Türk İslam Sentezi Üzerine Bir Söyleşi

Pamukkale Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. İkbal Vurucu Hocamız ile Türk İslam sentezini üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Türk İslam sentezi nedir, Türk milliyetçiliği bu senteze nasıl bakar, tarihi gelişimi nasıldır gibi soruların cevaplarını istedik.


Paylaşın:

Milli Düşünce Merkezinden Türk İslam Sentezi Üzerine Bir Söyleşi

Millî Düşünce Merkezinden herkese merhabalar. Ben Mehmet Onur Karadayı. Bugün stüdyomuzda uzun zamandır ağırlamak istediğimiz çok değerli bir konuğumuz var: Pamukkale Üniversitesi öğretim görevlisi kıymetli Dr. İkbal Vurucu Hocamız. Kendisiyle Türk İslam sentezini konuşacağız. Türk İslam sentezi nedir, Türk milliyetçiliği bu senteze nasıl bakar, tarihi gelişimi nasıldır gibi soruları kendisine yöneltip sohbetimiz içerisinde detaylandırmaya çalışacağız.

Öncelikle hoş geldiniz Hocam.

Teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz Hocam.

Mehmet Onur Karadayı: Hocam, Türk İslam sentezi nedir? Türk millîyetçileri Türk İslam sentezi denilince ne anlıyor ne anlaması gerekiyor? Türk İslam Sentezi bir tarih felsefesi mi, ideoloji mi?

Öncelikle Düşünce Merkezi’ne böyle bir imkân sağladığı için teşekkür ediyorum. Türk İslam sentezi, son dönemlerde özellikle sosyal medyada ve akademik alanda çokça tartışılan bir konu. İlginçtir ki, sadece Türk millîyetçileri arasında değil; Türk millîyetçileri bunu sosyal medyada tartışırken, akademik alanda sol aydınların bunu yoğun bir şekilde tartıştığını görüyoruz. Bu, ciddi bir paradoks içeriyor. Türk İslam sentezine ciddi eleştiriler yöneltilen bir düşünce veya yaklaşım diyebiliriz.

Bunun sürekli gündemde tutulmasının en önemli sebeplerinden biri, Türk İslam sentezi denilen düşüncenin 12 Eylül’de devletin resmî ideolojisi haline geldiği şeklindeki iddia. Özellikle sol Marksist aydınların gündeme getirdiği ve bugün de sürekli gündemde tuttukları bir konu bu. Burada Türk İslam sentezi, Türk millîyetçilerinin ve İslamcıların ortak bir ideolojisi olarak çerçeveleniyor ve bu eksende ciddi, sert eleştirilere maruz kaldığını görüyoruz.

Peki, Türk İslam sentezi, Türk millîyetçilerinin veya İslamcıların buluşma noktası mıdır? Neden böyle anılıyor?

Bunlar dikkat çekici konular. Ancak benim dikkatimi çeken, Türk millîyetçilerinin bir-iki kalem dışında bu konuyu tartışmadığı, dillendirmediği, gündeme getirmediği. Aksine, Sosyalist cenahta ve kısmen de İslamcı cenahın bazı kozmopolit kesiminde bunlar gündemden düşmüyor ve Türk milliyetçiliğine bir saldırı olarak kullanıldığını görüyoruz. Özellikle AKP’nin 20 yıllık iktidarı döneminde, AKP’nin politikalarından, özellikle dini siyaset için araçsallaştıran yaklaşımından ve uygulamalarından rahatsız olanlar bunu Türk İslam sentezine bağlıyor.

Türkiye’deki sosyalistler ve bazı yabancı yazarların sosyalistlerin etkisine bağlı olarak AKP’yi Türk İslam sentezinin savunucusu olarak lanse ederek Türk milliyetçiliğini olumsuzlama sürecine sokuyorlar. AKP’nin kendilerince olumsuz bir imaj ve politikalara sahip olduğunu, bunun arkasında Türk milliyetçiliğinin ve İslamcı ideolojinin olduğunu, ortak bir ideoloji olarak da Türk İslam sentezinin olduğunu söyleyerek, kendince güçlü gördükleri karşı tarafı sert bir şekilde eleştirdiklerini ve mahvettiklerini düşünüyorlar.

Peki böyle bir durumda Türk millîyetçileri neden Türk İslam sentezine karşıdır?

Aslında bu bir paradoks gibi görünüyor. Çünkü hem karşı taraf bunu Türk milliyetçiliğinin bir yaklaşımı, ideolojisi olarak düşünüp eleştiriyorsa hem de Türk millîyetçileri buna karşıysa, o zaman bu nasıl oluyor? Bu, ciddi bir paradoks olarak önümüzde duruyor.

Benim de dikkatimi zaten son dönemlerde özellikle Türk millîyetçileri arasında AKP’nin politikalarından rahatsız olan ciddi bir kesimin maalesef AKP’ye olan eleştirilerini veya nefretlerini diyelim, İslam’a yönlendirdiklerini gördüm. Yani bizzat din olarak İslam’a yönlendirdiklerini gördüm ve burada Müslümanlığı veya İslam’ı Araplaşmanın bir aracı gibi algıladığını ve bilinçli bir şekilde böyle sunduklarını gördüm. Tabii ben Türk İslam sentezinin ne olduğunu önceden de okumuş, bilincinde olan biriyim. O yüzden zaten dikkatimi çekti ve bu eleştirilerin de haksız olduğunu düşündüm.

Çünkü Türk İslam sentezi bir tarih felsefesidir. Ahmet Yaşar Ocak’ın bir makalesinde dile getirdiği gibi, millîyetçi muhafazakâr aydınların Türkiye’deki ilk tarih felsefesidir. Daha doğrusu, Türkiye’deki ilk tarih felsefesi, millîyetçi muhafazakâr aydınların bu Türk İslam sentezi düşüncesidir. Bu bir felsefedir, Türkiye’ye özgü olan. Yani Marksist, dışarıdan ithal edilmiş Marksist yaklaşımların dışındaki ilk ülkenin millî tarih yaklaşımıdır.

