Yükleniyor...
Cevdet Coşkun, Mehmet Saray’ın
“Gaspıralı İsmail Bey’den Atatürk’e Türk Dünyasında Dil ve Kültür Birliği”
adlı kitabını değerlendirdi.
1993 yılında Nesil Matbaacılık tarafından yayımlanan kitap, 187 sayfa olup 1 önsöz, 9 ana başlık, 22 alt başlık, bibliyografya ve indeksten oluşmaktadır. Mehmet Saray, Gaspıralı İsmail Bey’in bütün hayatı boyunca başlangıçta Çarlık Rusyası ve daha sonra Sovyetler dönemindeki baskılara rağmen Türk dünyasındaki dil ve kültür birliğini kurma çabasını anlatmıştır. Bunun için de gerek Gaspıralı’nın gazetesi “Tercüman”dan gerek arkadaşlarının anılarından, onun hakkında çıkan yazılardan alıntılar yapmış ve bunları kendisi yorumlamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu‘nu kurarak dil ve kültür meselesine verdiği öneme değinen Saray, daha çok Gaspıralı ve yaptıklarından bahsetmeyi uygun bulmuştur.
Saray, kitabının önsözünde Gaspıralı ve Atatürk’ün dil ve kültür birliği konusunda yapmaya çalıştıklarına kısaca değinip genç araştırmacıların da bu konu üzerinde çalışmasını teşvik etmeyi amaçladığını belirtmiştir.
Bu bölümde İsmail Bey’in doğum yeri ve ailesi hakkında kısaca verilmiştir. Daha sonra Türkiye’ye gelip zabit olmak isteyen Gaspıralı’nın Rusların Osmanlı paşasına yaptığı baskı sonucunda amacına ulaşmadığı, geri kalmış Türk dünyasını ileri götürmenin yolunu eğitimde bulduğu ve bunun için hayatı boyunca çaba gösterdiği anlatılmıştır.
Mehmet Saray, bu sebepleri iki madde halinde açıklamıştır:
• Türkler başta olmak üzere, müslüman milletlerin yüce İslam dininin bazı ana emirlerini anlamada ve tatbik etmede gösterdikleri istikrarsızlık, belki de, İslam dünyasının hakiki geri kalış sebeplerini teşkil etmektedir. Bunun başında, okuma ve öğrenme ile bunun devamlılığı meselesi gelmektedir.
• Doğu Türklerinin iktisadî ve ticarî sahalarda gösterdiği istikrarsızlık.”
Mehmet Saray bu bölümü de 4 madde üzerinden açıklamaktadır.
• Altın Orda Hanlığı’nın yıkılmasıyla bu bölgede kurulan güçsüz Türk devletlerine Ruslar seferler düzenlemeye başladı.
• İsveç ve Lehistan ile yapılan savaşlar ile boşalan hazineyi Ruslar işgal ettikleri yerlerden çıkardılar.
• Deli Petro zamanında Ural dağlarında oluşturulan maden endüstrisinden mali kaynak olarak faydalanabilmek için Ruslar güney-doğuya yayılmak gerektiğine inanıyordu.
• Portekiz, Hollanda ve İngiltere gibi Ruslar da İran, Türkistan ve Çin’in ham maddelerini, Hind’in baharatını satan tüccarlardan biri olmak hayaliyle Ruslar Güney Asya’ya yayılmak istiyorlardı.
Türkistan’ı tamamen işgal ettikten sonra Asya’yı zaptedebilmek için bir genel valilik kurulmuştur; ancak bu durum, Rusların iyice pervasızlaşmasına neden olmuştur. Gelen valilerden bazıları bu durumu değiştirmek istemişse de bunda başarılı olamamıştır.
Gaspıralı ilk olarak kanunî bir mücadele vermiş ve Rusların Türklere yaptığı haksızlıkları Rus devletinin ilgili makamlarına bildirmiştir. Bundan bir sonuç alamayınca gazetelerde makaleler yazmıştır. Bu makalelerde Rusların yaptıklarına eleştiriler ve çözüm yolları vardır.
