Gezi

Kapıdan kim girse masanın başına oturuyor. Onun (veya onların) getirdikleri de masaya konuyor. Masa bana mısın, demiyor! 


Paylaşın:

Fergana Vadisi’nde bir köy

Fergana Vadisi’nde Hokand şehrine yakın Tumor (Tumar) isimli büyük bir köydeyiz. İlk defa bir seyahatte evde kalacağız. Bu çok iyi bir tecrübe olacak. Turistik gayelerle canlandırılan, sergilenen, bu sebeple bana bir hayli abartılı ve suni gelen köy hayatını değil, gerçekten Özbekistan köy hayatını göreceğiz.

Güne samsa ile başladık. Mayalı hamurdan yapılan, tandırın duvarına yapıştırılıp pişirilen börek. Orta Asya’nın en çok yenen yemeği herhalde bu. Sokaklarda, dükkân önlerinde açılmış tandırlarda pişirilip sokak lezzeti olarak da sunuluyor; bütün lokantalarda da, evlerde de baş köşeye kuruluyor. İçinde bol miktarda kuşbaşı kuzu eti ve soğan var. Nasreddin Hoca’nın samsalı bir fıkrasını anlattılar. Özbekistanlı Nasreddin Hoca’nın fıkrası haliyle samsalı olur!

Hocamız bir aşhanada samsa ısmarlamış, yerken bir taraftan kötü kötü söylenmeye başlamış. Aşçı uzaktan bağırmış: 

“Hocam, neden küfredip duruyorsun bana?” 

“Söylediklerim sana değil ki!” demiş Hoca. “Ben bizim hatuna kızıyorum. Geçen gün bir samsa yap da yiyelim, dedim. Bana evde et yok, dedi. Meğerse etsiz de oluyormuş işte!” Hey gidi Hoca! Politikacılarımız onun nüktelerini konuşmalarına uygulasa büsbütün gerilen sinirlerimiz biraz olsun yatışır mıydı, acaba?

Özbekistan et sevenler memleketi. Hatta bütün Orta Asya öyle.

Bir eve gittiğinizde misafir odasına buyur ediliyorsunuz. Misafir ağırlanan odada çok büyük bir masa var. Gittiğim bütün evlerde böyle gördüm. Eni bir metreden fazla, boyu üç metre filan. Bazı evlerde yüksek, etrafında sandalye ve koltuklar; bazı evlerde alçak, yer masası, etrafında minderler. Misafir odası demek, yemek odası demek. Gelen misafir doğrudan masanın başına buyur ediliyor. Gidene kadar masanın başındasınız! Sofra hiç kalkmıyor! Yeme içme faslı bitmiyor. Misafirlik demek yeme içme demek! Masanın üzeri son derece süslü. Özbek soydaşlarımız altın rengini seviyor. Altın renkli ayaklı tabaklarda türlü çeşit şekerlemeler, kuru yemişler. Sonra salatalar, meyveler… Börekler, çörekler, kurabiyeler… Hepsi aynı anda masanın üzerinde. Sonra ekmekler… Ah o ekmekler! Özbek ekmekleri birer sanat eseri! Herkes oturduktan sonra sıcak yemekler geliyor. Yani etler! Kısacası masaların üzerinde yok yok! Türkiye Türkçesi’ni iyi anlayan ve konuşan ev sahibi Muhtar Bey’e Masa da Masaymış ha! şiirinden birkaç mısra okuyoruz.

Masa da masaymış ha!

Bana mısın demedi bu kadar yüke.

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam koyuyordu.

Özbek sofraları

“Biz,” dedi Muhtar, lâtife yaptı, “dünya dertlerini sırtımızda taşıyoruz, masaya koymuyoruz.”

Kapıdan kim girse masanın başına oturuyor. Onun (veya onların) getirdikleri de masaya konuyor. Masa bana mısın, demiyor! 

Ve kapıdan kim girse hemen herkes el açıp kısa bir duada bulunuyor. Biri geldiğinde de dua ediliyor, biri gideceğinde de. Misafir, kapı komşusu bile olsa, hemen eller açılıp dua ile karşılanıyor, dua ile uğurlanıyor.