Türk İslam Sentezinin kökenleri nereye dayanır?

Bunun kökleri aslında Ziya Gökalp’e kadar gider. Bunun başlatıcısını biz Ziya Gökalp’te ve kısmen de Namık Kemal’de, Şinasi’de, Ali Suavi’de görebiliriz. Bu yaklaşımı izleyen ama bunun ilk formüle edeni Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp’in meşhur bir kitabı vardır biliyorsunuz: Dücane Cündioğlu “Üç Tarz-ı Siyaset’ten sonra ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ kitabını Gökalp’in Türk düşüncesinin kutsal kitaplarından kabul eder.” Böyle iddialı bir şeyi vardır, doğrudur. Bu formülasyon, çünkü düşüncesini üç akımını formüle eden bir yaklaşımdır.

Fakat burada bir ideolojiden ziyade Ziya Gökalp’in tarihi fikir planda bir sentezinden bahsedebiliyoruz. Tabii o dönemlerde de terkipten bahsetmiştir Gökalp. Bunu ifade ederken de tarihin yorumlanması burada öne çıkar. Nasıl tarihin yorumlanması? Çünkü bu düşüncenin ortaya atılmasında o dönemin ideolojik ve politik tartışmaları çok belirleyici olmuştur.

Birincisi, o dönemin batıcı olarak anılan aydınlarının, Osmanlı Türk toplumunun geri kalmasının sebebi olarak dini, İslam’ı görüyorlardı. O dönemde, yani İkinci Meşrutiyet ve öncesi döneminde, Avrupa’da pozitivist ve materyalist yaklaşımların, felsefenin hâkim olduğu bir dönem olduğunu düşünürsek, bizim aydınlarımızın da, Osmanlı aydınlarının önemli bir kısmının da Harbiye’den, Tıbbiye’den, Mülkiye’den okuyanların Batı’yla temasında ilk bu pozitivist ve materyalist yaklaşımların etkisinde kaldığını gördüğümüzde, bunların önemli bölümünün yine mesafeli, dinsiz, ateist olduğunu görebiliyoruz. Buralardan mezun insanların ve bunlar toplumun geri kalmasına sebep olarak İslam’ı görüyorlardı.

Fakat daha sonra bu yaklaşımlar karşısında, özellikle İslamcıların, özellikle Babanzade Ahmed’in Türkçülerle tartışmaları dikkat çeker. İslamcılar da İslam’ın geri kalmadığını doğal olarak iddia ederken, Türkçülüğü ırkçılık olarak tanımlamışlardır. Türk kavramının kullanılması, Türk milleti gibi bir kavramın inşa edilmesini, icat edilmesini İslam davasında bir ihanet olarak görmüşlerdir. Bir ihanet olarak görüyorlar. Çünkü İslam’ı bir dava olarak görürler. İslam’ın şayet Türkler diye bir davası olacak olursa ve buna bağlı olarak bir Türkçülük diye davası olacak olursa, başkalarının da Kürtçülük davasını, Arapçılık davasını, Arnavutluk davasını güdeceğini ve İslam devletinin ve İslam milletinin parçalanacağını söylerler. Bu noktada hemen dikkatinizi çeken bir şey vardır: Bugünkü tartışmaların da aynı bu tartışmalar ekseninde ve aynı argümanlarla, aynı sorularla ve aynı cevaplarla bugün de devam ettiğini görüyoruz. Bu da çok önemli bir şeydir. Yüz yılı geçmiş olmasına rağmen aynı tartışmaların bugüne devam ediyor olması ve benzer argümanlarla devam ediyor olması dikkat çekici bir konudur.

Bir kesimin Batılılaşmayı da bu arada İslamcılar da Batılılaşmanın tehlikelerinden bahseder. Türkçülüğün tehlikelerinden bahsederken, yani bir kesim burada Türklüğü kötülerken, olumsuzlama yaparken, bir kısım İslam’ı olumsuzlaması, kötülemesi ve geri kalışımızın sebebi olarak ortaya koyması karşısında, Ziya Gökalp gibi mütefekkirler o dönemde birleştirici bir şekilde bu milletin ne Müslümanlığından ne de Türklüğünden asla vazgeçmeyeceğini, bu kimliklerin bir bütün olduğunu, Türklerin Müslüman olduktan sonra da özgün bir kimlik oluşturduklarını söyleyerek millî kültüre bir vurgu yapar.

Şimdi bizde millî kültür çok yaygın bir kavramdır, gayet doğal olarak kullanılır. Ama o dönemde millî kültürden bahsetmek olumsuz bir imajdı. Meşrutiyet döneminde Türkçülerle İslamcılar arasında belirgin bir çatışma yok. Mesela İslamcı Mehmet Akif’in çıkarmış olduğu Sırâtımüstakîm dergisinde Türkçüler de yazıyor. Türk Derneği’nin kuruluş bildirgesi yine bu dergide yayımlanıyor. Burada bir ittifak olduğunu görüyoruz, birbirine yabancı olmadığını görüyoruz. Ama doğal olarak Balkan Savaşlarından sonraki toprak kaybetmemiz, Rumeli’nin elden çıkması, Arap isyanı İslamcılığın bir bakıma iflas etmiş olması, fiilen bütün bunlar Türk kimliğini ve Türk milliyetçiliğini öne çıkarınca, Türkçülük vurgusunun öne çıkarınca, burada İslamcılarla da yavaş yavaş bir ayrışmanın başladığını görüyoruz.

Ama tabii Mehmet Akif ve çok küçük bir grubun hakkını yememek lazım. Mehmet Akif ve küçük bir grubun daha sonra ciddi bir şekilde millîyetçi düşünceye doğru bir evrilme olduğunu görüyoruz. Tabii İslamcılığı bırakıp Türkçü olduğu demiyoruz ama Türklük kimliğiyle ve Türk milliyetçiliğinin Millî Mücadele döneminde Millî Mücadele’ye katılan ilk İslamcılardandır ve biliyorsunuz vaazlarıyla, dergisiyle de çok önemli hizmetler yapmıştı ve Anadolu’da olsun, Teşkilat-ı Mahsusa’da olsun, İslam ülkelerinin Arabistan’da olsun, Balkanlarda, Türkistan’da giderek önemli misyonlar üstlenmiş biridir. İttihatçıdır kendisi.

