Yükleniyor...
İKİ YIKIM,[1] İKİ ÇÖKÜŞ
“Süngü ile silahla, kanla elde ettiğimiz zaferden sonra, kültür, bilim, teknik, ekonomi gibi alanlarda zafer kazanmak için çalışacağız. Milleti refah ve mutluluğa götürecek bu alanlarda güvenle, başarıyla yürüyebilmek ise, yalnız bir şarta bağlıdır. Bu şart bulunmazsa o alanlarda başarımız olanaksızdır. Bu şart şudur: Milletin, doğrudan doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olmasıdır.”[2] ATATÜRK
1- 1838-1914 BİRİNCİ LİBERAL EKONOMİ POLİTİKA UYGULAMA dönemi
Osmanlı İmparatorluğu’nun batışındaki temel nedenlerden biri ve hatta en önemli çöküş faktörü 1838’den itibaren yapılan “kontrolsüz liberal” iktisadi, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı’yla yapılan ekonomik-siyasal düzenleme ve 1854’te başlayan dış borçlanmadır. Sonuç olarak Türkiye’de uygulanan BİRİNCİ LİBERAL EKONOMİ POLİTİKA denemesi Osmanlı Türkiye’sini çöküşe götürmüştü. İkinci liberal ekonomi politika denemesi de Cumhuriyet Türkiye’sinde, birincisinden 150 yıl sonra 24.OCAK.1980’de uygulamaya konuldu ve hala uygulanmaktadır.[3]
1838-1914 tarihleri arası Türkiye’de “Birinci Liberal Ekonomi” denemesi dönemidir. Bu dönemde Batı Avrupa’nın ticaret sermayesi ile mali sermayesi, yabancı şirketler, gayrimüslim tüccarlar ve dış borç sarmalının neden olduğu Düyun-u Umumiye İdaresi esas belirleyici unsurlardır. Açıkçası “cephe gerisindeki yıkıcı” şartların oluşmasında yukarıda kısaca sayılan “unsurların” Osmanlı yurdundaki ekonomik hȃkimiyetinin büyük payı vardır.[4]
Osmanlı İmparatorluğu, Urguhart-Porsonby-Palmerston üçlüsünün taslağını hazırladığı 1838 Balta Limanı Serbest Ticaret Antlaşması ve bir yıl sonra 1839’da ilan edilen Tanzimat, taşıdığı ekonomik ruh itibariyle, 1838’in kesin bir uzantısı ile risk-kontrol sarmalına alınmıştır. Dahası 1838’de Osmanlı yurduna giren İngiliz ticaret sermayesinin yanında 1854’ten itibaren İngiltere ile Batı Avrupa’nın mali sermayesi de yerini almış ve 1875’te Osmanlı Türkiye’si dış borçlarının faizlerini bile ödeyemez durumuna düşünce Düyun-u Umumiye İdaresi devreye sokulmuştu.
Bu arada petrol denen “sihirli” madde keşfedilmişti. Batı’nın Endülüs’e uyguladığı ve başarılı olduğu “rekonkista” Vatikan patentli politikası, Osmanlı’ya karşı “şark meselesi” olarak çoktan uygulamaya konulmuştu. Şark meselesini “çözmek” artık iki kere lüzumluydu:
Birincisi toprağın üstündeki Türkleri Anadolu’dan sürüp çıkarmak,
İkincisi “kutsal kadim Hıristiyan toprağı” Anadolu ve hinterlandının altındaki petrol denizi kapitalizmin adeta “kutsal iksiriydi” ki bu, birincisinden daha hayati öneme sahipti.[5]
“Ham güç” petrol politikalarıyla insanlık tarihinin ilk küresel hesaplaşması bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu ölüm döşeğindeydi.
ÇÖKÜŞE GİDİŞİN ŞARTLARINI HAZIRLAYAN ZİHNİYET
Türkolog Melikof’un Osmanlı İmparatorluğu için söylediği şu söz oldukça anlamlıdır:
“Osmanlılar, toprağa toprak kattı ama değerlere değer katamadı.”
Osmanlı İmparatorluğu Piri Reis gibi bir denizciyi önce yetiştirdi, sonra merkezi hükümete egemen gulam/köle Enderun Mektebi kliğinin tertipleriyle katletti ve onun muhteşem haritacılığından yararlanamadı.
Tüfek icat olunduğu yıl Osmanlı Türkiye’si topraklarına getirildi ama matbaa 329 yıl sonra Müslüman Türk’le tanışabildi. Batı dünyası 17. yüzyılda “keşifler”, 18. yüzyılda “aydınlanma çağına” ve “sanayi devrimine” matbaalarda basılan binlerce çeşit, milyonlarca adet kitaplarla ulaşmıştı.
