Yükleniyor...
Garipliklerin üst üste yaşandığı bir dönemdeyiz. Devlet yönetimindeki dağınıklık devam ediyor. Masum hak kullanımına, darbe çağrıştırıyor diyerek on günden daha fazla kamuoyu meşgul edilmişti. 104 emekli amiralin içinden 80 yaşına dayanmış ve hastalıkla mücâdele edenleri de dâhil günlerce gözaltına alınmışlardı. Esas operasyon gece yarısı, darbe geliyor ey ihvan(!) çağrısıydı. Ama tutmadı.
Şimdi de İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu için istenen soruşturma izni gündemi meşgul etti. İmamoğlu, Fatih Sultan Mehmet’in türbesinde eli arkasında bağlı dolaşmış. Bu da Fatih’e saygısızlıkmış. Nasıl bu saygısızlık yapılır diye soruşturma izni isteniyor. Soruşturma bize ait değil diye İçişleri Bakanlığı ve Savcılık da açıklama yaptı. Bu gariplik de çok sahip çıkılabilecek bir şey değil doğrusu.
Daha da garibi İçişleri Bakanı bir televizyon programında, “Bana göre suç ama soruşturma izni vermem…” dedi. Bu cümle ile suçun tarifine bana göre(!) diye bir ek yapıldı ve İçişleri Bakanının suçluyu affedebileceğine dair devlet yönetimine yeni bir içtihat girdi. Tabi, içtihat kapısı açık ne de olsa(!..) Ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de şirket gibi yönetilmek üzere oluşturulmuştu zaten. Dolayısıyla sistem artık bu kabil içtihatlarla yönetilmeye çok müsait.
Yazının başlığı çarpıcı, biliyorum. Büyük âlim Prof Dr Hüseyin Atay’ın bir kitabının adı. Hoca da benzer düşünce ile böyle başlık olur mu sorusunu soruyor. Devamında da “Cahillik bilmemektir. Bilmemek de yokluktur” diyor. Tahsil ise öğrenme anlamına geliyor. Yani bilmek, bilginin varlığı hâli. Atay hoca yine soruyor. “…biri varsa öbürü yoktur, biri yoksa öbürü vardır … İlim elde edilir, kazanılır… cehalet yokluktur … Öyle ise tahsil etmenin anlamı nedir, bu saçma değil mi?” diye soruyor. Cevabını da ilim ve cehalet ilişkisini tasnif ederek veriyor. Tasnifte de, “Bilmez, bilmediğini bilmez … (bundan) kaç; laf anlamaz, buna mürekkep cahil de denir.” sınıfını ilk sıraya koyuyor.
Yıllar önce çocuklarım daha lise ve ortaokul çağlarındayken bir yaz tatiline çıktığımızda yaşadıklarım hiç aklımdan çıkmıyor. Ankara’dan araba ile yola koyulduk. İlk gün rotamız önce Sakarya Meydan Muharebesi Şehitliği arkasından Söğüt’te Ertuğrul Gazi Türbesi, Bilecik’te Şeyh Edebali’nin Tekkesi ve aynı akşam Bursa’ya varıştı.
Bursa’da Muradiye Camisinde gördüğüm üzere çocuklarıma hemen orada mini bir konferans vermiştim. Caminin haziresinde epeyce fazla türbe vardı.
Birisinin etrafı açıktı ve orta yaşın üzerinde bir kadın gözyaşları ile huşu içinde dua ediyordu. Ama dua ederken hem de mezarın etrafını dönüyor yani tavaf da ediyordu. Çocuklara yüce dinimizde böyle bir şey olamayacağını söyledim. Ancak Kâbe tavaf edilebilir çünkü orası Allah’ın evi demiştim. Tabi gerçeğine, maketine falan değil…
Biz bunları konuşurken bize kulak misafiri olan bir beye, mezarın kime ait olduğunu sorduğumda Fatih’in ebesi cevabını almıştım. Adı da Ebe Hatun Türbesi ama ebenin kimliği hakkında kesin bilgi yok. Mahzun Şehzadeler Mezarlığı da dendiğini söylemişti. Hazirede, hiçbirisi de padişah olamayan 12 şehzadenin yattığından böyle dendiğini açıklamıştı. Cem Sultan ve oğlu, Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa ile Yavuz’un iki yeğeni ve iki oğlu da orada…
Sorduğum kişinin oranın görevlisi olduğunu öğrendim. Kapalı olan türbelere girmek isteyen olursa açıyor, ziyaretçiye nezaret ediyor sonra da çıkıyordu. Dikkatimi çekince, niçin diye sordum. Cevabı ağırdı. İçeride eşsiz çiniler vardı ve daha önce çalınmıştı. Tedbiren böyle davranıyordu. Biz girdiğimizde eşlik etmedi. Sizi dışarıda dinledim, siz istediğiniz kadar kalabilirsiniz demişti.
Bursa’dan sonra Çanakkale-Gelibolu Yarımadası’nda, her karışı şehit kanı ile sulanmış bölgeyi gezerken basmaya kıyamamıştık. Hâlâ yeni şehitlikler bulunduğuna dair haberlerin çıktığı kutsal beldede durduk. Bastığımız toprakta bir devrin battığını biliyorduk. Eğilip kulak verdik… dört bir yanımızdan vatan kalbinin attığı duyuluyordu…
Rotamızda Konya da vardı. Mevlana’nın dergâhını gezdik. Orada da gözleri yaşlı, huşû içinde dua eden Müslümanlar vardı. Bir şey daha vardı ki bu nedir diye sorduğumda aldığım cevap çocuklarıma yeni bir konferans konusuydu.
İçeri girdiğimde bir hayli büyük sandukalar gördüm. İçlerinde birisi dik vaziyette duruyordu. Bu niçin dik diye sorduğumda aldığım cevapla konferans başladı. Meğerse o dik sanduka Mevlana’nın babasınınmış ve oğlu ölüp de yanına gömülünce, onun ilmine saygısından ayağa kalkmış. O zamandan beri de böyleymiş. Aslında bu bir şirkti ancak çoğu kimse farkında değildi.
Çocuklara, ölüyü diriltme gücünün sadece Tanrı’da olduğunu ve Kıyamet Günü ölenlerin dirileceği üzerine konuştum. Burada bir medeniyet var, siz ona bakın demiştim. Bu konuşmaları duyanların bana ters ters baktığını da hatırlıyorum.
Atay Hoca’nın tasnifindeki hem bilmeyen hem de bilmediğini bilmeyen cahillik de iki kısım. Hoca, birisi doğal diğeri kazanılmış, elde edilmiş tahsil edilmiş cahillik diyor. Ve devam ediyor, “Toplumlarda fesat, karışıklık çıkaran, sözüne güvenilmeyen, bilmeyeni aldatan … çelişkiler içinde bir yerde söylediğini başka bir yerde … boşa çıkarır.”
Kişi sadece kendisini ilgilendiren hususlarda bilmediğini bilmiyorsa çok da önemli değil diyebilirsiniz. Ama milleti ilgilendiriyorsa alarm zilleri çok üst perdeden çalıyor demektir. Bilgi, özgür düşünce ile üretilmeli, ahlaklı bir şekilde kullanılmalı, hukuk adaletle uygulanmalıdır. Ancak o zaman alarm susar. Aksi takdirde, devletin dört bir yanından gelen çatırtıların sesleri her geçen gün biraz daha fazla duyulur hâle gelir.
…..
Ramazan Bayramımız kutlu olsun.
1 Yorum