Tabii böyle bir durumda, böyle bir atmosferde Ziya Gökalp aynı zamanda biz bu kimliğimizle de Batılı modernleşiriz anlayışını formüle etmiştir. Bunu da Türk Yurdu dergisinde yayınlamış olduğu bir dizi makalede dile getirmiştir. Daha sonra bu makaledeki yazılar “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” şeklinde gündeme gelmiştir. Tabii ki burada Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak formülü, modernleşmenin bir amaç olduğunu, bizim bunu savunmamız gerektiğini, ilimle ilerlememiz gerektiğini vurgulamışlardır. Zaten modernleşme, Batılılaşma demek istemiyorum pek ben. Pek bu çünkü bir değeri yüklü normal bir kavram olduğu için modernleşmek daha objektif geliyor bana olguyu tanımlamak açısından.

İslamcılar da bu noktada mesela Mehmet Akif olsun, Babanzade olsun, o dönemin İslamcı anlayışından Mustafa Sabri olsun, bunlar da modernleşmeye karşı değiller ama biz Müslüman kalarak modernleşelim veya işte gülün dikenini değil de gülünü alalım, dikeni kalsın gibi, böyle tekniğini, bilimini alalım ama kültürünü, manevi kültürünü almayalım gibi şekilde formüle ediliyordu, böyle tartışılıyordu. Ama sonuçta kimse pek birkaç radikal dışında modernleşmeye karşı değildi ama bu karşıtlık nerede doğuyordu? Kimlikler noktasında doğuyordu. Ve bir toplum değişiyor, dönüşüyor. O zaman bu toplumun kimliği ne olarak kalacak? İşte Osmanlıcılık zaten zayıflamış ve Balkan Savaşları ile zaten iflas etmiş. Uygulamalar aslında doğru dürüst bulunamamış. Ama buna karşılık Müslüman mı kalalım, Türk mü kalalım gibi bir alternatif, birbirinin ikisi bir arada olamazmış gibi bir tartışma içerisinde batıcılar, İslamcılar bu noktada tartışırken, Türkçüler üçünden de vazgeçilemeyeceğini, biz Müslüman Türk olarak modernleşebileceğimiz iddiasını ortaya koymuşlardır ve bu konuda ciddi bir başarı sağlamışlardır.

Gökalp’in bu formülünün Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bu noktada biraz geri çekilmiştir Atatürk döneminde özellikle. Fakat bu tabii o dönemin koşullarını, hilafetin etkisini, saltanatın etkisini düşündüğümüzde bu geri çekilme yavaş olmuştur biraz. Ama 30’lardan ilk dönemindeki devletin Atatürk’ün dine yaklaşımı uymadığı için karşı çıkmışlardı. Bunu böyle tespit etmek lazım. Ben bunu söylerken şöyle vurgularım: Düşünün ki Atatürk ezanı Türkçeleştirmiş. Yani Atatürk, dikkatinizi çekerim, ezanı kaldırmıyor, yasaklamıyor, Türkçeleştiriyor. Burada bir din farklılığı var, doğru yanlış katılırsınız katılmazsınız ama burada bir din karşıtlığı değil, dinin aslında İslam’ın özüne uygun bir şekilde, Hanefi mezhebine de Türklerin mensup olduğu Hanefi mezhebine de uygun bir şekilde, onun ilkelerine, itikadına da aykırı olmayacak şekilde, işte ibadetin ana dilde yapılması, ezanın Türkçe okutulması, daha doğrusu dinin toplum tarafından anlaşılması gibi bir pratik gayeye gidiyor Atatürk. İşte bu din yaklaşımındaki politika kabul edilmediği için eleştiriliyor. Hem İslamcılar hem de kendilerine Kemalist diyen sosyalist yaklaşım sahipleri tarafından. Atatürk’ün millî din politikası söz konusu ideoloji mensupları tarafından biraz derinleştirilip toplumsal taban bulmak için biri dinsizlik şeklinde sunuyor bunu, İslam karşıtlığı şeklinde. Biri de laiklik adına aslında bir İslam karşıtlığında değerlendiriyor. Yani birbirine düşman bu iki kesim de farklı amaçlarla ama sonuçta Atatürk’ün ve Cumhuriyetin din düşmanlığında birleşiyor. Böyle bir noktaya geliyor. Aslında Gökalp’in formülünün Atatürk tarafından burada biraz daha yumuşak bir şekilde ve farklı bir tarzda uygulandığını görüyoruz.

Fakat tabii İnönü dönemiyle birlikte gerçekten aslında sonradan laiklik karşıtı çevrelerin, tarikatçı ve muhafazakâr-İslamcı çevrelerin argümanlarına temel oluşturan bir takım uygulamaların İnönü döneminde başladığını görüyoruz. Tabii İnönü döneminde başladı fakat 50’lere doğru da o da bu hatasını görüp işte ilk İmam Hatipleri açtığını biliyoruz. İmam Hatiplerin böylece açılmış olduğunu görüyoruz. Daha sonra dinde toplumda ciddi bir sekülerleşme, bir laikleşme süreci gerçekleştikten sonra ta ki 60-70’lere geldiğimizde, 70’lere geldiğimizde ne oldu? Marksist hareketler güçlendi mesela. İnkılapçı Kemalist hareketler Marksizm’e ciddi bir biçimde evrildiler. Millî Nizam Partisi’nin kurulmasıyla birlikte İslamcılar kozmopolit bir şekilde tekrar gündeme geldiler. İşte Mehmet Akif’in millî İslamcılık işi değil de Mustafa Sabri’lerin Türk kimliğini reddeden bir anlayışa sahip bir İslamcılık anlayışı yetmişlerden itibaren hâkim olmaya başladı. O Millî Görüş dediğimiz çizgi bu noktada çıktı. O dönemin hatıralarını okuduğumuzda Türkçülerin aynı Osmanlı döneminde olduğu gibi puta tapıcılar, dinsiz gibi suçlamalara muhatta olduklarını görüyoruz.

