Yükleniyor...
Geçen gün, işten güçten fırsat buldum, birazcık gezineyim diyorum. Cebeci taraflarından, Kurtuluş Parkı’ndan Kızılay’a doğru iniyorum. Bir telefon: hanım arıyor. Açtım telefonu, meğer-ben her ne kadar atlattım sansam da, -bizim oğlan numarayı yutmamış, o günün tatil olduğunu da biliyor- “Babamla ille de ben de gezeceğim.” diye tutturmuş. Çare yok, dönüp alıyorum oğlanı. Hâliyle yolum uzuyor, vakit kaybetmek de istemiyorum, akşama maç var, bizim için önemli de maç. Sonuçta ezelî rakip. Metroya biniyorum, iniyorum Kızılay’a.
Kafamda başka şeyler var, fikrimce o eskiden, öğrencilik yıllarımızda bol bol gittiğimiz mekânlardan birine gideceğim. Fakat çocuk küçük, oralar gürültülü, huzursuz olacak, beni de huzursuz edecek. Zaten gitmek istediği yer de başka, açık açık söylüyor, oyun parkı mı ne varmış, oraya götür beni, diyor. Kaçarı yok, gidilecek.
Biraz sonra varıyoruz oyun parkına. Allah var, babam da hep söylerdi, bizim çocukluğumuzda böyle yerler, şeyler, oyuncaklar yoktu. Gerçi babalarımızın çağına göre, teknolojinin çok geliştiği bir çağda yaşadık; fakat değil hayalini kurmak, ihtimal vermezdik böyle şeylerin sadece oyuncak niyetine yapılacağına. Öyle oyuncak arabalar yapmışlar ki meselâ, ehliyet kursuna falan gerek yok, içine bin öğren. Bizse gençliğimizde ancak çarpışan arabalara binerdik.
Çocuk bu, keyfi yerinde oldu mu yorulmaz, gerçi bu yaşta yorulsa da yorulduğunun farkına varmaz. Gidelim, diyorum, diretiyor gitmemek için. Paramız bitiyor, diyorum, yemiyor. O eğleniyor eğlenmesine, ben sıkıntıdan patlıyorum. Az bir zaman daha geçiyor, benimkisi can sıkıntısını aşıyor. Tam çocuğa kızacağım, omzumda bir el… “Vay be abi,” diyor, “on beş sene oldu.” Askerlik arkadaşıma rastlıyorum, o da iki elinde iki çocuk, benimle aynı vazifeyi yapmaya çıkmış dışarı. Adı Ahmet’ti, hatırlıyorum. Diyarbakırlı. Sorana “Amedli Ahmed” derdi.
Sohbet ediyoruz, havadan sudan. Eşleri, işleri soruyoruz. O kadar dikilip konuşuyoruz, sohbet iki adım öteye gitmiyor. Eski günleri yâd edeceğiz, korkuyoruz. Tanıyoruz çünkü birbirimizi. Sonu hoş olmayacak. Çocuklar çekiniyorlar, daha henüz tanışmıyorlar bile. “Böyle olmaz,” diyorum, “zannediyorum sen Türkiye’de yaşamıyorsundur da. Bir daha kim öle, kim kala! Birbirimizi nerede göreceğiz? Oturup iki sohbet edelim.” Çıkıyoruz oradan.
O eski günlerde, öğrencilikte gidilen mekânlardan birine gidiyoruz, başlıyoruz konuşmaya. Sohbet yine tatsız, sıkıcı. Çünkü konuşacak çok şey yok. Ortak bir yaramız var, ortada bir suçlu var. “O da ben değilim.” diyorum içimden. Çocuklar hâlâ kaynaşamadılar.
“Oğlanın adı ne?” diyorum, “Piroz,” diyor. Öğrencilik günlerimden hatırlıyorum Piroz’u, “Kutlu yani,” diyorum. “Sizde öyle, evet.” diyor. “Kız epey büyümüş, gerçi sen askere geldiğinde de evliydin. Kız var mıydı o zaman?” diyorum, “Asker bittikten bir sene sonra oldu.” diyor; “Dijle.” “Ha, Dicle yani.” diyorum, “Sizde öyle, evet.” diyor. “Ne zaman sizli bizli olduk?” diyeceğim, diyemiyorum.
Dicle’yi hatırlıyorum, gençliğimde görmüşüm. Dicle vatan bizim için, Musul nasıl vatansa, Kerkük gibi vatan. Bir de Fırat vardı, eski vatandan hafızamda yer tutan. Fakat şimdi? Demek sizli bizli olduk ha! Olduk ya. Olmasak, şu çocuklar bir saattir yanyana oturuyorlar, kaynaşırlardı elbet. Dicle gibi, Fırat gibi kaynaşırlardı hem de. Kaynaşamıyorlar. Kaynaşamazlar. Çünkü bugün, Dicle-Fırat başka yerde kaynıyor, Sakarya başka yerde. Bir de televizyon dizisi vardı “Sakarya-Fırat.” Şimdi ne kadar uzaklarda kaldı, heyhat!
“Akşam izleyecek misin maçı?” diyorum. “Elbet,” diyor, “beraber izleyelim.” İzleyelim ya. Hanımı arıyorum, haber veriyorum. Böyle böyle, diyorum. Seviniyor, eve davet ediyor, Ahmet’i ikna edemiyorum. Kalacak yerleri varmış, gitmeleri de lâzımmış.
Çocuklara bakıyorum: Vaziyet kötü! Benim oğlan, yaşı küçük, bir şeyler söylüyor, Piroz öyle bakıyor suratına. Anlaşamıyorlar. Piroz bir şey diyor, benimkisi ömrümde görmediğim bir şaşkınlıkla bana bakıyor. Şaşırıyor çocuk, haklı da. Kendisi anlaşamıyorsa o çocukla, ben babasıyla nasıl anlaşıyorum? Dijle giriyor da devreye, Allah’tan onun üç beş kelime Türkçesi var, tercümanlık yapıyor. Dalgamı geçiyorum, “İyi,” diyorum, “senin kızın şimdiden çat pat bir yabancı dili var.” Gülüyor; “Var da,” diyor, “bizde Türkçe bilmek geçer akçe değil; unutmaya çalışıyoruz!”
Demek unutmaya çalışıyorsunuz! Kızıyorum, içten içe köpürüyorum, dışa vuramıyorum. Aynen yıllar önce yaptığım gibi susuyorum. “Unutmak ihanettir!” diyemiyorum.
Kalkıyoruz oradan, maç saati de yaklaşmış, gidiyoruz maç izlenecek bir yere doğru. “Bari çocukları bizim eve bıraksak…” Bırakıyoruz, eve yakın bir yerde de maçı izlemeye karar veriyoruz.
Önemli maç bizim için. Yenersek Avrupa Şampiyonası’na katılacağız, gruptan birinci çıkacağız. Hoş, yenemezsek de elemeler var gerçi ama; herkes yeni hocadan umutlu, takım da iyi, gençleşmiş, “yeni jenerasyon” anlayacağınız. Kimse iş zora sokulsun istemiyor.
Maç başlıyor. İlk devre bitiyor, gol yok. Dakika elli beş, saldırıyoruz, gol bulamıyoruz. Altmış, yetmiş üç, seksen sekiz… “Ulan Ahmet, sizden bize ne zaman hayır geldi ki şimdi gelsin.” diyorum, gülüşüyoruz. Biz gülüşüyoruz ya, insanlar bize ters ters bakıyorlar. Dakika doksan bir oluyor. Ava giderken avlanıyoruz işin açığı. “Güzel şeyler oluyor!” bir deyişe göre. Sağ kanattan hücuma çıkacakken topu kaptırıyoruz, savunmamız da hazırlıksız yakalanıyor. Oyunun yönünü değiştiriyor bir an rakip. Savunmanın arkasına kaçan adama bir pas, o da boştaki adama çıkarıyor, kaleci de ters ayağının üstünde kaldı mı anasını satayım… Golü yiyoruz. Avrupa Şampiyonası gene elemelere kalıyor. Bizim Ahmet kalkmış, sevinçten haykırıyor: Goool! Türkiye:0-Kürdistan:1…
Bereket uyanıyorum; üstüm açık kalmış. Örtünüp “uyumaya devam ediyorum.”