Yükleniyor...
Son yaprakları da yele verip ak yorganı başına çeken her ağaç kış uykusuna dalar. Son güzden bahara dek süren derin uyku, ağaçlar için geçici ölümdür. Baharla birlikte toprak ısınmaya, doğa uyanmaya başlayınca ölümün yaşamla nöbet değişiminin de zamanı gelmiş demektir.
Kökten gövdeye yürüyen suyla başlayan canlanma kısa zamanda uç dallara kadar uzanır. Yeni filizlerin tomurcuklanıp yapraklanması, çiçeğin meyveye dönmesi su yürümeden olmaz. Suyu köklerinden havayı yapraklarından alan her ağaç, kaderinde yazılı doğa nöbetini vade tamam oluncaya kadar ayakta tutar.
Kaç güz, kaç bahar görmüş, kaç kışı, kaç yazı geride bırakmış bahçedeki ceviz ağacının keyfi yerinde olmalıydı. Dallardansüren yeni şıvgınların uçları püsküllenmiş, filizlerin kabukları kızarmaya başlamıştı. Kök çillerinden en uçtaki çim çim dallara uzanan tatlı ürperişler içinde her zerresinde hissettiği bahar sarhoşluğunun demini birkaç hafta daha sürecekti. Nisan başından beri ağaçtaki kıpırdanışı, canlanıp serpilmeyi kollayan Hüseyin Dede, artık vaktidir diye düşündü. Cevizin su yürümüş, tava gelmiş şıvgınından Kerem’e düdük çıkaracaktı. Ağırdan alıp, Mayısa sarkarsa suyu kaçar, kabuk sertleşir, iş gelecek yıla kalırdı.
İple çekilen Cumartesiler torunların olduğu kadar büyüklerin de bayramıydı. Hafta sonları, dede evinde kahvaltıyla başlayıp, gece yatısıyla sürecek konukluk günleriydi torunların. Dedenin birbirine ulanıp gece yarılarına uzayan masalları, anneannenin tadından yenmez börekleri, çörekleri ayrıcalıklı konuklar gelmeden hazır olurdu.
O cumartesi de yükte hafif, pahada ağır misafirler üçüncü kata kucakta çıktılar. Bilgesu Vahide’nin, Kerem Hüseyin’in kısmetiydi. Torunların kahvaltıya iştahla yumulmasını kendi boğazlarından geçmişçesine hazla seyrettiler. Kahvaltıdan sonra anneanne sofrayı toplarken Kerem dedesiyle aşağı indi. Nisan ortasının serinliğin yerini Mayıs ılıklığına bırakmış gibiydi.
Sıcakta gölge, soğukta barınak, meyvesiyle çıtırdak olmanın ötesindeki marifetleri saymakla bitmez ceviz ağacının. Yıl yıla ulanıp gövde kalınlaştıkça mobilyacıların kesip biçmeye, ustaların işlemeye doyamadıkları eşi bulunmaz bir hazine olup çıkar. Bunların hepsini kulak arkası edip kibirlenmeyen ceviz ağacının kimseyle paylaşmayıp gizlediği bir sırrını da biz deyiverelim. Her bahar çocuklara ayırıp kem gözlerden sakladığı şıvgınlarıyla ter kabuk meyvesinden daha çok övünür. Su yürüyen şıvgınların en düzgünü küçüklerin hakkıdır. Kaç güz anadan üryan soyunup, kaç bahar gelin gibi gönenmiş koca ceviz, çocuklara ayırıp, gönüllüce verdiği şıvgının yarasını çabucak onarır. Düdüklük filiz kesilip gövdeden ayrılırken uf bile demez.
Hüseyin Dede’nin kardeşi ( amca dede ) bahçe duvarına tırmanıp uzandığı filizi usulca keserken içten içe sevindi koca ceviz. Kerem, ilk kez onun dalından çıkarılacak düdüğü öttürecekti. Amca dede, incitmeden filizini alırken; “ Kusura bakma, bağışla beni. Bu da Kerem’in hakkı “ diye fısıldadı. Koca Ceviz, âdemoğlunun anlayamayacağı ağaç dilince; “Zulamda her zaman çocuklar için sakladığım birkaç filiz bulunur. En süygünü sizin kısmetinizmiş. Helali hoş olsun Sarıman Kerem’e” diye yanıtladı Amca dedeyi. Elinde filizle duvardan inen amca dedenin ardından hep birlikte iki sokak aşağıdaki parka yöneldiler. Kerem, Amca dedenin elindeki ceviz dalına merakla bakıyor, ne yapacaklarını anlamaya çalışıyordu.