Tabii bu tavır karşısında Marksistler de bu sefer hem İslam’a hem Türk kimliğine karşı bir ideolojik duruş sergilemeye başladılar. Yine zaten karşılar, Türk kimliğini olumsuzlayan bir tavır içerisindeler bugünkü gibi ve o zaman daha radikal bir şekilde Marksizmin işte Avrupa’da da yükselen bir değer olarak görülmesi, algılanması, 68 hareketlerinin yansımaları gibi durumların Türkiye’de de işte prestijli bir ideoloji haline geldiğinde, onun da etkisiyle kendilerinden başka bir değer tanımıyorlar zaten. Türk denildiğinde faşizm anlıyor, İslam dediğinizde mürtecilik anlayan bir sol hareket, Sosyalist hareket var karşımızda. Tabii böyle bir durumda Türk millîyetçileri de aynı Meşrutiyet döneminde olduğu gibi bu iki reddiyeci, karşıt ideolojilere karşı itiraz geliştirmeye başladılar. MHP’nin kurulmasıyla da Türk milliyetçiliği kitleselleşmeye başladı. Türk tarihi bu dönemde Gökalp gibi sentezci bir şekilde yorumlanmaya başlandı. Güçlü Türk milliyetçisi tarihçilerin bu yorumu akademiyi büyük ölçüde etkiledi. Niye tarihi yorumluyorlar? Çünkü kimliğin, her kimliğin temeli tarihe dayanır ve tarihe dayandığı için de o zemine sağlam bastığında mevcut durumu yorumlayabiliyorsunuz, analiz edebiliyorsunuz.

Türk İslam Sentezi bu dönemde mi çıktı?

Bu dönemde özellikle Aydınlar Ocağı ve ondan önce de bu zaten dile getirilen bir şeydir fakat bunu formülleştirmek, belli bir noktada Türk İslam sentezi kavramıyla ifade etmek, bunu yorumlamak ve buna göre birtakım politik yorumlar yapmak. Niye bir tarih felsefesi politik yorumlar yapma gereği duyuyor? Şunu göz ardı etmemek lazım: Her sosyal süreç veya tarihi olgular nedir? Politikayla içli dışlıdır. Yani bir şekilde politik, ideolojik veçhesi vardır bunların. Her iktidar tipinin, toplumda kendisini çeşitli boyutlarda tahkim eden sivil yapılanmaları vardır. İktidarla mevcut yapıyla bir ilişki içerisine girersiniz doğal olarak. Tarihin yorumlanması mevcut iktidar üzerindeki süreçlerde bir kesişmeden, örtüşmenin olduğunu görürüz. Tabii burada özellikle Türk İslam sentezi şeklinde formüle ediliyor. İbrahim Kafesoğlu’nun Türk Millî Kültürü diye bilinen ve bugün de çok okunan ve Türk millîyetçilerinin düşünce olarak da homojen bir şekilde kalmasını sağlayan eserler Türk İslam Sentezinin ana fikir kaynağı özelliğini taşıyor. Ziya Gökalp’in eseri olsun, İbrahim Kafesoğlu’nun bu metni olsun bunlar Türk milliyetçiliğinin ortak bir noktada birleştiren ender, az sayıda kitaplardan bazılarıdır. Millî Düşünce Merkezi’nin düzenlemiş olduğu Şiddet Sempozyumu’nda Ahmet Bircan Hocamla da yaptığım özel bir söyleşide o da bu eserin önemini vurgulamıştır. Bugün de Türk Millî Kültürü sadece toplum tarafından değil, akademide de ciddi kabul görmüş, kristalize bir eserdir.

Nedir bu eserin özelliği?

Bu eser ne İslam öncesi dönemdeki Türk tarihini reddeder ne de o İslam’ın sonrası tarihi reddeder. Aslında ikisinin bir bütün olduğunu, Türklerin Müslüman olduktan sonra, özellikle Selçuklu döneminde kendine özgü bir sentez olduğunu, İslam’ı Türklüğe özgün bir şekilde yorumladıklarını, o yüzden de Türklerin Müslümanlığının ne Araplara ne Farslara benzediğini belirten bu tespitleri yapan bir eser. Yani bu bir tarih yorumudur aslında. Bizim sürekli Türk millîyetçileri arasında işte Arap yaşayışından veya dininden veya diğer milletleri kendimizden farklı görmek için dile getirilen Türk Müslümanlığı veya Türk İslam’ı gibi kavramlar da aslında Türk İslam sentezine vurgu yapar. Burada Türk İslam sentezi demeseniz de, denilmese de mesela Türk İslam devletleri, Türk İslam kültürü, Türk İslam sanatları, Türk İslam medeniyeti gibi kavramlar aslında bu tarihi olguya vurgu yapar. Evet biz Müslüman olduk ama Müslüman olduğumuzda diğer toplumların kültüründen de etkileri aldık, hem İslam’ı kendimize yorumladık, hem de biz kendi özgün Orta Asya Türk kimliğini koruduk ve özgün bir sentezi oluşturduk. Burada bu vardır.

Yoksa bazen iddia ettiği gibi “efendim sentez iki farklı durumu ifade eder. Maddi, manevi bir tane, ikisi birleşmez. Bunlar farklı olgular” gibi şeyler, böyle teknik açıklamalar gerçeği yansıtmaz. Biz burada sentezi biyolojideki gibi bir sentezle, fizikteki gibi sentezleyen veya Hegel’in “tez, antitez birleşir, sentez olur” yaklaşımından, bu özellikle çok sık dile getirilir, bahsetmiyoruz. Hegel’in aslında bilinmeden sırf kavramına bakılarak yürütülen mantıkla dile getirilmesi Türk İslam sentezini çürüttüğünü söyleyen de aslında büyük bir yanılgı içerisine girer.

