Yükleniyor...
17.04.2011
Türk entelijansiyasının dünyayı algılama, anlamlandırma ve yorumlama çabaları, fetiş haline getirilerek gerçek bağlamından koparılan kavramlar ekseninde yürütülmektedir. Bunlar arasında demokrasi, çok kültürlülük, insan hakları, vatandaşlık kavramları ön plana çıkmaktadır. Bu kavramların, sorunların çözümlenmesindeki kullanılış biçimi ve konumlanması Batı entelektüel yaşamındakiyle kıyaslandığında realite ile ciddi bir uyuşmazlık söz konusudur. Bu uyuşmazlığın özünde ise kavramların içeriklendirilmesi ve kullanımındaki aşırı serbest ve sorumsuz davranış vardır. Yapılan temel metodolojik hata, kavramların, varoluşundaki ana belirleyici unsur olan “tarihsellik” ve “kültür”den soyutlanmasıdır. Bu iki unsur “dil” ile temsil kaabiliyeti kazanır. Bu makalede kendi tarihsel ve sosyolojik bağlamından koparılan demokrasinin dayandığı türdeş yapının zorunlu bir unsur olduğuna vurgu yapılmakta ve mutlak hakikat olarak kabul edilen çok-kültürcülüğün demokrasinin ön şartı olduğu düşüncesi eleştirel bir yaklaşımla çözümlenmektedir.
Sorun Nedir?
Demokrasi, bir ideoloji veya ilahi bir sistem değildir. Yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkileri tanımlar. Bugün mevcut ve birbirine zıt ideolojileri temsil eden bütün devletlerin bir şekilde demokrasiye atıf yapması, ideolojilerin demokrasiye göre biçimlendirildiğini gösterir. Türkiye’de demokrasinin merkezi sorununu bir ideoloji, din gibi algılanışı oluşturmaktadır. Demokrasinin bir din gibi algılandığı biçiminde bireyin yaşadığı ve ilişki içinde bulunduğu ortam bütün “iyilerin” ve “olması gereken”lerin nesnel koşulları ile öznelerin kendi davranış ve anlamlar evreninin kaynağını demokrasi olarak görmesidir. Bu noktada sorun demokraside değil özne-demokrattadır. Her bir eylemini ve düşüncesini demokrasi ile temellendirmek üstelik temellendirmekle de kalmayıp kendi davranışının meşruluğunu kendinin demokratlığı ile referanslandırması; işte bu din-ideoloji biçimli demokrasi algısından kaynaklanan bir sorundur. Böylece demokrasi ile özdeşleştirip bizatihi demokrasinin kaynağı olmak gibi yani “aşkın” insan olma durumu söz konusudur ki bu durum demokrasinin asli işlevinin yerine getirilmesinde ciddi bir tehlike arz etmektedir. Kendi algılayışındaki demokrasiyi, gündelik eylemlerini düzenleyen “dinî bir iman” haline getirmek, demokrasinin içselleştirilmesindeki zayıflığını da göstermektedir. Dolayısıyla bu durum otoriter bir zihniyetin yansımasını da beraberinde getirir. Türkiye’de bu “demokratların” “özde” otoriter “sözde” demokrat karakteri demokrasinin başlı başına bir problemini teşkil etmektedir.