Önceleri gazete çıkarmasına izin verilmeyen Gaspıralı, “Tercüman“ı Rusça tercümesiyle beraber çıkarmak koşuluyla emeline ulaşmıştır. “Tercüman“la birlikte büyük Türk topluluklarına ulaşabilmiş ve tek başına çıktığı Türk rönesansı yolunda yandaşlar bulabilmiştir. (Buradaki rönesans sözü sanıyorum ki eğitimde ve geri kalmış Türk toplumlarında bir yenilenme hareketinin lideri olarak kabul görmesinden kaynaklıdır.) “….. Gaspıralı’nın “ ‘Dilde, fikirde, işte birlik’ parolasıyla başlattığı bu mücadele de ilk gerçekleştirmek istediği husus, Türklerin cehaletten kurtulmaları için, eğitim hayatının ıslahı olacaktır.”
İl’minskiy, Kazan Üniversitesi’nde Türk lehçeleri ve ilâhiyat üzerine çalışan bir profesördü; ancak,“ Esasen İl’minskiy bazılarının da iddia ettiği gibi bir eğitimci değil, Rus olmayan milletleri Ruslaştırmanın ancak eğitim yolu ile mümkün olacağına inanan bir Rus milliyetçisi ve koyu bir hristiyandı.”
İl’minskiy, Türkleri Ruslaştırmak için dillerini boy boy ayırmaya, Arap alfabesinden ortak bir Rus alfabesine geçirmeye çalışır. İl’minskiy, faaliyetlerinde kendine en büyük engeli Gaspıralı’nın teşkil ettiğini görür. Bu yüzden “Tercüman“ı kapattırmak için hükümetten destek almaya çalışır. Gaspıralı’nın Türklerin eğitim hayatını modernleştirme çabaları karşısında İl’minskiy, eski eğitimin devamını savunuyordu.
Bu dönemde, Osmanlı medreseleri gibi fennî ve aklî bilimlerden uzaklaşmış ve dinî eğitime yoğunlaşmış bir eğitim öğretim faaliyeti vardı. Bu da Türklerin Ruslardan geri kalmasına neden olmuştu. “Mektep ve medrese eğitiminin tek faydalı yönü İslâmiyetin halka öğretilmesi ve Türk-İslâm an’anelerinin yaşamasını sağlamaktı.”
Gaspıralı kendi eğitim reformunu göstermek için Bahçesaray’ın Kaymaz-Ağa semtinde bir mektep açarak tedrisata başlamıştır. Bu yeni mektebe Gaspıralı, öğretmen olarak arkadaşı Bekir Efendi‘yi tayin etmiştir. Bu mektepte öğrenciler 45 günde okuma-yazma öğrenmiştir. Bu olay da kısa sürede Rusya Müslümanları arasında duyulmuş ve yayılmıştır. Gaspıralı ve Bekir Efendi; gösterdikleri başarı üzerine “usûl-i cedid” i, molla ve molla adaylarına da öğretmeye başlamışlardır.
Gaspıralı’nın bu başarısı Rus şovenistlerini korkutmuştur. Bu kişiler Gaspıralı’yı durdurmak ve engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlar ve Gaspıralı’nın Türkistan’da “usûl-i cedid okulları” açmasını engellemişlerdir. Bu engellemelerden biri de Buhara emirinin baskı altına alınmasıdır.
“Gaspıralı’nın medrese reformuna gelince: İsmail Bey, eğitim ve öğretim hayatının ilk basamağını teşkil eden mektep meselesinde ne gibi hususların ıslah edilip ve nelerin ilave edileceğini usûl-i cedid vesilesiyle izah etmişti. Bu Gaspıralı’nın eğitim reformu hakkındaki düşüncelerinin ve mücadelesinin birinci kısmını teşkil ediyordu. Onun mücadelesinin ikinci safhası ise mederese reformuna ait idi .”
Gaspıralı’nın medrese reformu yine aynı şovenist gruplar tarafından engellenmeye çalışılmıştır. “1893’de Ufa’da günün şartlarına cevap verecek bir şekilde medresede gerekli ıslahatın yapılacağını ilan eden bir resmi açıklama yapıldı.” Gaspıralı bunun üzerine gazetesinde makaleler yazmaya başlar. “O Medrese” adlı makalesinde medreselerde şu hususların ıslah edilebileceğini belirtir. “1) Medrese, 6 ay yerine 8 veya 9 ay öğretime açık olmalı. Talebeler maddeten desteklenmeli ve talebe günde 7-8 saat derse girebilmelidir. 2) Talebelerin medrese etrafında kaldıkları yurtlar daha iyi hale sokulmalı ve talebelere gece etütleri yaptırılmalıdır. 3) Talebeler sınıflara ayrılmalı ve her sınıfta göreceği dersler tesbit edilmeli ve sene sonunda imtihana girmelidir. 4) Müderrisler dışarıda çalışmak mecburiyetinden kurtarılmalı ve onların bütün enerjilerini ve bilgilerini iyi yetişmelerine vermeleri sağlanmalıdır. 5) Arapçanın öğretilmesinde daha iyi bir metot takip edilmelidir. Yazmaya ve aritmetik öğrenmeye daha çok alaka gösterilmelidir. 6) Lisan dersleri için belirli günlerde talebelere egzersiz yapma imkânı tanınmalıdır. 7) Sınıf çalışmaları, yemekler ve çalışma saatleri dengeli bir şekilde organize edilmelidir.”
“Gaspıralı’nın bitmek bilmeyen enerjisi, heyecanlı ve haysiyetli mücadelesi ile gerçekleşen bu ıslahata göre yeni metot veyaz usûl-i cedid medreselerinde eğitim öğretim şu üç safhada yapılacaktı. 1) İlkokul yerine geçen mektep, medrese öğretimi için belirli bir hazırlık safhasıydı. Medresenin ilk tahsil devresini altı sene eden rüştiye kısmı teşkil ediyordu. Medrese öğretiminin bu safhası ortaokul karşılığında idi. 2) İdadi (lise), bu medrese tahsilinde ikinci basamağı teşkil ediyor ve rüştiye gibi altı sene devam ediyordu. 3) Medrese tahsilinin son üç yılını teşkil eden ve Galiye adı verilen yüksek tahsil kısmı da medresenin üçüncü bölümünü teşkil ediyordu.”
“Yeni metod medreselerde okutulacak dersler ise şöyle tespit edilmişti: Dinî ilimler (hadis, fıkıh, kelâm vb.) Türk dili ve edebiyatı, Arap dili ve edebiyatı, İslâm tarihi, tarih, felsefe, umumî tarih, coğrafya, tabiat bilgisi, matematik, fizik, kimya, psikoloji, pedagoji, sağlık bilgisi, kaligrafi(hat), Rusça ve Fransızca.”
Sonuç olarak Gaspıralı’nın bu çabaları netice vermiş ve pek çok bölgede “usûl-i cedid mektepleri” açılmaya başlamıştır. Medreselerin sayısı az kalmış olsa da önemli ve merkez noktalarda açıldığı için Türklerin talebini karşılamıştır.
Gaspıralı, 1874’te ilk kez İstanbul’a geldiğinde Osmanlı, milliyetçilik akımıyla boğuşmaktadır. Bu dönemin aydınları, Türklüğü korumaya yönelmişlerdir. Bu da aynı zamanda Türk dilinin korunma çabalarını beraberinde getirmiştir. Osmanlı’da Türk dilini korumak için pek çok çalışma yapılmıştır. Gaspıralı yapılan bu çalışmalardan çok etkilenmiş ve Bahçesaray’a geri döndüğünde “Tercüman“da oldukça sade bir Türkçe ile yazmaya başlamıştır. Bununla beraber Gaspıralı bütün Türklerin anlayabileceği ortak bir Türkçe’nin hayalini de kurmaya başlamıştır.
“Gaspıralı’nın istediği öyle bir dil olmalı ki konuşulduğunda ve yazıldığı zaman İstanbul’daki hamal ve kayıkçı ile Şarkî Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanı da anlayabilmelidir.” Türkler için bu umumî dili gerçekleştirmek maksadıyla Gaspıralı’nın şu esaslara dikkat ettiğini görüyoruz: “a) Yaşayan Türk lehçelerinin pek kaba olmayan mahallî kelimeleri Osmanlı Türkçesi’nin en gelişmiş şekli olan İstanbul şivesine uydurularak kullanılmalı. b) Mümkün mertebe ecnebi lisan ve kaideleri Türkçe’den çıkarılmalı. c) Okur-yazarlar tarafından anlaşılmayan Arapça ve Farsça tabiler tasfiye edilmeli.”