Burada Hocam şöyle bir araya girsem: Şimdi mesela burada şöyle bir durum var. Mesela Türkçülük aynı zamanda Sosyolojinin de alanına giriyor, yani bilimle. Çünkü milletleri incelemek, kültürleri incelemek bilimin de bir dalı. Ama diğer taraftan baktığımız zaman İslam konusunda bir dogmayla karşılaşıyoruz. Yani orada bunlarla ilgili fikir üretebiliyoruz fakat belli başlı konularda kesin kanunun, kural ne ise, ayet ne söylüyorsa bunun üzerinden ilerliyoruz. Yani bir tarafta bilimin konusu söz konusuyken, diğer tarafta kesin bir hüküm var. Şimdi bu ikisini bir araya getirdiğimiz zaman bilimle işte İslam tartışmalarını da aslında bu anlamda ortaya çıkartmış oluyor. Olaya böyle baktığımız zaman insanların kafasındaki soru işaretlerini nasıl dağıtacağız? Burada şöyle bir şey var çünkü birisi bilimin konusu, diğeri doğrudan dinin kendi alanı.?

İşte biraz önce vurguladığım da buydu. Sizin dile getirdiğiniz eleştiri de çok yaygın dile getirilir. Evet, burada şöyle bir algı yanlışı var, algılama durumu ortaya çıkıyor. Siz Türkçülüğü bilimle özdeşleştirip İslam’ı dogma çizmeye özdeşleştirmek yanlış olur. Ona bakacak olursak İslam da ilahiyatın/teolojinin konusu olur. Sonuçta dinler de öyledir. O dinleri de bilimin konusu olur. Türkçülük de bilimin konusu olur. Bu ikisi ideoloji olarak düşünürsek İslam da bir ideoloji olarak düşünebilir, Türkçülük de bir ideoloji olarak düşünülebilir ama pratiği de aynı şekildedir fark etmez. Çünkü burada dinin dogmatiktir diye bir şey söz konusu değildir. Din belirli ilkeler ortaya koyar, bu ilkeler ekseninde ne yapılır? Yorumlanır. Millîyetçilik de belirli ilkeler ortaya koyar ve yorumlanır. Şimdi bir toplum formu olarak “millet” olmadan milliyetçilik olur mu? Olmaz. O zaman bu da bir dogma olmuyor mu? Bu bilim-dogma tanımlamaları bizim ideolojik yargılarımızın yansımalarıdır. Bilimin de dogması vardır. Dogmasız bilim olur mu? Mesela, gözlemsiz, deneysiz bilim olur mu?

Şimdi sizin bu iddiayı ve bu eleştiriyi dile getirenlere dikkat edecek olursak, o zaman biraz önce ne dedik? Türklerin İslam anlayışı farklı, Arapların İslam anlayışı farklı. Madem din dogmatik bir yapı, madem dinin değişmez ilkeleri var, o zaman bütün Müslüman toplumlar ve bütün Hristiyan toplumlar aynı şekilde monoblok bir kültür oluşturması gerekmez miydi? Bizim Araplarla, Farslılarla, Endonezyalılarla bir farkımız olmaması gerekmez miydi? Afrikalılarla olmaması gerekirdi. O zaman aynı şekilde yaşayış tarzına, aynı şekilde bir İslam algılayışına sahip olmamız gerekirdi ama böyle bir şey yok. Niye yok? Çünkü bizim bilinç dünyamızda biz böyle bir özdeşleşme kuruyoruz. Yani din dogmatiktir. Efendim, değişmez zaten. Değişmez olan bilim de değişmez, bilimin de felsefesi vardır, bilimin de ilkeleri vardır, onlar da değişmez. Ona baktığımızda orada dogmatiktir. Dinin de değişmezlikleri vardır, o da dogmatiktir. Türkçülüğün de değişmezlikleri vardır. O, yani Türkçülük Cumhuriyet Döneminde, Osmanlı döneminde, bugün farklı farklı mı algılanıyor, farklı şekilde bir içeriğe mi sahip? Mesela bir Cumhuriyet kurulurken ulus-devleti savunuyorduk da şimdi dogmatik görünmeme adına ulus-devleti savunmaz mı olduk? Ve bu savunmamazlık bir değişim mi ifade ediyor? Yoksa Türk milliyetçiliğinin değişmezi dogmatiği nedir? Dogmatik ulus devlettir, nedir dokunulmaz olan millet olmaktır. Ama bunun içeriğini değiştirebiliriz değil mi? Millî kimliğin sürekli toplumun değiştikçe millî kimliğini değiştiğini ama onu oluşturan formların değişmediğini görürüz. Dinde böyledir. Dinde bir formdur o, değişmez ama içeriği nedir? Değişir. Değiştirir ki Arap’ın ki, Fars’ın ki ayrı, bizimki ayrı.

İşte mesela Rusların Hristiyanlık anlayışı Ortodoksluk ayrı, İngilizlerinki Protestanlık ayrı, Fransızlar Katolik, İspanyollar Katolik ayrıdır ki İspanya yani Fransa’nın Katolikliği de farklıdır birbirine. Burada belirleyici olanın ne olduğunu ortaya çıkıyor aslında. Gökalp’e çok sağlam bir şekilde vurguladığı gibi, millî kültürlerin, toplumun yaşamış olduğu gündelik yaşamla sürekli belirtmiş olduğu millî kültürün din de dahil bunları yeniden ürettiğini görüyoruz. Bunu biz İbn-i Haldun’la da görüyoruz. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu bunu özellikle vurgulardı: İbn-i Haldun’da da din, millî kimlik karşısında, asabiye karşısında ikinci durumdadır. Asıl olan asabiyedir, yani milliyettir, millî kimliktir. Bu bakımdan baktığımızda din sadece millî kimliği pekiştirici bir unsur taşır.