Hüseyin dede, parka varınca filizi kardeşinden alıp ilk gördüğü banka oturdu. Ucunu kesip güzelce düzlediği ceviz dalının kabuğunu 10 santim aşağıdan fırdolayı çizdi. Tepeye yakın yerden ağız kısmını özenle keserek biçimlendirdi. Çakının sapıyla, cevizin çepeçevre çizdiği kabuktan yukarısını hafifçe dövmeye başladı. Çizgiden yukarısı suyunu verip iyice yumuşayınca dövme işi bitti. Çakıyı yere bırakıp, sağ eliyle çizgiden aşağısını sıkıca tutarken sol eliyle yukarısını ters istikamette çevirmeye başladı.
Dedesinin her hareketini dikkatle izleyen Kerem, çepeçevre kesilen yerden yukarıdaki kabuk tulum gibi çıkarken, altta bembeyaz gövdenin kalışına şaşakaldı. Dede, kavından çıkan yılan misali bembeyaz kalan dalda damak açıp, nefes üflerken havanın girip çıkacağı girintileri biçimlendiriyordu.
Her köy çocuğu babasından, atasından bir kez gördüğünü unutmaz sonrasında oyuncağını kendisi yapar. Hüseyin Dedenin elinde işlediği ceviz dalı, ona çok eskilerde kalmış tasasız çocukluk günlerini, ata yurdunu hatırlatmış, Hızır Nebi misali, İstanbul’dan yüzlerce kilometre öteye, Kastamonu, Araç, Yukarı Yazı Köyüne götürmüştü. Babası Tahsin Çavuş’tan el alıp, Yazı Köyün yazısında yaylasında, kırında bayırında cevizinden, söğüdünden her bahar kaç kez çıkarıp çaldığı, neredeyse unuttuğu düdüğü yıllar sonra ilk kez torunu için yapacaktı.
Kerem; “ Dedeciğim ne yapıyorsun?” diye seslenmese, Hüdaverdi Parkı’nda düdük çıkarırken, canlanan çocukluk anılarının ardından uzanıverdiği Yazı Köy gezisi epey uzun sürecekti. Biz, artık suyu çekilmiş, uzun kış uykusuna hazırlanan son güz ağacı gibiyiz. Torunlarımız Kerem, Bilgesu, Ege, Lara, su yürüyen birer ilkbahar filizi diye düşündü. Yürüyen suyla büyüyüp serpilecekler, meyveye duracaklar, gölge verecekler, ana babalar mürüvvetlerini göreceklerdi. İnşallah hayırlı evlatlar olurlar diye iç geçirdi.
Zamandan, mekândan kopup uzak geçmişin anılar deryasına dalıvermişti. Unutulmuş anıların bölük pörçük parçaları göz önünden, bellekten yıldız kayar gibi geçiveriyor, seneler saniyeler içinde tamamlanıp bir sonrakiyle yer değiştiriyordu. Anılar deryasında keyifle kulaç atarken işi de aksatmadı. Bir iki perdahtan sonra düdük tamamdı. Ağzına alıp olanca nefesiyle üflerken, Tahsin Çavuş’un kendisine yaptığı ilk düdüğün heyecanını duydu. İlk üfleyişte ses gelmeyince canı sıkıldı. Birkaç kez daha denedi. Ses istenilen tizlikte değildi. Kabuğu çıkarıp gövdeyi biraz daha üştü, damağı düzleyip yeniden denedi.
Kerem’in sevinç çığlığı, iki eliyle düdüğe uzanırken; “Dedeciğim bana ver. Hadi, hadi, çabuk” yakarışı imalatın mükemmelliğini gösteriyordu. Dedesinden aldığı düdüğü olanca nefesiyle üflemeye başladı. Bir iki kısık, kesik öttürüşten sonra sınama yanılma yoluyla doğrusunu çabucak öğrendi. O anda, parktaki çocukların, havadaki martıların, sokaktaki insanların, çok ötelerdeki evlerde oturanların tekmilinin kendisini seyrettiğini, işi gücü bırakıp kulak verdikleri düdüğünün sesiyle mest olduklarını düşündü.
Evin bulunduğu Hüdaverdi Sokağına girdiklerinde düdüğü daha bir hızlı öttürmeğe başladı. Bakkal Emin Amca, Berber Murat, Sucu, tekmil komşular, mahalle çocukları, kapılara insin, pencerelere yığılsın, bütün mahalle duysun, düdük çalışını seyretsin istiyordu.
Eve yanaştığında olanca nefesiyle üflemeye başladı. Boyun damarları büsbütün çıkmış, ağzında tuttuğu nefesten avurtları şişmişti. Apartmandakilerden önce Koca Ceviz duydu filizinden yapılan düdüğün sesini. Koca gövdesi köklerinden çim çim dallarına, en uçtaki yaprağına kadar sevinçle titredi. Dünyanın en güzel düdüğünün en güzel sesi hiç dinmesin istiyordu.
Bende ne filizler var. Yeter ki çalacak Keremler olsun diye iç geçirdi. Mahallenin çocuklarını, geriden gelecek Keremleri düdüksüz bırakmamak için, bahçedeki diğer ağaçların tanıklığında o gün bir kez daha ant içti.