları ithalattan kaynaklanmakta, sadece 41,5 doları yerli katma değerden oluşmaktadır. Bu ise Akp iktidarı döneminde gerek ihracatımızın, gerekse vasat düzeyde de olsa kalkınmamızın büyük ölçüde dışa bağımlı hale getirildiğini açıkça göstermektedir.
Her ne kadar yetkili ağızlar tarafından inkar edilse ve 2018 yılında yaşanan ekonomik krizin suçu hayali “dış güçlere” dayandırılsa da, ekonomiyi düşük kur-yüksek faiz-dış borç sarmalına sokup bağımlı hale getiren iktidarın bizzat kendisidir. Benjamin Franklin’in ateşinin Ülkemizde istikrarsız olmasının müsebbibi iktidar ve yanlış uygulamalarıdır.
Ekonomideki gelişmeler, gerek siyasi eğilimin tercih ettiği liberal veya sosyal politikalara, gerekse iç ve dış siyasetteki gelişmelere bağlıdır. Yani ekonomik gelişmeler iç ve dış siyasi gelişmeler ile etkileşim içindedir.
Siyasi gelişmeler ise duruma göre genelde makro ekonomiyi, özelde ise döviz kurlarını şöyle etkileyecektir.
1-Akp ve Mhp’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı yerel seçimlerde 24 Haziran Seçimlerinde aldıkları %52 ve üzeri oy oranına ulaştıkları taktirde piyasalarda ekonominin asli etkenlerinden ziyade psikolojik etkenlerin sonucunda yalancı bir bahar havası oluşacak, “kaynağı belirsiz para” girişlerinin devamı ile de dolar kuru 5.00 TL civarına kadar suni ve geçici olarak düşürülebilecektir.
7 Haziran 2015 seçimleri hariç, 2007 yılından beri yapılan bütün seçim ve referandumlar şaibeli olup, bu seçimde de aynı şartların daha da çok geçerli olacağı ve bazı emareler göz önüne alındığında bu tahmin gerçeğe en yakın sonucu verecektir.
Daha sonra sözde YEP’de öngörülen düzeylerde dolar kuru baskı altında tutulacaktır. Bunu, en yetkili ağzın bir daha çalışılmayacak şeklindeki gerçeğe aykırı beyanına rağmen, yapılan sözleşmenin iptaline ilişkin herhangi bir yazılı iptal belgesi kamuoyuna sunulmadığına göre; Ya McKinsey’in denetiminde, ya IMF ile 3 yıllık standby anlaşması ile yada “kaynağı belirsiz para” ile piyasaları manipüle ederek sağlamaya çalışacaklardır.
Yani ha McKinsey, ha IMF, ha “hayali Katar sermayesi”…
2-Cumhur İttifakının dikkat çekici bir ölçüde %50’nin altına inmesi ve özellikle İstanbul ve Ankara’yı kaybetmesi durumunda ise Siyasi İstikrar tehlikeye giriyor zannı ve algısıyla Piyasalar olumsuz etkilenecek ve dolar kuru tekrar 7.00 TL.’nin üzerine çıkacak ve belki olması gereken 10 TL düzeyini zorlayacaktır.
Ancak kendisini ekonomist olarak lanse edenlerin iddia ettiği gibi bu aşamada Benjamin Franklin’in ateşi 40 Dereceye denk gelen 12-13 TL gibi bir düzeye, yurt içi veya yurt dışında çok vahim gelişmeler olmazsa, ulaşmayacaktır. (Bu senaryonun olması gerçekçi olarak düşünüldüğünde önümüzdeki 2-3 yılda Döviz Kurlarının aşırı yükselmesi ve yeni bir Ekonomik Kriz oldukça düşük bir ihtimaldir. Ancak sonrası tufan…)
Bu durumda Hükümet hala birlikte çalıştığı McKinsey’in çözüm olamayacağını anlayarak, IMF ile 3 yıllık bir Standby Anlaşmasına gitmek mecburiyetinde kalacak ve buradan alınacak 30-60 milyar dolarlık borç ile kur, 6-6,50 bandında sabitlenmeye çalışılacaktır.
Ancak bunun maliyetinin “İran dayatmaları” ve “federasyon pazarlıkları” gibi tavizler olacağını iddia etmek fazla abartı olmayacak ve 100 yıl sonra bırakın “hasta adam” tanımını, Türk Milleti ve Devleti olarak “yoğun bakımda ölüme mahkum” bir hasta haline getirilmiş olacağız. Yani kırk satır mı, kırk katır mı?Yukarıdaki her iki varsayımda da şiddeti ve zamanlaması farklı olsa da öyle veya böyle 3 yıllık kemer sıkma politikası uygulanmak zorunda kalınacak ve fiyat artışları (zamlar) ve vergi artışlarının sebep olacağı bütün maliyetler sabit ve dar gelirlilerin sırtına yükleneceği gibi, ekonominin yapısal sorunları çözülmeyecek, palyatif tedbirler ile sadece günü ve iktidarlarını kurtarmaya çalışacaklardır.
2022 yılında büyüme, enflasyon ve işsizlik oranları gibi makro ekonomik göstergelerde iyileşme sağlanmış gibi görünse de bu kalıcı olmayacak ve baskı altında tutulan dolar kuru 6,50 TL.’den iki katı düzeyi olan ve teknik olarak bulunması gereken 13,00 TL’lik düzeye fırlayacaktır. İşte o zaman Benjamin Franklinin ateşi 40 dereceyi bulmuş olacaktır.
Akp, gerek ülkemizin bütün sorunlarıyla, gerekse ekonomi alanındaki sorunlara kalıcı çözümler sağlamak yerine “palyatif çözümleri” tercih etmiş, kadrolarının ve vizyonlarının yetersizliği ve niyetlerinin samimi olmaması sebepleriyle, hiçbir sorunu yapısal ve kalıcı olarak çözme girişiminde bulunmamış ve gerek dünya konjonktüründeki 2002-2008 dönemindeki olumlu katkıları, gerekse Milletimizin daha önce hiçbir partiye vermediği gücü ve yetkiyi kötü kullanarak geçmiş 16 yılı heba etmiştir. Bu durum maalesef 2019-2022 dönemi içinde benzer olacaktır.
16 yıldır ısrarla uygulanan başta ekonomi olmak üzere her alandaki yanlış politikalara,
Sözde YEP ile açıklanan 3 yıllık yetersiz ve iddiasız hedeflere,
Bilgi ve tecrübe eksikliği her kararında ve açıklamasında ortaya çıkan Hazine ve Maliye Bakanına,
Ehliyet ve liyakatin tarumar edildiği kamu yönetimine,
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile Yasama, Yürütme ve Yargının tek elde toplanarak Güçler Ayrılığı prensibinin yok edilmesi ile hukuk ve demokrasinin ortadan kaldırılmasına,
Ve nihayet “er şeyi en bilirim ve en karar veririm” modundaki “astığım astık, kestiğim kestik” bilinç altına sahip, Yanlış rejimin yanlışta inat eden başına baktığımızda,
Maalesef önümüzdeki 4 yılda ekonominin yapısal sorunlarının çözülemeyeceğini, toplam 20 yılımızın heba edileceğini, çocuklarımızın geleceğinin tehlikede olduğunu ve Türk Milletini çok sıkıntılı bir dönemin beklediği gerçeğini söylemek bizleri üzse bile milliyetçiliğimizin bir gereğidir.
Son uyarı; 1994 Krizinin ateşlenmesinin ana sebebini hatırlatayım; geçmişten ders almadan ve ekonominin kurallarına uymadan, emir vererek faizlerin düşürüleceğini zannederseniz bu 5 Nisan’da da Benjamin Franklin’in ateşi yükselebilir…