Mesela Türkler aslında asimile olmakla meşhurdur. Yani bu bizim tezimizdir, ben bunu sürekli dile getiririm. Türkler çabuk asimile olan bir toplumdur. Almanya’ya ilk giden işçi olarak giden 60’larda giden Türklere baktığımızda Almanca bilmezler. Onların çocukları Almanca bilir, o toplumda doğmuştur. Türkçeyi biraz konuşurlar, anlarlar en azından ve ilk kendilerini ifade ederler ama o çocukların üçüncü nesline baktığımızda bunların ciddi bir bölümünün mesela Almanca konuşur, Türkçeyi unuttuklarını, konuşamadıklarını görüyoruz. Benim bir komşum vardı, etrafımdan biliyorum mesela muhafazakâr biri, normal türban değil çarşaf giyen biriydi mesela. Eşi, çocukları keza öyle, hafızlardı. Bunlar mesela Türkçe konuşamıyorlardı. Tek tük Türkçe konuşan bir İngiliz, Fransız gibi konuşurlardı. Şimdi bu çocuklara baktığımızda bunlara biz Türk diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Niye? Çünkü Türklüğün en temel özelliği olan Türkçeyi unutmuşsan, Müslümanlık senin Türklüğün için yeterli bir ifade değildir. Sen Müslüman Alman olmuşsun artık, Müslüman Fransız olmuşsun demektir. Araplara gittin, Türkçe Arapça konuşuyorsan sen Müslüman Arap’sın, sen Türk değilsin. O zaman nedir Türk kimliğinin özelliği? Dikkat edin, sen Türk’sün ve dilini koruduğun müddetçe Türk kimliğini korursun. Kimliğini farklılaştırıcı kültürel kodları koruduğun müddetçe, din orada seni pekiştirici bir unsur yapar, daha güçlü kılar. Dediğimiz gibi yüzyıllar önce İbn-i Haldun dahi bu tespiti yapmıştır.

Türk İslam Sentezinin 12 Eylül darbesinin ürünü olduğu iddiasına ne diyeceksiniz Hocam?

Türk İslam sentezine geldiğimizde, 12 Eylül 1980’de darbe yapıldıktan sonra, Aydınlar Ocağı’nın 1970’te kurulduğunda Türk İslam sentezi formüle edildiğinde ve bunu hemen şurada parantez içerisinde belirteyim: İbrahim Kafesoğlu’nun bahsettiğimiz eseri tamamen bir tarih kitabıdır, özgün bir tarih yorumu olduğunu görürüz. Orada mesela Türklerin Müslüman olduktan sonra içtimai yapılarında, din algılayışlarında, kültürel yapılarında, devlet yönetiminde ve pek çok konularda nasıl bir özdeşleşme olduğunu, birleşme olduğunu, bir değişim olduğunu tespitini yapar ve özgün bir kimlik yaratıldığını söyler. Özü budur. Yani herhangi bir politik bir İslam devletinde mesela devlet modelinden bahsetmez veya siyasi projelerden bahsetmez. Bu tamamen bir tarih yorumudur, aynı Gökalp’in yaptığı gibi.

Fakat 12 Eylül darbesi olduktan sonra, 12 Eylül’de askerleri de dahil birtakım bilim insanları toplumdaki bu tip bunalımlara girmenin sebebinin millî kültürden uzaklaşma olduğu düşüncesini paylaşan bu aydınlar 12 Eylül yönetiminin yeniden yapılandırdığı Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu yeniden mevcut yapının dönüştürerek bunları birleştirip üst çatı olarak bunlar alt bir yapılandırmaya tabi tutarlar. İşte Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi, Atatürk Araştırma Merkezi gibi yeniden yapılandırılır. Buraya da ağırlıklı olarak sağ merkezli, sağ akademisyenlerin geldiğini görürüz. Burada millîyetçi hocaların mesela devletin yeni Anayasası yapılırken devletin kültür politikalarının belirlenmesinde sol Aydınlar da içinde var, bunu yok diyemeyiz asla. Mesela Şerif Mardin bu kültür komisyonu içerisinde yer alan biridir ama hiç gündeme getirilmez. Bu gibi yazarlar, başka alimleri de burada vardır. Erol Güngörler olsun, Kafesoğlu olsun, Muharrem Erginler olsun, bunların millî bir kültür politikası oluşturma kaygısı Sosyalistlerin dikkatini çeker ve saldırılarına genelde buna yöneltirler. Çünkü bu kurumlar özellikle Türkiye’nin kültür politikasını belirlemek üzere bir dizi rapor hazırlar. Bu raporlar da millî kültür unsurları olarak yayınlanır. Daha sonra şeyin olarak burada dine de laikliğe de önemli bir vurgu yapılır. Yani dil burada önemlidir, işte ekonomi önemlidir, tarih önemlidir, dini de önemli görür. Çünkü toplumun yaşayışında din belirleyicidir, önemlidir. Siz dinin etkisi yok demekle yok olmuyor. İşte burada Sosyalist aydınların şu çıkmazı ortaya geliyor, gündeme geliyor: Din karşıtlığı, din düşmanlığı, açık ve net bir şekilde din düşmanlığını görüyoruz burada. Dinin de millî kültürün bir unsuru olarak sayılması karşısında bunun laikliğe aykırı olduğunu, toplumun işte laik yapısını bozulacağını, İslamlaşmaya sebep olacağı gibi bir iddiayı ortaya çıkar. İşte okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin okutulmaya başlanması ve Türk kimliğine yapılan vurgular bu çevrelerde çok ciddi bir rahatsızlığa sebep olur. Bir toplumun ve kültürün inşasında din önemli bir unsurdur, kurucu bir unsurdur. Her toplumun temelinde kurucu bir unsur olarak din yer alır. İşte bunu dile getirmeyi Sosyalist aydınlar Türk İslam sentezini benimsenmesi, devletin laik karakterini yok edilmesi, toplumun İslam’ın etkisine girmeye başlaması olarak değerlendirirler. Bu aydınların toplumda dinin etkisi hakkında fikirlerinin olmaması bizim aydın zümrenin ayrıca analiz edilmesini gerekli kılar. İşte bu aydınlar Tarih Vakfını dahi bu Türk İslam sentezinin etkisini yok etmek için kurulduğuna dair görüşler de vardır. Bunlar bugün de çok etkilidir ve pek çok kitaplar, dergileri çıkarırlar. Avrupa Birliği fonları da bu vakfı önemli ölçüde desteklemektedir.