Gaspıralı’nın bu çalışmaları hakkında “Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde şunları söyler: Tercüman gazetesi Şimal Türkleri olduğu kadar Şark Türkleri ile Garb Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmesinin kabil olduğunu bu gazetenin vücudü canlı bir delildir.” der.
Rus şovenistlerin Türklere karşı gösterdiği tutum Bolşevik İhtilali ile biraz azalmıştır. Bu dönem Türkler, Duma’ya güçlü bir delege birliği ile gitmişler ve bir dönem içinde olsa sorunlarıyla başa çıkabilecek hale gelebilmişlerdir; ancak yine Rus şovenistlerin etkisiyle Duma meclisindeki delege sayısı düşürülmüş ve Türkler yeniden baskı altına alınmıştır.
Gaspıralı bu dönem yine Türk dilini, Tercüman aracılığıyla hem Rus şovenistlerine hem de eski eğitimi ve eskiyi savunan Türklere karşı savunmuştur. Mehmet Emin Bey’in, Gaspıralı’ya gönderdiği şiirler karşısında Gaspıralı büyük bir sevinç duymuştur. Mehmet Emin Yurdakul’un şiirlerinde kullandığı sade Türkçeyi tüm Türk dünyasının anlayabilecek olmasından duyduğu sevinci, Gaspıralı bir mektup yazarak göstermiştir.
1917’de düzenlenen “Rusya Müslümanları Konferansı”nda Türkler millî varlıklarını koruyabilmek için bir dizi kararlar almışlardır. Burada, dil ve eğitim sorunları tartışılırken Gaspıralı şükran ve minnetle anılmıştır. Kongreye katılan bir delege Gaspıralı için şunlar söyler: “Dilde, fikirde, işte birlik şiarını bizlere söyleyip bırakmış olan merhumbabamız Gaspıralı İsmail Bey’in adını saygı ile anmış olacağız.”
Gaspıralı’nın İslam birliği düşüncesine Türkiye’den en büyük destek Hüseyin Kazım Kadri Bey ile Ziya Gökalp’ten gelir. “Türkler her şeyden önce dil ve kültür birliği kurmalıdır. Bu da Osmanlı Türkçesinin kullanılması ile mümkündür. Rusya Türklerinden pek çok yazar bu dilde kitap ve gazete çıkarmaya başlayarak bu yola girmişlerdir. Savaştan önce olduğu gibi, oralardan bize bol öğrenci gelmeli ve bizden oralara yine çokçası kitap gönderilmelidir. Türkiye Türkleri bu hususları gerçekleştirmek için çok çalışmalıdır. Aksi takdirde Türk birliği kurulamaz” diye ikaz ettikten sonra yazısını şöyle devam ettirir,”Bütün Türklüğe kendi harsını verebilmek için Osmanlı Türklüğü samimi suretle Türkçü olmak mecburiyetindedir. Çünkü Osmanlılık Türkleşmezse Türklerin Osmanlılığa gelmesi mümkün değildir.”
Kurulan “Türk Yurdu” dergisi, sade bir dille, Türk Ocakları mensupları tarafından bütün Türklerin anlayabileceği birleştirici bir dille yazılmıştır. Türk Yurdu ve Türk Ocakları’nın alevlendirdiği Türkçülük fikirleri önce devrin iktidarı İttihatçıları etkilemiştir.
İttihatçılar ile birlikte daha güçlü bir şekilde gelişen Türkçülük, Osmanlı’nın çökmesiyle birlikte millî bir devletin kurulmasındaki ana fikri oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının benimsemiş olduğu Türkçü ilkeler, bu ülkenin ayakta kalmasını sağlayan ana kolonlardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Atatürk de Türk dünyasında dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunu kurarak çalışmalara destek vermiştir. Yine Latin harflerine geçiş süreci de bu konu için oldukça önemlidir. Rusların topraklarındaki Türkleri Latin harflerine geçirdiği bir dönemde, Atatürk’ün ülkemizi de Latin harflerine geçirmesi sadece şans eseri denk gelmiş bir olay olarak görülemez. Belki de bu dönem Türk dünyasında dil ve kültür birliğinin kurulmasına en çok yaklaşılan dönemdir.
Bolşevik ihtilaliyle ilk dönemlerde Türklere, Duma’da kendilerini savunma hakkı verilmişse de daha sonra işler terse dönmüştür. Bolşevikler, Çarlık dönemindeki gibi “böl ve yönet” sistemini benimsemişlerdir. İl’minskiy’nin metodunu kullanarak Türkleri bölmeye çalışmışlardır.
Türkler arasında komünist partiler açarak bu partileri kendilerine bağlamışlardır. Daha sonra Türk boyları arasında çatışma çıkarmış, her birinin lehçesini farklı bir dil gibi göstermeye çalışarak Türk birliğini bozmaya uğraşmışlardır.
Sovyetler, Türkler arasındaki dil birliğini bozmak için, destekledikleri bazı Türk aydınları aracılığıyla Türklerin Latin alfabesine geçmelerini istemişlerdir. Böylece Türkiye ve diğer Türklerle olan bağlarının kopacağına inanmışlardır; ancak Türkiye’de yapılan harf inkılâbıyla beraber Rusların istekleri gerçekleşmemiştir. Bunun üzerine Ruslar, kendi içlerindeki Türk topluluklarının Kiril alfabesine geçmelerini istemeye başlamıştır.
Arap harflerinin Türk ses özelliklerine uymadığı ve bu alfabenin Türklere yetersiz geldiği Atatürk’ten önce de bazı aydınlar tarafından görülmüştür. Atatürk’ün yaptığı dil devrimiyle beraber Asya’daki Türklerle anlaşmamız daha da kolaylaşmıştır. Sonrasında kurduğu “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” ve “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” ile Türk kültür birliğini oluşturma düşüncesi, bilimsel bir yola girmiştir. Atatürk’ün bu çalışmalarına en büyük destek yine Rusya Müslümanları tarafından verilmiştir. Hatta Atatürk, TDK’nin başına Samih Rıfat’ı, TTK’nin başına da Yusuf Akçura’yı getirmiştir. Bu gelişmeler de Türklerin birleşmesini istemeyen Sovyetlerin canını sıkmıştır.
Atatürk’ün yaptığı Türk dil ve kültür birliğini kurmaya yönelik çalışmalar üzerine Ruslar, bünyelerinde barınan Türklerin Kiril alfabesine geçmekerini istemeye başlamışlardır. “Sovyetler, 45 milyonu mütecaviz Türk’e bir emirle Lâtin alfabesini terk ederek Rus Kiril alfabesini esas alan ve her kabileye ve lehçeye mahsus geliştirilen alfabelerle Türkleri yazıp okumaya mecbur tutmuşlardır.” Bu da Sovyetler içerisindeki milletlerin Rusçayı daha iyi öğrenmelerine ve Rus kültürünü benimsemelerine neden olmuştur. “Sovyetler, Rus alfabesinin Türklerce kullanılmasını emrettikten sonra her Türk lehçesi için kullanılacak alfabeyi de tesbit etmişlerdir. Her biri birbirinden farklı olan bu alfabelerin kullanılışı başladıktan sonra Türkçe adı ortadan kaldırılmıştır.”
Ruslar, bir süre sonra Rus olmayan milletlerin tarihini Sovyetleştirmeye başlamışlardır. “Rus olmayan milletlerin, özellikle Türklerin, bütün ilim dünyasında bilinen tarihlerini açıkça tahrif etmeye başladıklarına tanık oluyoruz. Azerbaycan Türkleri yerine, Azerbaycan halkları ve onların menşeini de eski Kafkas halklarına bağlayan yeni tarih kitapları yazılmaya ve açıklamalar yapılmaya başlandı. Aynı şekilde Özbeklerin Türk olmadıkları, Sogdların soyundan geldikleri; Türkmenlerin de Türklükle ilgileri olmadığı, İskitlerin torunları oldukları hakkında eserler neşredilmeye başlandı.”
Kurulan TDK ve TTK ile Türklerin tarihinin sadece Osmanlı ve Selçuklulardan ibaret olmadığı, Orta Asya’da milattan önceye dayandığı ortaya çıkmıştır. Bu da ortak dil ve kültür birliğini gözler önüne sermiştir. Günümüzün bağımlı ve bağımsız Türk ülkelerinin ortak bir geçmiş ve tek bir kültüre dayandıkları bilimsel bir şekilde ortaya konulmuştur.
1936’da yapılan “Türk Dil Kurultayı“na Sovyetler Birliği’nden bilim adamları da katılmıştır. Türkiye’nin dil ve kültür birliği konusunda bilimsel ilerlemelerini görünce bu birliğin sağlanmaması için bünyesindeki Türklere baskılara başlamışlardır.
Kiril alfabesi, Türklerin ihtiyaçlarını karşılamamasına rağmen Ruslar Türklerin alfabeye Latin harfleri sokmalarını istememişlerdir. Bu da tartışmalara yol açmıştır. Hatta bazı Rus bilim adamları bile bu durumu tenkit etmişlerdir. Günümüzde de Türklerin kullandığı Kiril alfabesindeki bazı harflerin değiştirilmesiyle bu alfabenin Türkçeye uydurulmasına çalışılmaktadır.
Rusların, Türklere yönelik 40 farklı alfabe oluşturması Sovyetlerin de Türkoloji çalışmalarını sekteye uğratmıştır. Kononov bu ayrımların doğru olmadığını ve Türk dilinin bir filolojik ilim çerçevesinde ve bütün olarak ele alınması gerektiğini savunmuştur.
Kurduğu “Sovyet Türkolojisi” dergisi Sovyet Komünist Partisi’nin baskıları sonucu kapatılmıştır. Daha sonra “Türkoloji Dergisi” adıyla yeni bir dergi çıkarılmıştır; ancak bu dergideki yazarlar da tasfiye edilip dergi Türk tarihine ve kültürüne hücum eder bir hale getirilmiştir.
Dil birliği bozulan Türkler, Stalin döneminde büyük baskılara maruz kalmışlardır. Tarihleri, kökenleri hakir görülmüştür. Buna karşı çıkmaya çalışanlar ise Stalin tarafından yok edilmiştir. Stalin’in ölümünden sonra Türkler, Sovyetlere karşı koymaya ve kendilerini savunmaya başlamışlardır. Rusça yerine, kendi dillerini kullanmaya başlamışlardır. Kendi tarihlerini araştırmaya başlamışlar ve bu da milli bilincin uyanmasını sağlamıştır.
Türk cumhuriyetlerinde çıkan milliyetçi hareketler ve Türklerin kendi dillerini kullanma isteğine, Sovyetler sert bir tepki vermişlerdir. Sovyetler Birliği’ndeki halkların Rusça ile anlaşabileceklerini bildirmişlerdir. ”Azerbaycan ve Türkmenistan yöneticileri Moskova’nın emirlerini mümkün olduğu kadar yumuşatarak kendi aydınlarına iletirken, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgısiztan yöneticiler daha sert bir ifade ile Moskova’nın mesajını iletmeye çalışmışlardır. Fakat, bir müddet sonra, son üç cumhuriyetteki halkın ve özellikle aydınların tepkisi yüzünden kısa sürede değişmiş ve buralardaki yöneticiler de tutumlarını yumuşatmak mecburiyetinde kalmışlardır.”
1970’li yıllarda Moskova baskısının devam etmesine rağmen her milletin kendi kimliğini müdafaa ettiği görülmektedir. Bunun sonunda Moskova, baskıyı azaltmak zorunda kalmıştır. Böylece milletler kendi dil ve kültürlerini daha serbestçe çalışıp kullanmaya başlamıştır. ”Türk toplulukları, aynı kökten dilin konuşurları oldukları halde, bugün birbirlerini kolayca anlamakta güçlük çekmektedirler. Bu duruma sebep olan en büyük amil, 19. yy. sonlarında başlayıp Sovyet döneminde ise, sistemli ve programlı bir şekilde uygulanan ‘milliyetler politikası’ ile ona bağlı ‘kültür ve dil politikaları’dır.”
“Sovyet ideolojisinin eşitlik prensiplerine aykırı olarak eskiden uygulanan haksız ve yanlış kültür politikalarının bu menfi tesirlerini kısa zamanda gidermek elbette mümkündür. Bunun için takip edilecek yol ve rehberler ise bütün haşmetleri ile ortada durmaktadırlar. Bunlar: Gaspıralı İsmail Bey ile Atatürk’tür. Onların gösterdiği yolda müşterek dil ve kültürümüzü ele almak ve bunu alfabe, yani Latin alfabesi içinde halletmek yegane çıkar yol olarak görünmektedir.”