Türkiye’de demokrasinin bu şekilde algılanışı Türkiye pratiğinde de demokrasinin sorunlara tatbikinde ve temellendirilmesinde keyfiliğe kaynaklık etmektedir. Demokrasi için çok-kültürcü bir toplumsal yapı zorunlu olarak görülür ve indirgemeciliğin bütün inceliği bu zeminde demokrasi adına üretilir. Türk kimliğinin “bütün kötülüklerin anası” olarak görülmesi[1] demokratlığın epistemolojik birincil zorunlu şartı olarak ele alınırken bu temelde demokrasi için çok-kültürlücülük sosyolojik bir zorunlu şart olarak öne sürülür. Bu yaklaşıma sahip aydınlara göre, “Cumhuriyet, imparatorluğun son döneminde gerçekleştirilen her türlü etnik-dinsel homojenleştirme çabalarına rağmen kendisine miras kalan kozmopolit yapı üzerinde tekçi-otoriter bir rejim kurarak çok etnik kimlikli, çok dilli, çok kültürlü, çok dinli, çok mezhepli olan toplumu kucaklayamamış, tekçi ideolojik katılık demokrasiye evrilmeyi engellemiştir.”[2] Ayrıca, söz konusu bu çok kültürlülüğün yok edilmesi gerçek bir demokrasinin de yerleşmesine engel oluşturduğu ileri sürülmektedir. L. KÖKER şöyle demektedir: “XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın ilk yarısına özgü bir kültürel-siyâsî teklik temeline dayandırılmak istenen “ulus-devlet” yapısı, bu yapının Türkiye’ye özgü ideolojik ifâdesi olan “Kemalizm”, çağdaş demokratik çoğulculuğa “içkin” olan “çokkültürlülük” gerçeğini anlama ve içerme yeteneğinden yoksundur. Türkiye demokrasisini arızalı kılan bu yoksunluk, kültürel kimlik farklılıklarını “özel alan”a, gelenekselliğe hapsetmeye ve bu farklılıkların kamusal siyâsî alanda ifâde imkânlarının önüne geçmeye çalışarak aşılamaz. Cumhuriyet, yurttaşlarının farklılıklarını özgürce ifâde edebildikleri bir kamusal siyâsî alanın genişliği ölçüsünde, gerçekten cumhuriyet adını hak edebilecektir. Bu genişlemenin gerçekleştirilmesi ise, Türkiye’de siyâsî ve idârî teşkilâtlanmanın yeniden, çokkültürlülüğün gereklerine uygun bir biçimde, kültürel kimlik farklılıklarına saygının belirginleştiği bir hukukî yapıya kavuşturulmasıyla mümkündür.”[3]
Demokrasi Gerçekte Nedir?
Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir sistem olarak demokrasi, tarihi boyunca pek çok içerikte kullanılmıştır. Siyasetçilerden bilim adamlarına kendi davranış ve söylemini meşrulaştırmak için kullanılan bu kavram aynı zamanda önüne getirilen sıfatlardaki çeşitlilikle de dikkat çekmektedir. Bu çoklu kullanım demokrasinin yerine başka kavramların dahi icadına neden oluştur.[4] Hatta cumhuriyet ve demokrasi kimi zaman eş anlamlı kimi zaman farklı görülecek kadar çetrefilli bir durum gösterirken bu sahada sorun alanları hâlâ tartışılmaktadır.[5] Başlı başına bir sorun alanı teşkil eden demokrasinin ne olup olmadığından ziyade önüne sıfat almadan “demokrasi” olgusunun ortaya çıktığı sosyolojik, siyasal ve kültürel yapının ana çerçevesinin betimlenmesi, nasıl bir demokrasi tartışmasından ziyade bizatihi demokrasinin varoluşunun zorunlu koşullarının bilinmesini gerektirmektedir. Çünkü önce demokrasi var olmalıdır ki sonrasında bir renk, sıfat kendisine atfedilsin.