Solcuların Türk İslam Sentezine saldırılarının arka planında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu olarak yeniden yapılandırılması ve bunun sonucunda da sol aydınların bu kurumlardaki egemenliklerini kaybetmeleri vardır. Bu değişim onlar için bir namus davası haline geldi. Çünkü, bu kurumların yeniden yapılanması onların elindeki kültürel iktidarın sona ermesi anlamına geliyordu. Yani saldırıların arka planında kültürel iktidarı kaybetmeleri vardır. Darbe dönemine kadar devletin bu önemli akademik kurumları solcuların elindeydi ve bu kurumlar aracılığıyla öztürkçecilik gibi politikalarını rahatlıkla topluma dayatabilmişlerdir. Bu kurumların yeniden yapılandırılması bir bakıma sol aydınların tasfiyesini sağladı. Bu durum da onların hazmedemediği bir durum yarattı. Sol kültürel iktidar dediğimiz olguya ciddi bir darbe oldu.

Bir başka iddia da Türk İslam Sentezinin Amerika’nın geliştirdiği Yeşil Kuşak Projesi’nin bir ürünü olduğu…

Tabii günümüze geldiğimizde nasıl bir bağlantı kurulduğunu ben hala düşünürüm, bir bağlantı kuramam ama işte bütün bu çalışmaların Amerika’daki Yeşil Kuşak Projesi’nin bir ürünü olduğunu, bu Yeşil Kuşak Projesi’nin sonucunda da işte bugün AKP’nin kurulduğunu ve 20 yıldır bizi yönettiklerini, tarikatların yönettiğini söylerler ve bunun Türk İslam sentezinin bir ürünü olduğunu iddia ederler. Ve bugün maalesef Türk millîyetçileri de benzeri iddiaları dile getirmeye başlar. Sol jargonun aynen bizde de uygulandığını, birebir tekrar edildiğini ve dile getirildiğini görüyoruz.

Peki bu böyle midir? Asla bunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü bir AKP’yi Türk İslam sentezinin bir ürünü olarak görmek çok büyük bir yanılgı olur. Niye büyük yanılgı olur? Hatırlayacaksınız bunu sizinle de Onur Bey daha önce de konuşmuştuk: Kürt açılımı ve Kürt sorunu gibi konular ekseninde. Yani Kürt açılımı yapılırken, PKK ile müzakereler yapılırken sürekli olarak gündemde ne kalmıştı? TC’nin devlet kurumlarının başından silinmesi, Türk kavramının Anayasa’dan çıkarılması, ondan sonra Türk ulus devletinin tasfiye edilmesi, yeniden bir devlet ve toplum tahayyülü. İşte düşünün ki AKP’nin ideologları yazıyordu bunları. Bunları yazanların bazıları da bugün devletin en önemli kurumlarının başında yer alıyor. Yeni bir toplumsal tahayyül, kadim kültürümüzün tekrar inşası gibi. Davutoğlu’nun falan söylemlerine dikkat edin, böyleydi değil mi? Kadim tarihimizin inşası gibi kavramlarla Türk kavramını kullanmayıp kadim milletimiz gibi kavramlarla, yani Türk kullanmamak için Türk’ün kimlik olarak devletin kurumlarından tasfiye edilmesi için ciddi bir çalışma yapılmıştır. Bunların her biri açık açık yazıp çizilir, bunlar elimizde var. Şimdi Türk kimliğiyle böyle sorunlu olan bir ideolojik kadronun, düşüncenin Türk İslam sentezinin bir ürünü olduğunu düşünmek herhalde pek bir inanılır ve anlaşılır bir şey değildir. Bu mümkün de değildir böyle bir şey. Ama bizim başta belirttiğim gibi AKP’ye olan karşıtlığımız maalesef bizim böyle sonuçlara sebebini düşünmeden kısa yoldan böyle sonuçlara gitmemize sebep olur. Elbette şunu da vurgulamak lazım. Bugün AKP-MHP ittifakının yansımalarını okul müfredatlarından ve iktidarın siyasi söylemlerinde görebiliyoruz.

O yüzden şunu düşünmemiz lazım: Biliyorsunuz bir ay önce Sayın Bahçeli de MHP grup toplantısında yaptığı bir konuşmada “kaynağını Türk İslam Ülküsü’nden alan Türk milliyetçiliği” gibi bir ifade kullandı. Bu ülkü, Türk İslam Ülküsü de hemen belirtelim, Türk İslam sentezinin farklı bir şekilde ifadesidir. Özellikle Ahmet Arvasi tarafından gündeme getirilmiştir. Hegel’deki bu tez, antitez, sentez formülünün Türk İslam sentezi olarak kullanıldığında bunu çağrıştıracağını, bunların bir tez-antitez olmadığını, o yüzden Türk İslam Ülküsü olarak kullanılmasının daha uygun olacağı şeklindeki önerisine dayanır. Biraz daha ideolojik olarak işlenmiş, o kadar popülerize edilmiş bir kavramdır. İbrahim Kafesoğlu’nun tezlerinden beslenmiş olsa da onu tamamen popülerize etmiş, çoğu zaman kendi bağlamından koparılmış bir şekilde Arvasi’nin kitaplarında yer alır. Arvasi bazı Ülkücü gruplar içinde kendisine çok önem verilir ve eserleri de çok okunur. Arvasi bu kavramı yaygınlaştıran, bu düşünceyi popülerize eden bir millîyetçi düşüncenin önemli aydınlarından biridir. Sayın Bahçeli bu ifadesini kullanması bu çizgiyi gösterir.

Şimdi şunu sormak lazım: Madem Yeşil Kuşak Türk İslam sentezi, Yeşil Kuşak ürünüydü, bu Yeşil Kuşak ne için MHP’yi iktidara taşımadı da AKP’yi iktidara taşıdı? İşte buradaki çelişki aslında bu. Türk İslam sentezinin kurumsal temsilciğini üstlenen Aydınlar Ocağı aslında 1970’ler gibi erken bir dönemde, bugün tamamen ayrışmış ve karşı cephede yer alan aydınların, İslamcı ve millîyetçilik olarak ayrışmış olan aydınların birleştiği bir platformdu. O gün bu aydınlar arasında ayrım bugünkü gibi tam belirginleşmemişti. Rahmetli Erbakan’ın partileşme çabaları sonucunda İslamcılar Milliyetçilerle aralarına keskin çizgiler koydular. Türk kimliği karşıtlığı ve Cumhuriyet düşmanlığına dayanan bir zeminde fikri –ideolojik sistemlerini kurmaya başladılar. Ayrışma doğal olarak gerçekleşti. Fakat bir grup da her iki kesime olan yakınlığını sürdürdü. İşte bu etkinlikler Milliyetçilerle İslamcıların birleştiği gibi algılara sebep oldu. Oysa o dönemde aslında sosyalistler de tam olarak ayrışmamıştı. Yavaş yavaş kendilerini ayrıştırmaya başlamışlardı. 1940-50’lere özellikle baktığımızda o zaman millîyetçi sağcı ve solcu diye bir ayrışma görülmüyordu. Bu dönemde bugün birbirine zıt görüşlü görülen pek çok aydın aynı dergide, gazetede yazıyordu. Mesela, Sabahattin Ali ile Atsız’ın aynı dergilerde yazdığını biliyoruz. Sonradan bu ideoloji kutuplaşmalar ortaya çıktı ve bu aydınlar ayrıştı. O yüzden bugün çok daha sonra İslamcı aydınlarla özellikle 1970’lerde başlayan ayrışma 1980’lerden sonra belirginleşti. İslamcı aydınlarla millîyetçi aydınların keskin bir şekilde ayrıldığı bir noktadayız artık. Dolayısıyla, Türk siyasi düşüncesinde bu ideolojik farklılaşmanın zayıf olduğu ilk dönemlerdeki aydınların bir araya gelmesini, günümüze kadar süregelen bir ittifak ve ideolojik bütünlük olarak görmek çok büyük bir yanlış olur. Başlangıca bakarak sonucun da böyle olduğunu söylemek ciddi bir yanılgıdır. Bu tip bir özdeşleşmenin kaynağı da buradan gelir ve bunu vurgulamak gerekir. Bir başka kanaat oluşturucu durum da AKP’nin kuruluşunda Nevzat Yalçıntaş, Ali Coşkun gibi millîyetçi-muhafazakâr bir grup aydının bulunmasıdır. Bu aydınların AKP’de yer almaları bir ittifak algısına yol açmıştır.

Kısaca toparlayacak olursak; Türk İslam sentezi, Ziya Gökalp ile başlayan, günümüze kadar gelen, ancak aslında günümüzde Türk millîyetçileri tarafından büyük ölçüde terk edilmiş bir düşüncedir. Ama bir tarih felsefesi olarak varlığını korur. O yorumu biz yaşarız, Türk Müslümanlığı adına savunuruz ama bunun bir Türk İslam sentezi tarih görüşü olduğunun çoğumuz farkında bile değilizdir.

Ziya Gökalp tarafından ideolojik tartışmalar ortamında formüle edilen bu düşünce, 1970’lerde yine Türk milliyetçiliğinin birleştirici ve bütünleştirici yaklaşımıyla yeniden formüle edilerek Türk düşüncesini toparlayıcı bir şekilde “Türk İslam sentezi” şeklinde ifade edilmiştir. Ancak günümüze geldiğimizde, Türk İslam sentezinin AKP’nin uygulamaları sonucunda Türk millîyetçileri için artık bu birleştirici ve bütünleştirici işlevini kaybettiğini görüyoruz. Bu gerekçeler Kemalistler veya radikal Batıcılar (belki sosyalistler, Marksistler gibi diyelim), bir İslam karşıtlığına yöneltirken bazı millîyetçi grupları da İslam karşıtlığına yönelttiğini maalesef görüyoruz.

Burada Türk millîyetçileri açısından dikkat çekici olan nokta, Türk millîyetçilerinin ne 1900’lerdeki Meşrutiyet dönemindeki bütünleştirici düşüncesinin ne de 1970’lerde devam eden bu bütünleştirici düşüncesinin bugün maalesef yok olduğu gerçeğidir. 2000’lerden, özellikle 2010’lardan sonra Türk millîyetçileri bu bütünleştirici özelliklerini kaybettiğini görüyorum. Ben şahsen böyle bir tespit yapıyorum ve bu da beni üzüyor. Çünkü Türk millîyetçileri her zaman birleştirici olmak zorundadır. Asla bir ötekileştirici noktaya girmemesi gerekir ki bu çok yanlış bir tutum olur. Düzenlediğimiz sempozyumda da cinsel yönelimlere yönelik sunmuş olduğum bildiride de bunu vurguladım. Biz onların yaşayış tarzına katılmıyor olsak da, sonuçta birleştirici olmamız ve onlara da yurttaş olarak haklarını korumak bizim asli görevimizdir. Çünkü biz bu grupları dışladığımızda, bölücü grupların içerisine giriyorlar, onların dernekleri çatısı altında faaliyet gösteriyorlar.

Bu yüzden, Türk milliyetçilerine düşen, herhangi bir siyasi partiye (bu CHP olabilir, AKP olabilir) kızarak ne İslam’ı ne Türklüğü ne de Atatürk’ü reddetmek veya ona karşı gelmektir. Eleştiri ayrı bir şeydir, burada tamamen bir reddetme ve dışlama vardır. Böyle bir tavrın Türk milliyetçiliğinde asla benimsenmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Sunucu: Hocam çok teşekkür ederiz. Ağzınıza sağlık, vallahi tek nefeste anlattınız.

İkbal Vurucu: Ben teşekkür ederim, böyle bir imkân tanıdığınız için.

Sunucu: Sizin fikirleriniz bizim için her zaman önemlidir, sizden dinlemek bizi mutlu etti. Tek nefeste Türk İslam sentezini baştan sona anlattınız, örneklerle güçlendirdiniz, teşekkür ediyoruz.

 

Yazar

İkbal Vurucu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar