Yükleniyor...
Büyük Türk milliyetçisi, tarihçi Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın cenaze törenine katılmak üzere 30 Ağustos Cuma günü Ankara Kocatepe Camisi’ne gittim. Rahmetlinin eşi Prof. Dr. Sevgi Kafalı ile yakınlarına başsağlığı diledim.
Cemaatin büyük çoğunluğu aynı düşüncedeki insanlardı. Karşılaştığım arkadaşlarla kısa kısa sohbet ederken, bir yandan kulağım vaaz veren hocadaydı. Peygamberimizin savaşlarından, vatan sevgisinden, şehitlikten, gazilikten bahsediyordu. Hutbe metninde de benzer ifadeler yer alıyordu. Hoca; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, gazileri ve şehitleri anarak hutbeyi bitirdi. Mustafa Kafalı hocanın cenaze namazından sonra Kızılay’da birkaç yere uğrayıp eve geldim.
Sosyal medyada, “Diyanet, yine Atatürk’ü hatırlamadı” benzeri ifadeleri görünce; merakla Ankara Müftülüğü sitesindeki hutbeyi okudum. “Vatan bize emanettir” başlıklı metinde, gerçekten de Atatürk’ün adı bulunmuyordu. Sadece“…Şanlı ecdadımız, iman dolu göğsüyle, cesaret ve kararlılığıyla nice Ağustos ayına damga vuran eşsiz zaferler kazanmıştır. Malazgirt’ten Kosova’ya, Mohaç’tan Büyük Taarruz’a kadar kazanılan zaferler bunun en büyük şahididir…” denilmekteydi. Metnin sonu da “Hutbemi bitirirken, tarih boyunca İslam’ın bayraktarlığını yapan, bu cennet vatanı bizlere emanet eden aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi bir kere daha rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyoruz” diye bitiyordu.
“Vefa duygusu”, tabii ki en çok din adamlarında olması gerekiyor, ama ne gezer!.. O’nun sayesinde bir devletimiz var ve bizler, üzerinde hür olarak yaşıyoruz. Yazıklar olsun, kadir kıymet bilmeyenlere!.. 12 Eylül 1980 öncesini yaşayanlar, bu kafaları çok iyi tanırlar. Siz bakmayın; davalarına “İslâm davası”, kendilerine de “mücahid” dediklerine!.. Davalarının ne olduğunu gördük!.. O zaman da “Türk Milliyetçiliğine, ülkücülere” karşıydılar. “Türk müsün, Müslüman mısın?” diye sorarlar, akıllarınca kafamızı karıştıracaklarını sanırlardı. Oysa bizler; okuyor, araştırıyor, yaşananları görüyor ve biliyorduk. Evet, “Türk’üz” ve aynı zamanda “Müslümanız”.
Bu soruyu 1100’lü yıllarda Hoca Ahmet Yesevi’ye de sormuşlar; “Türklük kaderim, İslâmiyet tercihimdir” demiş. Bir bebeğin hangi milletten (anne ve babadan) doğacını “Allah bilir” ama, din tercih meselesidir: Kişi, “âkil baliğ” olunca istediği dini seçebilir. Ben, “kavmimi seviyorum”, hatta “düşmanlık yapmadıkları müddetçe tüm insanları seviyorum.” Allah’ın ve Peygamberin verdiği “ruhsat”ı, bazı din adamları vermek istemiyorlar, hayret!.. Bir de kulp bulmuşlar: “Dinimizde ırkçılık yok.” Doğru… Ama lafa gelince, “Osmanlı; hüküm sürdüğü coğrafyalarda halkın diline, kültürüne, dinine karışmamış” diye övünürler. Osmanlı Devleti bir “Türk Devleti” olduğuna göre, “Türkler ırkçı değiller” demektir. Zaten Türkler “ırkçı olsalardı”; bugün dünyanın bildiği bir çok devletin ve milletin adı, sanı olmazdı.
Türklerin başlıca zaafı, bulundukları ortama çabuk uymalarıdır. Büyük coğrafyalara yayılmışlar, fetihler yapmışlar, ama dillerini, dinlerini halka öğreteceklerine kendileri oranın halkına uyum sağlamışlar, Türkçeyi kaybetmeyenler hariç diğerleri erimişlerdir.
Sayın İlber Ortaylı hocaya aitmiş gibi zaman zaman sosyal medyada paylaşılan bir söz dikkatimi çeker. Eskiden güzel bir sözü tasdiklemek için “Doğru söze hacı emmin ne desin” derlermiş; doğru bulduğum bu söz şöyle: “Her milletin din adamı kendi milletinin milliyetçisidir, ama Türkiye Cumhuriyeti’nin din adamları Türklüğe, Türk Milliyetçiliği’ne düşmandır.” Bunu, tarihimizi bilmeyişlerine ve “tarih şuuru” eksikliğine yormak istiyorum.