Öznesi özgür bireyler olan demokrasi, yaygın olarak öznelerin tahayyülünde seçimlerle bir görülür. Seçimlerde özellikle çoğunluğun yönetimi ilkesine götürürler ki bunlar demokrasinin birer boyutudur. SCHMITTER ve Lyn KARL’a göre, “Modern siyasi demokrasi, yönetenlerin, yaptıklarından dolayı, seçilmiş temsilcilerinin rekabeti ve işbirliği yoluyla dolaylı olarak hareket eden vatandaşlar tarafından, kamusal alanda sorumlu tutuldukları bir yönetim biçimidir.”[6] Gerek önde gelen demokrasi düşünürlerinden Robert DAHL ve gerekse Philippe C. SCHMITTER-Terry Lyn KARL gibi aydınlar modern siyasi demokrasinin varlığı için asgari şartları sayarlarken çok kültürlülük, kolektif haklar gibi unsurlara yer vermemektedir.[7] Sonuç olarak Durmuş Hocaoğlu’nun şu tespiti çok yerindedir, “Demokrasi, farklı kimlik bilinçlenmesine sahip, kendisini ‘diğeri karşısında farklı’ hisseden ‘birden fazla halk’ın rejimi değildir; Demokrasi, muhtelif halkların rejimi değildir; Demokrasi sayı biri ile ‘bir’ olan bir halkın, yani, ‘bir adet halk’ın kendi-kendisini idare ettiği; siyasi iradenin bu ayrışmamış, parçalanmamış, bütün ve bütüncül, yekpare, monoblok halk kitlesine dayandığı; referansının ve meşruiyet kaynağının bu monoblok kitle olduğu, sadece ve yalnız bu monoblok kitleye karşı – ve gerçek manada – sorumlu olduğu bir yönetim tarzıdır.”[8]
Demokrasiyi Anlamaya Giriş
Demokrasinin ortaya çıktığı ve olgunlaştığı toplumsal, siyasal ve kültürel yapı ve örgütlenme biçiminin demokrasinin varoluşundaki rolünü ve işlevini ortaya koymak ve hangi tarihsel temelli sosyo-politik ve kültürel zeminde nasıl bir yapının yerine ikame edildiğini ifşa etmek demokrasinin analizinde göz önünde bulundurulması gereken bir zorunluluktur. Çünkü bu ortam demokrasinin varoluşunu mümkün kılan temel çerçevedir. Demokrasinin ne olup olmadığı, işlevi, sınırları, birincil ve tali koşullarının belirlenmesi demokrasi eksenli bir çözümleme için şarttır. Milli devlet, milliyetçilik, millet ve sanayileşme gibi olguların demokrasinin çözümlenmesi işlevindeki zorunlu koşulluğunu bu noktada belirtmemiz icap etmektedir. Bütün vurgusu türdeşleşme ve bütünleşme eksenli bu olguların ilişkiler örüntüsü, kimlik, otorite, egemenlik konularında çoklu karakter sergileyen pre-modern dönemin bu yapısına bir meydan okuma veya radikal bir yeniden yapılanma olarak tecessüm ettiği gerçeğidir.
Modern siyasal ve toplumsal forumları teşkil eden milli devlet ve milletin, kendinden önceki muadillerinden farkı, milli egemenliğe dayanmasıdır ki milli egemenliğin tecessüm ettiği kurumlar da demokrasinin doğuşunun ön koşuludur. Bu kurumlar milli egemenliği tesis eden kurumlardır ki aynı zamanda demokrasinin de kurumlarıdır. Bir devlet yönetim tekniği olarak demokrasi, varlığını sağlayan kurumlar olan parlamento, seçim, hukuk vb. yanında bu kurumların işlevselliğini sağlayan partiler, kuruluşlar, dernekler, vakıflar, sendikalar, hareketler gibi sivil toplum örgütlerinden müteşekkildir. Demokrasi için gerekli olan bu sivil toplum örgütlerinin, devlet karşısındaki konumları, diğer kurum ve kuruluşlarla ilişkilerindeki özerklik\bağımsızlık dereceleri demokrasinin kurumsallaşmasında ve işlerliğinde belirleyici rol oynamaktadır. Parlamenter yapı, seçimler, gibi temsil kurumları yanında birey merkezli bilişsel, kültürel, sosyal, ekonomik ortam demokrasinin içselleştirilmesinde belirleyicidir. Milli devlet ve milletin siyasal ve sosyolojik zeminini oluşturduğu demokrasinin varlığının ve işlerliğinin sağlanmasında yurttaşlık birincil önemdedir. Yurttaşlık kurumu aynı zamanda demokrasinin, toplumun en küçük birimine kadar nüfuz etmesini sağlayan merkezi yapıdır. Bununla birlikte, demokrasinin belirleyici vasfı olan eşitlik ve özgürlük ancak milli devlet yurttaşlığı ile bir anlam kazanmaktadır. Bu noktada milli devletin yurttaşlık kurumuna yöneltilen eleştiriler aynı zamanda modern milli devlet ve millet olgusuna yöneltilmiştir. Yani birey temelli yurttaşlık eleştirisi aslında milli devlet eleştirisi ve karşıtlığında kendini görünür kılar.
Demokrasinin merkezinde yer alarak sistemin işlerliğini mümkün kılan yurttaş kimdir ve bu bütün içerisindeki yeri nedir? İ. KABOĞLU bu soruyu şöyle cevaplandırmaktadır: “Ülkesel siyasal toplumun üyesi olan yurttaş, (cinsiyet, dil, din, etnik köken, sosyal sınıf gibi) ‘tikel’ topluluklara aidiyetinden bağımsız olarak haklara sahip ve tekbiçimli yükümlülüklere tâbi. Günümüz dünyasında ulusal aidiyet, ilke olarak yurttaşlığın koşuludur. Yurttaş, ikili katılım sürecinde yer alır: ortak bir yasaya tabi olmakla statünün tekbiçimli hale gelmesi ve siyasal yönden özgürleşme. Lâikleşme ve demokratikleşme de, modern yurttaşlık statüsünün kurucu bağlamı. Siyasal kurama göre yurttaş, üç özelliğe sahip: -birbirinden ayrılmaz medenî, sosyal ve siyasal hakların öznesi, -sadece meşru bir siyasal topluma bağlılık, -kamusal yararı özel çıkara üstün tutma bilinci.”[9] Kısaca yurttaşlık, pre-modern dönemdeki toplumsal çatışmaların kaynağı olan farklılıkların işlevsizleşmesi zemininde kendini var kılmıştır.
Çok Kültürlülük ve Tek Kültürlülük Denkleminde Demokrasi
Modernleşmenin başat özgülüğü milli devlet ve sanayileşme gibi iki temel belirleyici olguya dayanmasıdır. Ekonominin bu süreçteki işlevi ve konumu, üretim araçlarının mülkiyet sahipliğinden ziyade bizatihi sanayileşmenin toplumsal ve kültürel dönüşüm mekanizmasında meydana getirdiği sonuçlardır. Bu sonuçlar bireysellik, sekülerleşme, rasyonalite ve mekânsal açıdan kentleşmedir. Ki dönüşümün bu boyutları konumuz açısından toplumsal alanda çeşitli boyutlarıyla “türdeşleşme” dinamiklerinin ortaya çıkışı ve güçlenmesiyle ilgilidir. Merkezi bir eğitim sisteminin modern devletin özgül bir farklılaştırıcı özelliği olması modern değer ve kültürel yapının yeniden üretiminde başat rol oynamaktadır. Yani modernleşme aynı zamanda zorunlu bir toplumsal-kültürel değişim ve dönüşüm olarak türdeşleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Modern siyasal örüntü de bu dönüşüme yöndeş olarak kendini inşa etmiştir.
Jürgen HABERMAS, bu tarihsel gerçeğe[10]: “Ulus-devlet, zamanında, parçalanma sırasında fark edilmiş ilk modern toplumsal entegrasyon biçimlerine işlevsel bir eşdeğer bulmaya adeta zorlayan tarihsel gelişmeye inandırıcı bir yanıttı,” tespitiyle dikkat çeker. Demokrasinin zorunlu şartı olarak çok-kültürcü yapıyı öngören aydınlarda bu gerçeği görmezden gelememektedir. L. KÖKER’de bu durumu itiraf etmektedir: “Demokrasi, dünya üzerinde bugüne kadarki târihinde, önce kent-devletlerinde, sonra da ulus-devletlerde uygulanan tarihî bir tarz olageldi. Bugün de en geçerli olarak ulus-devlet ölçeğinde uygulanıyor.”[11] Demokrasi için ulus-devlet bağını “On dokuzuncu yüzyılın başlarında Giuseppe Mazzini ya da Friedrich List gibi ulus-devlet savunucuları, ulus-devlete daha çok işlevsel, demokrasi ve sanayileşme için canlı bir siyasal birim olarak bakıyorlardı.”[12]
Demokrasinin ulus-devlet içerisindeki işleyişi, amacı ve işlevi göz önünde bulundurulduğunda merkezi kurum yurttaşlık kurumudur. Yurttaşlık, toplumsal yaşam alanındaki verili ve kazanılmış kimliklerinden kaynaklanan çatışma unsurlarını, toplumsal ilişkiler ağında belirleyici olmaktan çıkarmıştır. SCHMITTER ve Lyn KARL bu durumu şöyle ifade etmektedirler: “Demokrasilerde en ayırdedici unsur vatandaşlardır. Her rejimde yönetenler ve bir kamusal alan vardır, ama yalnızca demokrasilerde vatandaş kavramı bir rejimin demokratik olup olmadığını belirler. Tarihsel olarak, gelişimini tamamlamış veya tamamlamakta olan demokrasilerin çoğunda yaş, cinsiyet, sınıf, ırk, okur-yazarlık, mülkiyet, vergi ödeme gibi kriterlere dayanılarak vatandaşlık hakkı önemli sınırlamalara tabi tutulmuş, toplam nüfusun sadece küçük bir kısmı seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur. Sadece sınırlı sosyal kategorilerin siyasal örgütleri biçimlendirmesine, bunlara katılmasına veya destek verilmesine izin verilmiştir. Uzun uğraşlardan sonra –ki bunlar bazen kanlı iç ayaklanmalara ve uluslar arası savaşlara neden olmuştur- bu sınırlamaların çoğu kaldırılmıştır. Bugün için, seçme ve seçilme konusundaki kriterler tamamen standarttır.”[13] Başka bir deyişle yaş, cinsiyet, sınıf, ırk, okur-yazarlık, mülkiyet gibi verili ve kazanılmış farklılıklardan neşet eden eşitsizliğe karşı bir kazanım olarak bugünkü demokrasi ortaya çıkmıştır. Yasin AKTAY gibi demokrasiyi eleştirel olarak değerlendiren aydınlar da bile bu eşitlik kazanımı vurgulanır: “Kökenini Eski Yunan’da aramaya alıştığımız demokrasinin tanımı, burada aslında herkesi (kadınları, çocukları, hür olmayanları, yabancıları ve belli bazı tabakaları dışlamak suretiyle) kapsamaksızın son kertede belli bir elitle sınırlandırılan yurttaşların şehir yönetimine eşit bir biçimde katılımını vurguluyordu. Bu modeli esas alarak geliştirilen çağdaş demokrasinin, bu modele, cinsiyet, ırk, din, statü, meslek ve yaş ayrımı yapmaksızın herkesin katılımını mümkün kılan seçimlerden başka bir katkı getirmemiş olduğu söylenebilir.”[14]
Türdeşleşme Asimilasyon mudur?
Modern devletle birlikte siyasi ve hukuki alanda sağlanan eşitlik, sosyolojik zeminde de kendini yeniden üretmektedir. Sosyolojik ve hukuki alandaki bu türdeşleşme ve benzeşme milli devlet ve demokrasinin de eşdeğerde güçlenmesinin temel sebebidir. Bu noktada ortaya çıkan sorun milli devlete karşı geliştirilen asimilasyon suçlamasıdır. Milli devlet ve yurttaşlığının farklılıkları yok ettiği, erittiği iddiaları tarihsel ve sosyolojik gerçeklikle uyuşmamaktadır. Çünkü, asimilasyon olarak ifade edilen türdeşlik sanayileşme, okullaşma, kentleşme gibi olguların sonucunda meydana gelen toplumsal bütünleşmenin bir yansımasıdır. ARCHİBUGİ ve HELD bu durumda “ilk milliyetçiler ulusal bir dilin inşası ve yayılmasını yerel ve bölgesel diyalektler karşısında bir iletişim kolaylığı olarak öngördüler. Ulusun ulusal dilin etkisiyle homojenleşmesi, yönetsel desteğin sonucunda stabilize olması ve ulusun-devletin insan eliyle yaratılmış siyasi bir kavram değil de, ulusal topluluğu tarihsel olarak oluşturan doğal bir siyasi birim olarak algılanması bunun sonrasına rastlar,”[15] demektedirler. Siyasal kimliğin yurttaşlık ile kazandığı boyuttan okullaşmanın sebep olduğu dilsel türdeşleşmeye ve para birimindeki merkezileşmeden milli ordunun teşkiline kadar bütüncül yapı modernliğin bir görüntüsüdür.[16]
Sonuç
Demokrasinin kendi anlamını bulduğu işlevsel varoluşu, tarih boyunca sürüp gelen dini, kültürel, sınıfsal, ekonomik temelli toplumsal çatışmaların yok edilmesine dayanır. Yani bu çatışma alanlarının işlevsizleştirilmesi demokrasinin doğuşunun felsefi ve sosyolojik kaynağını oluşturmaktadır. Farklılıkların çatışma durumundan çıkarılması ise yurttaşlık kurumu ile sağlanmıştır. Yurttaşlık, bireyin içinde yaşadığı siyasi yapıya mensubiyetin göstergesidir ve milli devletle özdeş bir hal almıştır. Bu sebeple milli devlet eleştirileri genel olarak yurttaşlık eleştirileri anlamını taşır. Modern devletin vatandaşlık kurumunun öznesi kapsayıcı, eşit, özgür hak ve sorumluluklara sahip bireydir. Vatandaşların dini, etnik, kültürel, cinsiyet, toplumsal statü ve rol gibi verili ve kazanılmış kimliklerinin belirleyiciliği yoktur. Vatandaşların her biri diğerine eşittir, hakların kullanımı ve sorumlulukların paylaşımında eşit ve özgürdür.
Milli devletler, kendi egemenlik alanları içerisinde yer alan bütün yurttaşları eşit hak ve özgürlüklere sahip kılar. Yani, bireyin, orta çağ toplumsal yapısındaki bağımlı vasfı, modern milli devletle birlikte etnik, dini, siyasi, kültürel, ekonomik vs. açıdan özgürleşmiştir. Demokrasiyi amacı noktasında bir değerlendirmeye tabi tutmak, demokrasinin birincil önceliklerinin ve tali niteliklerinin belirlenmesini sağladığı gibi demokrasinin kaynağı üzerinde yürütülen manipülasyonların da önüne geçilebilir. Sosyo-politik bütünsellik temelinde demokrasi ile millî devlet, millet ve milliyetçilik olguları arasında içsel bir mütekabiliyet bağıntısı mevcuttur.[17]
Demokrasi ile çok kültürlülük arasındaki ilişkilerin biçimini değil, demokratik düşüncenin en büyük düşmanı olan seçkinci, otoriter zihniyete sahip grupların demokrasiyi araçsallaştırma olgusu gündeme getirilmelidir.
——————————————————————————–
[1] Bu bahis başka bir yazı konusu olmakla birlikte, Türk kimliğinin varlığını sunî olarak niteleyen ve Türkiye Cumhuriyetinin demokratik gelişiminin önünde bir engel olarak gören aydınlara örnek olarak bkz: Levent KÖKER, “İkinci bir emre kadar ‘Türküz, doğruyuz, çalışkanız’ ”, Nisan 2009 Pazartesi, Star Gazetesi, AÇIK GÖRÜŞ.; Baskın ORAN, “Türkiyeli,Son Defa Olarak İnşallah”, Radikal 2, 26.4.2009.; Vahap ÇOŞKUN, “Anayasal Vatandaşlık”, http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=978.
[2] Ümit KARDAŞ, “Devlet-ulus ve demokrasi krizi – 1”, Zaman Gazetesi, 19 Aralık 2009.
[3] Prof. Dr. Levent KÖKER, “29 Mart’tan sonra daha çok demokrasi için, kurucu ideolojiyle hesaplaşma ihtiyacı”, 09 Nisan 2009, Zaman Gazetesi.
[4] Mesela Robert Dahl, demokrasi yerine “polyarchy” kavramını kullanmıştır. Bu girişim bile sözün sabit anlamlı bir kavram olmasını zorlaştırmaktadır.
[5] Mesela Cumhuriyet ve Demokrasi arasındaki ilişki konusunda yakın zamanda bir çalışma yayınlandı. Bkz: Sami Selçuk, “Cumhuriyet, Çağcıl Demokrasi ve Türkiye’nin Dönüşümü”, BİLGESAM, İstanbul, 2010.
[6] Atilla YAYLA, (Der.), Sosyal ve Siyasal Teori, Siyasal Kitapevi, Ankara, 1999 içinde, Philippe C. SCHMITTER-Terry Lyn KARL (Çev.) Levent GÖNENÇ, “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, s. 4.
[7] Söz konusu bu asgari şartları içeren unsurlar için bkz: a.g.m., s. 8-9.
[8] Durmuş HOCAOĞLU, “Demokrasi ve ‘Homojenlik’ Problemi: I”, Ayyıldız Gazetesi / 01.03.2000
[9] İbrahim KABOĞLU, “Neden Anayasal Yurttaşlık?”, http://www.birgun.net/popups/popupContent.php?article=11125, 2007-12-06.
[10] Jürgen HABERMAS, “Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak”, Çev. İlknur AKA, 3. Baskı, İstanbul, YKY, 2005, s. 14-15.
[11] Levent KÖKER, “’Demokratik açılım’da demokrasi yorgunluğu mu?”, Zaman Gazetesi, 10 Eylül 2009.
[12] Daniele ARCHİBUGİ-David HELD (Der.), “Kozmopolit Demokrasi”, (Çev.: Neşe NUR), içinde, Mary CALDOR, Avrupa’daki Kuruluşlar, Ulus-Devletler ve Milliyetçilik, Ütopya Kitapevi, 1. Baskı, İstanbul, 2000, s. 61.
[13] Atilla YAYLA, (Der.), Sosyal ve Siyasal Teori, Siyasal Kitapevi, Ankara, 1999 içinde, Philippe C. SCHMITTER-Terry Lyn KARL (Çev.) Levent GÖNENÇ, “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, s. 5.
[14] Yasin AKTAY, “Sınırlarına Sığmayan Demokrasi ve İslam”, Tezkire, Sayi 14-15, 1998.; Temel bir paradoks olarak demokrasinin ortaya çıktığı bu zemini birincil sorun alanı olarak gören zihniyet anakronik bir tarih yaklaşımının da sahibidir. Bkz: “… ulusların kendi içlerinde siyasî bakımından anlam taşıyan sınıf, cinsiyet, etnik ve dinî vesâir farklılıklara bölünmüş, heterojen birimler olduğu kabûl görmeye başlıyor. Bu kabûl, demokratik siyasetin vazgeçilmez unsuru olan temel hakların farklılıkları ifâde edecek biçimde genişletilmesini de gerekli kıldığı için, ulus ve ulusal egemenlik, farklılıkları kabûl ve onlara eşit saygı yükümlülüğüne bağlı hâle geliyor.”, Levent KÖKER, , “’Demokratik açılım’da demokrasi yorgunluğu mu?”, Zaman Gazetesi, 10 Eylül 2009.
[15] Daniele ARCHİBUGİ-David HELD, (Der.), a.g.e. s. 61-62.
[16] Bu konuda geniş bir açıklama için bkz: Daniele ARCHİBUGİ-David HELD, (Der.), “Kozmopolit Demokrasi”, (Çev.: Neşe Nur), içinde, Mary CALDOR, Avrupa’daki Kuruluşlar, Ulus-Devletler ve Milliyetçilik, Ütopya Kitapevi, 1. Baskı, İstanbul, 2000.
[17] Millîyetçilik ve demokrasinin birbirlerine karşıt, düşman olduklarına dair yaygın bir kanı vardır, oysa Ghia Nodia “millîyetçilik fikrinin Demokrasi fikri olmadan var olmasının imkânsız olduğunu ve demokrasinin millet olmadan hiçbir zaman varolamayacağı” aksiyomundan hareketle “bu ikisinin adeta anlaşılması güç bir evlilikte olduğu gibi birbirlerinden ayrı yapamayan, fakat neredeyse aralarında sürekli bir gerilim olan bir çift gibi birbirlerine bağlanmışlardır” benzetmesinde bulunur. Nodia, G. “Millîyetçilik Ve Demokrasi”, Türkiye Günlüğü. Sayı: 50, (1998: 103).