Yükleniyor...
16.07.2011
SEVGİLİ TÜRKİYE’MİZİN BAŞI SAĞ OLSUN,
ACI HEPİMİZİN,
RAHMET KAPILARINDAN GÜLÜMSEYEREK GEÇEN 13 ŞEHİDE ALLAH RAHMET EYLESİN.
Noyrat Köyü…
Gece yarısı….
Gökte pırıl pırıl bir dolunay vardı ve soğuk ışıklarıyla karanlıklara inat her gizli gölgeyi aydınlatmaya kararlı idi.
Genç kız mazgal deliklerinden baktı. Bir şey yok gibi idi.
Ama o gözlemeye devam etti.
Karabaş canı yanmış gibi inlemiş, öteki köpekler de havlamaya başlamışlardı.
Konak içiçe üç yüksek duvarla korunuyordu. Birinci duvar ilk büyük bahçeyi koruyordu. Orada harman yapılıyordu. İkinci duvar bu büyük bahçeden sonra küçük bahçeyi ve konağı çevreliyordu.
Üçüncü duvarikinci duvardan bir insan sığacak kadar uzaklıkta idi ve kimi yerlerinde yapılan merdivenle sığınağa gidiliyordu.
Gözlerini delikten ayırmayan genç kız birden irkildi. Sanki bir gölge ilk duvardan aşağı süzüldü. Daha dikkatli bakınca yanılmadığını anladı. İlk bahçede duvarın dibinde başka gölgeler de vardı.
Konağın üçüncü katındaki gözetleme yerinden hemen ayrıldı, koşarak merdivenleri indi. İkinci katın terasındaki kapıyı açıp karanlık konağa girdi. Büyük bir korku ve heyecan içinde idi. Kalbi savaşta dört nal giden deli taylar gibiydi. Bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Nefes nefese kapıları geçip annesiyle babasının odasına ulaştı.
İkircikli tavşan uykusundaki anne hemen uyandı ve doğruldu. Genç kız heyecanla annesinin kollarına attı kendini ve hıçkırıklarını tutmaya çalışarak gölgeleri anlattı.
Orta yaşlı kadın hemen fırladı yerinden ve kızına fısıldadı:
“-Koş, ablalarını uyandır. Hanımları topla. Süleyman’ı kapın, koşun! Haydi!”
Genç kız korku ile sordu:
“- Ana sen? Ya sen ne olacaksın?”
“-Çabuk, bu kafir çeteler ikinci duvarı aşmadan saklanalım, dedi yaşlı anne.Belli ki evi gözlemişler. Erkeklerin olmadığını biliyorlar. Çabuk gizli duvardan komşulara sığınalım.”
Genç kız hızla odadan ayrılırken kadın feracesini geçirdi sırtına. Zaten hep entarili ve şalvarlı idi. Başörtüsünü örttü. Yatağın altındaki küçük tenekeyi koltuğunun altına aldı ve hızla odadan ayrıldı.
Kızları ve tek oğlu Süleyman’ı ve yardımcı hanımları sakin olmaya çalışarak bekledi yaşlı ana. Bir dakika iki dakika sürmeden hepsi yanındaydı.
İkinci kattaki üçüncü duvara açılan küçük kapıdan o daracık araya girdiler, yani ikinci duvar ile üçüncü duvarın arasına.. Merdivenleri büyük bir heyecanla ama çok düzenli bir şekilde indiler. Artık ikinci bahçede idiler. Büyük bir sessizlik içinde birbirlerinin nefeslerin dinleyerek , ay ışığında ikinci duvardaki kapıdan geçip ilk bahçeye geçtiler.
Kapıya gitmekten korkup o yüksek duvarı aşmak zorunda kaldılar. Anne o teneke kutuyu yere bıraktı. Önce dünya güzeli genç kızlar analarının omuzlarına basıp yükseldiler sessizce, birbirlerinin kollarını merdiven yapıp birbirlerine canlı basamak oldular ve Süleyman’ı da aşırdılar, öteki tarafa geçtiler.
En güçlü kızı Behiye ellerini uzattı, annesini çekecekti ama….
Ama… Önce ay ışığında gölgelerini gördü yaşlı kadın. Birkaç saniye nefessiz kaldı. Sonra o can alıcı kararı verip kızının ellerini itti.
Ardından yerdeki tenekeyikapıverdi, geniş şalvarının içine soktu, bacaklarının arasına sıkıştırdı. Destek almak için sırtını duvara iyice yasladı. İçin için dua edip Yüce Allah’a yalvarmaya başladı.
İşte tam o anda o haydutlar anaya yetiştiler. Kıpırdamadı yaşlı kadın. Teneke düşüp ses çıkarabilirdi. Öylece kalakaldı.
Dev gibiydi en öndeki. Bulgarca konuşuyordu. Ana anlamazlıktan geldi. Çete başı bu defa Türkçe sordu:
“-Akçe, akçe nerede cadı?”
Yaşlı kadın büyük bir cesaretle bağırdı:
“-Ne akçesi bre kafir?”
Adamın koca yumruğu kadının yüzünde patladı. Haydut tekrar sordu ve aynı cevabı aldı. Yumruklar birbirini takip etti. Ağzından burnundan akan kanlar sıcak sıcak boynuna doğru iniyor, ama o inatla ayakta durmaya ve titrememeye çalışıyordu.
İkinci adam birinciye yılışarak çekilmesini söyledi. Ay ışığında kara sakalı daha da bir ürkütücü idi.
Çete başı gülerek kenara çekildi. Kara sakallı tekrar sordu:
“-ZenunAga’nın çok akçesi varmış, biliriz. Nerde akçeler?”
“- Ne akçesi bre kafir, dedi yaşlı ana. Akçe makçe yok derim! Biz ekmeğimizi zor buluruz!”
Adam elindeki tüfeği kaldırdı, hırsla dipçiğini kadıncağızın iman tahtasına bütün gücüyle indirdi.
Kadıncağız duyduğu büyük acıya rağmen eğilmedi, bükülmedi ve aynı cevabı verdi:
“- Akçe makçe yok bre kafir!”
İki dipçik daha peşpeşe geldi ama yaşlı kadın ellerini dahi oynatmadı, oynatamadı. Teneke kutuyu düşündü. Bu kutu kafirlerin ellerine geçmemeli idi.
Haydutların başı hırsla konuştu:
“-Bu yaşlı Müslüman cadı bize vakit kaybettiriyor. Hayde, eve girelim erkekleri gelmeden.”
O yaşlı ve cesur kadın benim büyük ninemdi, Köy Noyrat Köyü idi, Florina Şehrine bağlı idi, Ohri gölüne yakındı ve Rumeli’de idi…
Yıllar Osmanlı’nın Rumeli gibi bir aziz vatan parçasını heba ettiği yıllardı!
O teneke kutu yüzünden ağzı burnu kan içinde kalan, kaburga kemiği çatlayan büyük ninem, mavi gözlü sarışın, yiğit büyük ninem sır verip ser vermemişti!
O teneke kutuda ne mi vardı? O destansı yolculukta kendilerine destek olacak olan biriktirdikleri paralar!
Büyük ninem ve büyük dedem Noyrat Köyünden yollara düşüp binbir maceradan sonra, binlerce hayatın yollarda nihayete ermesini seyrederek son mezile geldiklerinde gönüllerinde hep geride bıraktıkları vatan toprağının hasreti vardı.
Dedem Ohri Gölünün hasretiyle gözlerini yumdu…..
Yıllar ve yıllar geldi, geçti…
Aç haçlı emperyalistler Müslüman kanı akıtmaya doyamadılar! Osmanlı’nın çekildiği bütün topraklar hiç huzur bulamadı! Hep saldırıya uğradı. Bu kural hiç değişmedi!
Türkiye Kıbrıs Barış Harekatını neden yaptı sanki! Bu defa Kıbrıs Müslüman Türkü katlediliyor, Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürüyor, insanın kanını donduran hadiseler oluyordu…
Yine yıllar yılları kovaladı ve hep Müslüman kanı aktı!
Yıl 19915’ gösterirken ve aylardan Temmuz’du.
Bosna Hersek’in Srebrenitza şehrinde dünya tarihinin sayılı katliamlarından belki de en kanlısı yaşandı.
Sırp katillerden meydana gelen ordu Srebrenitza’ya girdi ve en az 8300 Boşnak’ı öldürdüler. Bu Müslümanlar silahsızdılar, savunmasızdılar.
Srebrenitza GeneralRatkoMiladiç emrindeki ağır silahlarla donatılmış Sırp ordusu tarafından neredeyse yerle bir edildi.
Katliamda kadın ve küçük yaşta çocuklar da öldürüldü, tecavüze uğradı!
Neretva nehrinin Osmanlı’nın altın yüzüğü Mostar Köprüsü hunharca yıkıldı, yok edilmek istendi!
Bir hanım tanımıştım, Bosna’dan kaçanlardandı, ayağında sadece terlik vardı ve sadece üstündeki elbiselere yollara düşmüştü. Bosna’da bir kuruluşun genel müdürü ve makine mühendisi idi!
Sonra bir röportaj okudum ünlü gazetelerimizden birinde. Yaşlı bir kadınla biricik kızı bu katliamdan sağ kurtulmuşlardı. Günler geçip de genç kız korkunç gerçeği fark edince utançla hamile olduğunu anlatıyordu annesine. Onun dizlerine kapanıp af diliyor, ama anne kızına cevap vermeyip suskun kalınca kız yan odaya geçip kendini asıyordu…
Her şeyi bahane edip bu haçlı kefereler Müslümanın üstüne saldırdılar hep. Bunu yapmadıkları zaman bizi birbirimize kırdırmak için planlar yaptılar, koca Türk ve Müslüman coğrafyalarındaki insanları birbirine öldürttüler!
Bu oyuna hep düştük biz!
İşte Irak, Libya, işte Suriye, Sudan, Afganistan!
Şimdi asıl hedef açıkça ortaya çıkmaya başladı: Ne kadar taviz verirse versin baş devletlu, ne kadar kanlı katile dil dökerse döksün, İmralı’daki 7 yıldızlı otelde beslediğimiz kanlı katilhaçlı kefere ile kankası Siyonist Yahudi’ye uşaklık görevini yerine getirecektir.
Geçen yazımızda sormuştuk: Niye Diyarbakır’da toplanıyorlar? Meclisin yeri Ankara. Cevap gecikmedi: Özerkliği ilan ettiler!
Ardından 13 şehit! Ateş yalnızca 13 ocağa düşmedi. Türkiye’nin kalbine düştü!
Şimdi birkaç soru daha soralım:
Doğu ve Güney Doğu’daki saf ve masum vatandaşımızı koruyamayan ve PKK belasının kıskacından alamayan siyasiler İmralı canisinden neden akıl alır?
PKK ve uzantısı KCK ve BDP sadece İmralı canisi ve Kandil’deki terör yuvalarından mı emir ve destek almaktadır?
Kaç PKK vardı ve kimlerden emir almaktadır ve kimlerin taşeronudur?
Bu gün özerklik ilan edilmiştir, yarının adımı plebisitin yapılması olacaktır. Kuzey Irak’taki peşmerge başları iç işlerimizle ilgili akıl vermeye devam etmektedirler. Bu plebisiti demokratik hak olarak kabul edecek miyiz?
Birkaç gün sonra BDP zoraki seçilmişleri yine heyetler halinde Kuzey Irak’a gidip Yahudi uşağı Barzani ve hempalarından akıl alacaklardır. Bu durumu Konfederatif ve özerk(!!!) bir demokratlık olarak mı kabul edeceğiz?
Ve… Biz bu şartlar altında Doğu Türkistan’ı, Kıbrıs’ı, Bosna’yı nasıl düşüneceğiz?
En can alıcı soruyu tekrar tekrar soralım: Aynen Irak’ta yaptıkları gibi Suriye’ye saldırmak için düzen üstüne düzen kuran ve Türkiye’yi de kullanmak isteyen bu haçlı kefereler ve Siyonist faşistler Türkiye için “Kürdistan “planını son aşamaya mı getirmişlerdir ve devletlularımız bu kadar saf mıdırlar?
En hüzünlü soruyu da soralım: Vatanın bütünlüğü için canlarını feda eden bu evlatların vebalini kim yüklenecek?