Eğitim ve öğretim konularında çalışan Gaspıralı, dil ve kültür birliği ile İslâm birliği üzerinde çalışmaya başlamıştır. Tercüman’ı da bu konularda kullanmaya başlamıştır. Duma’ya Türklerin katılımları kısıtlanınca Gaspıralı, “Dünya İslam Kongresi“ni toplamaya karar vermiştir.
Gaspıralı ilk kongreyi Kahire’de düzenlenmiştir. Daha sonra bunu tekrarlamak istemiştir. Osmanlı’dan istediği desteği ve katılımı göremeyen Gaspıralı yılmamıştır. Mısır’da rönesans anlamına gelen “Al-Nahdah” gazetesini çıkarmıştır. Bu gazetede geri kalmış İslâm ülkeleri için bir rönesansın şart olduğunu yazmıştır.
Gaspıralı’nın faaliyetleri Rusları çok korkutsa da Gaspıralı yaptığı her işi kanuna uygun olduğu için hiçbir şey yapamamışlardır. Gaspıralı’nın faaliyetlerini gören Hindistan Müslümanları onu davet etmişlerdir. Buradaki geri kalmışlığı gören Gaspıralı, usûl-i cedid mekteplerinden bahsetmiş ve ahali de bunun üzerine bir okul açmasını istemiştir. Gaspıralı da burada bir okul açmış ve başarılı olmuştur.
Gaspıralı son müstakil Türk devleti olan Osmanlı’yı yakından takip etmiş, İstanbul’a geldiğinde dönemin aydınlarıyla oturup konuşmuştur. Osmanlı aydınları ve Gaspıralı, eğitim reformu ve İslam birliği konularında uzlaşamamışlardır.
Ruslar ne kadar Gaspıralı’yı istemeseler de yaptığı her şey kanunî olduğundan ona bir şey yapamamışlardır. Rus askerlerinin usulsüz bir arama bahanesiyle “Tercüman“ı dağıtması Gaspıralı’yı çok kızdırmıştır ve bu olaydan sonra yatağa düşmüştür. Gaspıralı İsmail Bey 11 Eylül 1914’de vefat etmiştir.
Gaspıralı; “Tercüman“da, Osmanlı’da olan hadiseler hakkında “Ahval-i Devlet-i Aliyye- i Osmaniye”, “Hakikat-i Hal”, “Alet-i İktidar” makalelerini kaleme almıştır.
Doğu Türkistanlı Müslümanların Çin esaretinden kurtulmalarını anlattığı “Arslan Kız” adındaki hikâyesini Tercüman’da tefrika etmiştir.
Mekteplerin ıslahı ile ilgili “Şark Meselesi” yazısını yazmıştır. “Türk Yurdu” mecmuasının çıkışını kutlamak amacıyla 1911’de “Türk Yurducuları” adlı yazısında “millî mektep ile maarif meselesi“ni Türk dünyasına anlatmıştır.
“İkdam” gazetesinde Gaspıralı ile yapılan ve “İbret Alınacak Sözler” başlıklı mülakatta Gaspıralı, İslam âleminin kurutuluşu hakkındaki fikirlerini söylemiştir.
“Türk Yurdu” mecmuasında Yusuf Akçuraoğlu “Muallime Dair” adlı makalesinde Gaspıralı’yı anlatmıştır. “Türk Yurdu”nda Hamdullah Suphi de “Ben Onu Gördüm” adlı makalesinde Gaspıralı’yı övmüştür.
Yine “Türk Yurdu”nda Ahmed Ağaoğlu, “İsmail Bey Gaspıralı” adlı makalesinde Gaspıralı’yı tanıtmıştır.
Mehmed Fuad Köprülü, “Cumhuriyet” gazetesinde “İsmail Bey Gaspıralı” adlı makalesinde, Tercüman‘dan ve Türk-İslâm dünyasında “kadın”ın mevkiini yükseltmeye çalışmasından bahsetmiştir.
Fatih Kerimî Efendi, “Vakit” gazetesindeki “Büyük Millî Matem” makalesinde hayatını Ruslara karşı Türkleri ve Müslümanları korumaya adamasıyla Gaspıralı’yı anlatmıştır. Türk Yurdu’nda Celal Sahir, “İsmail Gaspıralı’ya” adlı şiiri yazmıştır.
• Siyasî ve Asıl Matlaplar
• Ahali Hukuku
• Devlet Şekli
• Dinî Nizamlar
• Mahallî Muhtariyet
• Mahkeme
• Mali İşler
• Toprak Meselesi
• Amele Meseleleri
• Bibliyografya
• İndeks
Kitabın kısa bir incelemesini yaptıktan sonra kitabı yorumlamayı daha uygun gördüm. Konu başlıklarını açıklayan atıfları ve cümleleri yazıma almayı uygun buldum. Çünkü bu alıntılar konuyla ilgili açıklamayı direkt olarak vermektedir.
Saray, kitabını oluştururken yazacağı konu ile ilgili dönemin gazetelerinde çıkmış yazılardan, bahsedilen kişilerin hatıratlarından, mektuplarından, resmi yazılardan faydalanmış, bazı yerlerde kendi düşüncelerini katmış ve bunu da belirtmiştir. Saray’ın seçtiği bu yol, kitabına daha resmî ve ciddî bir hava katmış. Saray, kitabını durum yorumu için değil; olup bitenler hakkında bilgi vermek için yazmış ve ön sözünde de belirttiği gibi genç araştırmacıların bu konunun üzerine eğilmelerini istemiştir. İçerisinde geçen belgeler neticesinde de kitabı konu hakkında çalışacak insanlara bir kaynak kitap hüviyeti kazanmıştır.
Kitabı genel olarak başarılı bulmamla birlikte eleştirilecek noktaları da yok değil. Örneğin kitabın başlığı ile içeriği arasında çok büyük olmasa da bir uyumsuzluk var. Filmlerde bile başrol oyuncularının perdede görünmeleri aşağı yukarı eşit tutulmaya çalışılır. Biz de başlığa baktığımızda kitapta iki başrol oyuncusu görüyoruz ancak ne yazık ki içerik bununla pek uyuşmuyor. Gaspıralı’nın hayatını ve mücadelelerini oldukça inceleyerek, belgeler sunarak anlatan Saray, aynı tutumu kitabın ikinci başrolü olan Mustafa Kemal Atatürk’te göstermemiş. Atatürk’ün dil ve kültür birliği için yaptıkları adeta kısaca verilip konu yeniden Gaspıralı’ya getirilmiştir. Sanıyorum ki Atatürk’ün kitabın yardımcı oyuncusu olduğunu belli eden bir başlık seçilseydi daha iyi olurdu.
Kitabın kaynakçası da oldukça zengindir. Rus, Alman, Türk, Amerikan, İngiliz araştırmacıların araştırmalarından bol miktarda yaralanılmıştır. Saray, bu şekilde konuya geniş açılardan bakabilmiş ve farklı kaynakların konu hakkındaki düşüncelerini okuruna göstermiştir. Konu içerisinde farklı milletlerden kişilerin yazdıklarına atıfta bulunması sayesinde konuyu bir Türk olarak şahsileştirmemiş ve nesnel olarak haklılığını kanıtlamıştır. Kaynakçanın geniş bir yelpazede olması da ileride konu üzerine çalışma yapacak araştırmacılar için eseri oldukça faydalı bir hale getirmiştir.
Kitabın sonunda ekler bölümünde “Rusya Müslümanlarının İttifak Halk Partisi Programı”nın verilmesi de anlatılan konuyu bütünleyici bir rol almıştır. Bu sayede Rusların egemenliği altında yaşayan soydaşlarımızın nasıl bir hayat sürdükleri hakkında da bilgi sahibi olabiliyoruz.
Konuyu küçük küçük başlıklara bölen Saray, bu sayede anlatımını da netleştirmiş ve soruna genel olarak bakmak yerine ayrıntılı bir inceleme yapmıştır. Sorunun içerisindeki soruncukları da göstermek açısından başarılı olmuştur. Günümüzde Rusya’dan ayrılmış veya özerklik kazanmış soydaşlarımızla kökeni aynı olan dilimize rağmen net bir şekilde anlaşamama sorunumuzun da sebeplerini kitabının içerisinde göstermiştir.
Saray, yazdığı kitabıyla genç araştırmacıların Türk dünyasındaki dil ve kültür birliği sorununa eğilmelerini istemiş ve bu konuda ilk adımlardan birini de atmıştır. İleride bu sorunun çözümü için yapılacak çalışmalara ışık tutabilecek bir kitap olması nedeniyle sanıyorum, kitap yazım amacına ulaşmıştır.