Önce yeşil çay… Evlerde de lokantalarda da yemek yeşil çay ile başlıyor. Yeşil çay için tercih edilen porselen çaydanlık lacivert ve altın rengi yaldızlı, üzerinde beyaz pamuk çiçeği motifi var. Gördüklerimin hemen hepsi bu renk ve desende. Özbekistan pamuk memleketi! Çay çaydanlıkla bir örnek kulpsuz porselen kâselerde içiliyor. Veya fincan diyelim. Kâseye az bir miktar çay koyup sağ elleriyle uzatırken, sol ellerini de kalplerine götürüyorlar. Kâseleri ağzına kadar doldurmamalarının sebebi, kulpsuz ya, tutması kolay olsun diye düşünmüştüm. Sonra bize bizim bildiğimiz cam çay bardakları ile de çay ikram ettiler. Bardağı yarısına kadar doldurarak! Allah Allah! Dudak payı desem, değil. Unuttular galiba dedim. İkinci defa da aynı şey oldu. Çay bardağın belinde! İki yudumda içtim. Tekrar çay koydular, çay yine bardağın belinde. Sordum. Cevap çok hoştu. Dediler ki, “Bardakları, fincanları ağzına kadar doldurursak, bu misafire hadi çayını iç te git demektir. Halbuki kapları yarısına kadar doldurur da ikram edersek, bu, sohbet uzun sürsün, tekrar tekrar çay koyalım, çok oturalım demektir, yani mihmana itibarı gösterir.”

Bu cevabı çok sevdim ama düşündüm gittim.

Yarısına kadar doldurulan bardaklar

Oya gibi işlenmiş Özbek ekmekleri

Yıllar önce Kazakistan-Almatı’da da bir ev ziyaretimiz olmuştu. Orada da misafir odası yemek odası idi. Eve girdik, çıkana kadar yeşil çaylı ve çok süslü masanın başından kalkmadık. “Dastarhan” kelimesi ile ilk orada tanışmıştım. O sofrada müzik de vardı.

Amerika’da çok yaşlı bir Doğu Türkistanlı dostumuz olmuştu, artık rahmetli. Tam bir aksakal. Bir keresinde demişti ki, “Biz Türk illerini sofra başında kaybettik. Biz sofra başlarında otururken Ruslar geldi, topraklarımıza el koydu.” Tumor köyündeki ihtişamlı sofraların başında o sözler yine aklıma geldi. Timurlu hanedanından, Maveraünnehir ve Horasan hâkimi Hüseyin Baykara’nın meşhur meclislerinden gelen bir gelenek midir bu sofra kültürü, bilmem.

Mihman olduğumuz için ve “mihman atandan uludur” dedikleri için köy halkı bizi evlerinde misafir etmek için sıraya giriyor. Ve misafirlik demek masa başına oturmak demek. Dedik ki, bu kadar yemek yenir mi? Bir sofradan kalkıp ötekine gidiyoruz. Midemizde yer kalmadı! Köyden yüksek tahsil yapıp diş doktoru çıkmış ilk kişi olan -köyün aksakallarından- Şükrullah Bey bir tekerleme dillendirdi: Îşânın karnı beştir, biri her daim boştur.”

“Îşân” Türkistan illerinde kerâmet sahibi kabul edilen şeyh, tarikat büyüğü demekmiş.

Özbekler genç evleniyor. Ailelerin çocuk sayısı, dört, beşten aşağı değil. Genç bir nüfus var. Genç erkeklerin çoğu yaz aylarında Kazakistan’a gidip inşaat işlerinde çalışıyormuş. Ayrıca tarım, hayvancılık… Okuyup memur olanlar var. Kadınların bir hüneri terzilik. Bir çok evde terzi atölyesi olarak kullanılar odalar var. Dikilen kıyafetler çarşıya, pazara toptan teslim ediliyor. 

Tumor’un nüfusu 5000’e yakın. Köydeki birinci sınıftan onbirinci sınıfa kadar eğitim veren okulda 800 öğrenci okuyor. Okul park gibi bakımlı, bol ağaçlı, çok geniş bir bahçe içinde birkaç binadan meydana gelmiş. Gittik, öğretmenlerle tanıştık, yıllar ve yıllar sonra bir dershane sırasına oturup ders dinledim. Dilbilgisi dersiydi. Sonra bir İngilizce dersi sınıfına girdik, orada da öğretmen kürsüsüne oturttular. Öğrenciler meraklı gözlerle bu “yabancı”ya bakıyorlardı. Kimi beni yeni tayin olmuş üstaz sanmış. Öğretmen…

Genişlik var Özbekistan’da. Köy evleri, avluları geniş. Köyün sokakları geniş. Geniş ve düzgün. Kaldırımlar geniş. Bu şehir planlaması sanırım Sovyetlerden kalma.