Din görevlilerinin çoğu; dinî konularda yeterli olmadıkları gibi “Türk Tarihi” hakkında da bilgisizler. Bunun için İmam-Hatip Okullarında ve İlahiyat Fakültelerinde “Türk Tarihi” mutlaka öğretilmelidir. “Bu düşünceye nereden vardın?” derseniz; 50 yıldır aynı konuları, vaizlerden dinlemekteyim. Daha çok geleneksel din anlayışını veya ezberledikleri bilgileri sunuyorlar. Maalesef tarihi konuları ya yanlış anlatıyorlar veya karıştırıyorlar. Kendilerini geliştirmeleri gerekiyor. İlahiyat mezunları akademik eğitim aldıkları için biraz daha üst bilgiye sahipler. Diğer yandan, bazı din görevlileri çeşitli grupların mensubu olduklarından; genelde bunların önerdikleri kitapları okuyorlar ve bağımlı hale geliyorlar, yani özgür değiller.
Esas sıkıntı eğitim alanındadır. Ana hatları ile tespit edilmiş bir milli bir eğitim politikası olmalı, iktidar partisine veya bakanlara göre “zırt-pırt” değişmemelidir. Yanlış veya art niyetli değişikliklere de fırsat verilmemelidir. Örneğin; Terör ve/veya tasarruf gerekçesiyle köy okulları kapatılarak taşımalı eğitime geçildi. Dolayısıyla -öğretmenler çekilince- köylerde sadece din görevlileri kaldı. Kırsal kesimin insanları, farklı konulardaki sorularına cevap alamaz hale geldiler.
2011 yılında Bakanlığın teşkilat yapısı değiştirildi. Bazı daireler birleştirilerek “Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü” kuruldu. İmam-Hatip Liseleri “mesleki eğitim”den sayıldığı halde genel müdürlüğün bünyesine alınmadı, ayrı genel müdürlük olarak devamı sağlandı. Bunun; imam-hatipleri çoğaltmak ve öğrencileri buralara yönlendirmek için yapıldığı görülüyor. Her ne kadar gerekçe olarak çocukların din eğitimi alması gösterilse de esas amacın partiye ve cemaatlere taban oluşturmak olduğu anlaşılıyor.
Maalesef! Ayrışmamıza sebep olan konulardan biri de çocuklara “isim verme”de yaşanmaktadır. Zaten inatlaşma sebebiyle anlamlı-anlamsız bir isim verme modası var. Ayrıca din görevlileri; Peygamberimizin “Çocuklarınıza güzel isimler verin” sözünü kullanarak Türk çocuklarına Arap isimleri verilmesi sağlıyorlar. Araplar putperestken de Abdullah, Abdulkadir, Ebubekir, Fatıma, Ayşe, Emine, Hatice gibi isimleri kullanıyorlardı. “Kimseye karışamazsınız, bir tercih meselesidir” ama, adlara kutsallık yüklenmemelidir. Esas olan çocuğun ileride mahcup olmayacağı, ayıplanmayacağı, alay edilmeyeceği bir isim vermektir. Müslüman ismiyle değil “takvası” ile Allah katında makbul olacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de “şükredin, itaat edin, sabredin, kanaat edin…” gibi tavsiyeler olmakla birlikte ilk emir de “oku (ikra)”dur. Ayrıca düşünmeyi, akıl etmeyi, zekayı ve mantığı kullanmayı emretmektedir. Olaylara salt İslâm ve iman çerçevesinden, “hatta şahsi çıkar açısından” bakarsak yanlış yaparız.
Her konuya “realist” bakmaya çalışır, “Olmayacak duaya amin demem.” İslâm dünyasının mevcut durumuna bakınca; şu aşamada bir “İslâm Birliği” (veya Siyasal İslâmcıların dediği “Ümmet Birliği”) mümkün görülmüyor. Çünkü bu birliğin oluşması da ancak Türklerle mümkün olabilecektir. Bu sebeple, “Türk Birliği”nin kurulmasını istiyorum. Ama önce ülkede birliğimizi sağlamalıyız. Sizce; sorumlularda birlik mi, yoksa ayrıştırma / bölme söylemi mi daha fazla?..
Bu hususta, büyük görev Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşüyor, ama mevcut yöneticilerle bu işin olmayacağı belli… İslâm’ı sevdirmek; İslâm’ın barış ve kardeşlik dini olduğunu ve aydınlık yüzünü göstermek gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim’e, Peygamberimizin sahih hadislerine ve “Arap geleneklerinden temizlenmiş” sünnetlerine bağlı, “klik”lerden arınmış; yeni yüzlerle yeni bir yönetim oluşturulmalıdır. Artık biliyoruz ki; cemaat ve benzeri anlayışların amaçları İslâm’a hizmet değildir: Kadrolaşarak devleti ele geçirmek ve hazineyi “ganimet gibi görüp” yağmalamaktır.
Atatürk tarafından 1924’de kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı yöneticileri; kini ve nefreti bırakıp, son yıllarda insanların neden dinden soğuduğunun, cemaatin neden camilerden uzaklaştığının ve ayrıştığının, neden ateizm, deizm gibi anlayışların arttığının sebeplerini araştırmalı ve bir an önce çare bulmalıdır. Eğer iyi niyetli ve samimilerse!..