İstanbul’daki tophaneler, tersaneler, baruthaneler, dökümhaneler, kȃğıthanelerle benzerleri birer büyücek işyeri olarak kalmıştı. Bir Alman Krupp ya da Çek Skoda‘ya dönüştürülemedi. İmparatorluğun kuruluş yıllarında ve 16. yüzyılın ortalarına kadar dünyanın dört köşesinden çağırıp şeref payesi verdiği bilim, sanat adamlarını daha sonra unutmak bir yana, kendi özüne ait olanlara da yeterli özeni gösteremedi.
İşin bir de teolojik, halifelik ile gelen yönü var. Mehmet Niyazi Özdemir’in çalışmalarına göre, Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Memluk Sultanı’nın elinde oyuncak olan Halife Mütevekkil’den halifeliği devralınca, Kahire’de İslam’ın Eş’ari itikadıyla yetişen ve sayıları iki bin kadar olan ulemayı İstanbul’a getirdi (1517). Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’u dünyanın bilim başkenti yapma gibi yüksek bir idealden kaynaklanan bu bilim insanı şevki maalesef hiç işe yaramadı. İstanbul’da Semerkant-Buhara ekseninden gelen ve İngiliz tarihçi Prof. Arnold J. Toynbee’nin (1889-1970) “Kuzey Müslümanlığı” olarak tanımladığı “İmam Ebu Hanife – İmam Matüridi” ekolüne bağlı bilginlerin Osmanlı İmparatorluğu medreselerinde “akıl” ile “nakil” arasında kurduğu sağlıklı denge, “Güney Müslümanlığı” denen Eş’ari inancından gelenlerin etkisiyle tamamen zaman içinde bozuldu. Araştırma ve geliştirmeye dayalı ilim ve teknoloji üretimi tamamen durdu. Pozitif bilimlere yeterli önem verilmedi. Araştırarak tahkiki /bilimsel iman etmenin, taklidi imandan üstün olduğunu savunan Matüridi ekolü gittikçe güç kaybetti.[6]
Matbaanın 1455’te John Gutenberg tarafından icadı ve hızla Avrupa’da yaygınlaşması, Avrupa’da geniş milli entelektüel kesimin doğmasına önemli katkıda bulunmuştur.
“Fransız Devrimi çok sayıda düşünür ve aydınların katılımıyla gerçekleşmiş; İngiltere ise yabancı soylu tüccar sınıfını (Hansiatik) saf dışı bırakarak yerlilik kimliğini taşıyan aydınlarını yönetime geçirmek suretiyle ulusal kimliklerini kazanmıştır. Hatta İngiltere’nin sanayi çağını başlatmasında bu milletleşme olgusunun etkisi büyük olmuştur.”[7]
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk matbaası İstanbul’da Yahudi cemaati tarafından 1493’te kuruldu. Ermeniler 1567’de, Rumlar 1627’de İstanbul’da kendi matbaalarını kurmuşlardı.
Türkler, İbrahim Müteferrika’nın İstanbul-Vefa’da kurduğu matbaayla 1727’de tanıştılar. 1727-1875 tarihleri arasında, 148 yılda basılan kitap türü sayısı sadece 2900 çeşitti.[8]
Buna karşılık 1522’de Avrupa kütüphanelerinde 10 bin el yazması kitap varken, 1625’te bu sayı matbaanın icadıyla 10 milyon kitap olarak belirtilmektedir. 1600’lü yıllarda Avrupa’da basılan kitap çeşidi sayısı 10 bin dolayındayken, matbaanın icadından, yani 1455’ten 1875 tarihine kadar geçen 420 yılda Türklerin matbaada bastığı kitap sayısı ise sadece 2900 çeşitle sınırlı kalmıştı.
Halbuki, Müslüman Türk milletinin kitabı Kur’an’ın ilk emri: “OKU!”. Ama Türk milleti, okumamanın bedelini Osmanlı Türkiye’sinde çok ağır ödedi. Cumhuriyet Türkiye’si de benzer “hastalığın” pençesinde kıvranıyor.
KUR’AN, MUHATAPLARINA BİLGİ AKIL TOPLUMU OLUŞTURMAYI ÖNERİYOR
Hz. Muhammed’in (selam, saygı ona) döneminden önce, okumaktan daha çok, dinlemek önemliydi. Önceki peygamberlere “Ve ben seni seçtim; o halde vahyedilecek olanı dinle!”[9] denirken Saygıdeğer Muhammed’e “Yaratan Rabbinin adına oku!”[10] buyrulmuştur. Ayrıca Kur’an’la başlattığı bilgi çağının insanlarına Yüce Allah, kendisine kulluk edip teslim olmak ve Kur’an OKUMAK görev ve sorumluluğunu vermiştir:
“Ben sadece, bu beldenin Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Orayı saygıya layık kılmıştır O. Her şey O’nundur. Ben, Müslümanlardan /Allah’a teslim olanlardan olmakla emrolundum.”
“Ve Kur’an okumakla emrolundum. Artık kim yola gelirse kendi nefsi için gelir. Sapmışa gelince, böylesine de ki: ‘Ben uyarıcılardan biriyim. Hepsi bu!”[11]
“OKU!” buyruğunu içeren ayetlere bakınca, İslam’da OKUMANIN BİRİNCİ GÖREV VE BİRİNCİ İBADET OLDUĞU görülecektir. İdeal, bilgi çağının toplumu ve uygar olmanın birinci şartı eğitim almak, öğretim görmek, yani okumaktır.
Kur’an “oku” buyruğuyla, eğitim ve öğretim faaliyetinde üstünlüğü kulaktan alıp göze vermiştir. Artık genelde insanlık, özelde Müslümanlar, okuyarak yani ARAŞTIRARAK bilgiye ulaşacaklardıR. Yetişkin insanlar, yetişkin bilgi çağı toplumları, dinlemekten çok okuyarak kendilerini eğitmelidirler. İdeal toplum, okuyan insanların omuzlarında kurulup yükselecektir.[12]
Osmanlı’nın 1838-1914 dönemi, dış borç ve serbest ticaret yoluyla, yani iktisadi metotlarla bir devletin, bir milletin nasıl göstere göstere yok edildiği tarihi bir kesittir. Ya da şöyle diyelim, küresel sermaye elitlerinin Waterloo Savaşı’ndan (1813-1815) itibaren başlattıkları her ekonominin veya her paranın bir siyaseti vardır politikasının ilk kurbanı, Osmanlı Türkiye’si ve bu dönemde can veren altı milyon Müslüman Türk olmuştur.
Elbette hemen 2009 sonunda 521 milyar dolar borç stoku olan devletimiz, Cumhuriyet Türkiye’si aklınıza gelecektir. Yabancı sermayenin “masum isteklerini”, hangi verimsiz ve istihdam sağlamayan alanlara yatırım yaptıklarını, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin nasıl da bugünün IMF’sine benzediğini göreceksiniz. Reji İdaresi’nin pervasızlığını okudukça bugün daha beterlerinin Cumhuriyet Türkiye’sinin başına musallat edildiğini görecek ve derin bir ah çekeceksiniz. [13]
2- 1980-2014 İKİNCİ NEO-LİBERAL EKONOMİ POLİTİKA UYGULAMA DÖNEMİ
Türkiye’nin Batı’yla ekonomik durumu değerlendirilirken, Türklerin 4. yüzyıldan itibaren Batı’yla ilişkileri ve Müslümanlık faktörü mutlaka göz önüne alınarak yapılmalıdır. Aksi halde tam gerçeğe ulaşamayız. Milli ve uluslar arası pek çok deneyimler, ülkemiz üzerinde Batı’nın din – siyaset felsefesi – finansman/ekonomi üçlüsüne dayanan hesaplarını esefle görmekteyiz.
1978 Washington Mutabakatı’ndan sonra Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ekonomik istikrarın sağlanması için IMF, uyum ve dönüşüm için WB hazır reçetelerini kullanmaya zorunlu bırakıldılar. 24 Ocak 1980 Kararları’ndan sonra Türkiye, neoliberal dönüşüm ve uyum sürecinde, siyasal iktidarların uyguladığı IMF /WB icazetli programlarla sık sık ekonomik-mali krize girmiştir. Bu süreçte doğrudan istihdam amacı olmayan IMF destekli istikrar politikalarının uygulandığı bilinmektedir.
IMF patentli istikrar programları;
Büyüme ve istihdam önceliği yoktur.
Dış borçlanma sürecini hızlandırarak ülkenin DNA ya da genetik kodlarını değiştirmeyi hedef alır. Ancak bu girişimlerin Türkiye dahil hiçbir gelişmekte olan ülkede sağlıklı bir kalkınma, büyüme ve istihdam sağlamadığı da 30 yıllık bir deneme-yanılmanın sonunda ortadadır.
Türkiye 30 yıllık bir IMF /WB destekli istikrar-dönüşüm-uyum neoliberal ekonomi politikası uygulamanın sonucunda kalkınma ve sanayileşmesini tamamlayamamış, yeterince ileriye götürememiştir. Büyüme hızı düşmüş, yüksek oranlı işsizlik müzminleşmiştir. Üstelik bu sürecin başında yaklaşık 14 milyar dolar olan ülkenin iç ve dış borç stoku 30 yılın sonunda 521 milyar dolar (2009 sonuna göre) gibi devasa bir meblağa ulaşmıştır. Bu süreçte tarım çökmüş, gelir bölüşümü bozulmuş, Türkiye’de sayısı beş bin kişi dolayında olan ultra bir rantiyeci kesim oluşmuştur. Açıkçası Türk ekonomisi “Flemenk hastalığı”na yakalanmıştır. Yani nüfusun % 1’i sistemden nemalanırken, % 99’u giderek daha fazla yoksullaşmıştır.[14] Halbuki Atatürk’ün dediği gibi:
“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasal, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve huzura erişeceğimiz inancında değiliz.”[15]
Bir milyarlık Batı, son 350 yıldır dört milyarlık Doğu’nun ensesine vurup ekmeğini almaktadır. İngilizler 1500 kişiyle koskoca Hindistan ve Pakistan’ı işgal etmişler ve bugün dahi varlıklarını, kurdukları düzenle sürdürmektedir. Arap dünyasını biliyoruz. Bunun gibi Güneydoğu Asya ülkelerinin pek çoğu 500-1000 kişilik taburlarla Fransız, Hollandalı, Alman, Belçikalı vs tarafından işgal edilmişlerdir. Afrika’nın durumu bunlardan farksızdır. Batı’nın, ensesine tokadı vurup, ekmeğini ağzından alamadığı tek istisna Türk milletidir. Anadolu’nun Müslüman Türk evladı tarihin en zor döneminde dahi Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve kahraman ordusunun önderliğinde Anadolu coğrafyasını emperyalizme dar etmiştir.
Milletler, devletler coğrafyaları üzerinde vardır. Devletleri karşılaştırırken coğrafyaları göz önünde bulundurmak zorundayız. Ülkenin iç politikası, dış politikası ve her şeyden önce milli kültürü ve milli ekonomisi ile milli coğrafyasının hinterlandı birlikte incelenerek anlaşılabilir.[16]
Bugün, Türk milleti XX. yüzyıldaki emperyalizme karşı sonu zaferle sonuçlanan şanlı mücadelelerini günümüzde bir kez daha tarihi yeniden tekrar bağlamında vererek vatanında tam bağımsız yaşama mutluluğuna erişebilecektir.
[1] Bu yazı, Sayın Dr. Ramazan KURTOĞLU Bey’in “Türkiye Ekonomisi (1838-2010) Mali Bağımlılık, Büyüme, Krizler ve Siyasi Sonuçlar (Zihniyet-Borç-Büyüme-İstihdam, 1838—1914 Dönemi ile 1980 Sonrası Benzerlikleri)” adlı çok değerli ve gerçekten çok önemli akademik, yoğun emek ve bilinç ürünü eseri esas alınarak hazırlanmıştır. 171 yıllık “TÜRK POLİTİK İKTİSADI”nı ele alan bu eser “detaylı bir kaynak” hüviyetindedir. “Bilgi güçtür, dün bugündür” diyen Sayın Dr. KURTOĞLU’NU gerçek Yurtseverlik Bilinci örneğindeki bu çalışmaları nedeniyle kutluyor, teşekkürlerimi, saygılarımı sunuyorum.
[2] 1923 ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ, c. II, s. 135.
[3] KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010) Mali Bağımlılık, Büyüme, Krizler ve Siyasi Sonuçları, Sinemis Yayınları, Ocak, 2012, Ankara, s. 216.
[4] KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 213.
[5] KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 205-206.
[6] Bakınız: KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 223.
[7] TÜRKDOĞAN, Prof. Dr. Orhan, Ulus-Devlet Düşünürü Ziya Gökalp, İstanbul, Mart 2005, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 10’dan aktaran: KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 221.
[8] BAYSAL, Jale, Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar, İstanbul, 1968, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, s. 29-45’ten aktaran: KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 221.
[9] Yüce Kur’an, TA-HA 20/13.
[10] Yüce Kur’an, ALAK 96/1, 3; MÜZZEMMİL 73/4; ankebut 29/45.
[11] Yüce Kur’an, NEML 27/91-92.
[12] BAYRAKLI, Prof. Dr. Bayraktar, Kur’an’a Göre İdeal Toplum, İstanbul, 2012, s. 50.
[13] KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 6.
[14] KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. iv.
[15] 1921, ATATÜRK, NUTUK, c. II, s. 623-624.
[16] KURTOĞLU, Dr. Ramazan, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), s. 7.