Bir köy düğününe de denk geldik. Erkekler sabah namazını kılıp düğüne gitti. Kuşluk vakti onlar gelince biz kadınlar gittik. Düğün oğlan evindeydi. Yine zengin sofralar, müzik, dans… Mahallî kadın kıyafeti uzun, parlak renkli, pırıltılı, süslü elbiseler… Gelinle damat orada yoktu, akşama “gelin getirme” yapılacakmış. İki ailenin büyükleri, yakınları mikrofonu alıp kısa bir konuşma yapıyor, sonra oynamaya başlıyordu. Öteki hanımlar da kalkıyor, Özbek havaları eşliğinde, kollar bir sağa, bir sola…. Bizde düğünlerde biri veya birileri oynarken, bilirsiniz başından paralar atılır. Orkestranın ayarladığı bir delikanlı paraları toplayıp orkestraya götürür.  Özbeklerde de aynı âdet var. Yalnız para yere atılmıyor, oynayan kadınların eline tutuşturuluyor. Küçük bir oğlan o paraları toplayıp müzisyenlere götürüyor. Fakat bizde olmayan bir şey daha var. Oynayan hanımlara müstakbel çiftin yakınları oynadıkları sırada hediyeler getiriyorlar. Herhalde düğüne renk kattıkları için. Kumaş, havlu, eşarp, atkı benzeri tekstil ürünleri. Dans eden hanımların kucağı hediyelerle doluyor. “Türkiye’den mihmanımız var” diyerek beni de mikrofona çağırmasınlar mı?! Kalkıp birkaç cümle söyleyip iyi dileklerde bulundum ve “kurala uyarak” oyuna katıldım. Hayatında hiç bir düğünde oynamamış ben, Fergana vadisinin Tumor köyünde Özbek havalarına ayak uydurdum! Kollar bir sağa, bir sola… Avucum paralarla, kucağım hediyelerle doldu!

Bir hafta kaldığımız Tumor köyünde ezan sesi duymadık. Bir mescit var, fakat ezanın dışarı okunması yasak. Zaten minaresi yok. Etrafı duvarla çevrili, avlulu, bütün öteki evler gibi bir ev. Mescidin içinde ezan okunabiliyor. Burası Sovyetler zamanından beri mescit imiş. Köy halkı açar, komünist idare kapatırmış. Açıla kapatıla devam ederken… Sovyetler dağılıp Özbekistan bağımsızlığına kavuşunca  açılmış ama izinsiz açıldığı için yine kapatmışlar. Şimdi de resmen mescit değil, “yaşlılar merkezi” kabul ediliyor. Her çarşamba öğle vakti erkekler toplanıyor, Özbek pilavı yiyip öğle namazı kılıyorlar, sohbet ediyorlar. Sadece çarşamba günleri… Mescitte beş vakit cemaatle namaz kılınmadığı gibi, cuma namazı da kılınmıyor. Erkekler cuma namazı için bölgenin büyük şehri Hokand’a gidiyor. Neden böyle diye sorduk. Sovyetlerin dağılmasından sonra bu bölgeye Vehhabi gruplar el atmış. Özellikle bu bölgeye. Zira, Fergana Vadisi dağlarla çevrili ve Tacikistan ve Kırgızistan sınırları çok yakın. Kontrolsüz sınır geçişleri kolay. Başkente en uzak bir nokta, devletin kontrol etmesi güç. İslam Kerimov zamanında belki bu gidişatı önlemek, ortamı Vehhabilere kaptırmamak için, ya da komünist dönemden kalma alışkanlıkla köyde, kırsalda dinî hayatı baskılamak yoluna gidilmiş. Şu anda Vehhabi tehlikesi yok diyorlar, Kerimov da yok ama gördüğümüz üzere aynı izinsizlik hali devam etmekte. Zaman zaman hükûmetten görevliler gelip kontrol ediyor, buranın mescit olmadığını, burada namaz kılamayacaklarını bildiriyormuş. Yalnız Tumor köyünde yeni yapılmakta olan bir cami var, inşaatına gittik. “Burası…” dediler, “gerçek bir cami olacak. İnşallah minaresi de, resmî imamı da olacak, cuma da kılınacak.” 

Ben bu yazıyı yazarken Muhtar Bey’den mesaj geldi, köy halkından kimileri hergün orada namaz kılmaya devam ediyor diye, üç gün önce mescit binasını yine kapatmışlar. Artık çarşamba günleri pilav ve öğle namazı da yok! Bakalım ne zamana kadar?

En arka sırada oturan benim!

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

2 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar