Yükleniyor...
Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin 2014 yılının Şubat ayında Rusya Federasyonu tarafından işgali, II. Dünya Savaşı sonrası kurulan ve Soğuk Savaşın bitmesi ile bir şekilde kurumsallaşmaya başlayan uluslararası sistemin ve bu sistemin oluşturduğu kurumların çok ciddi bir sarsıntı geçirmesine sebep oldu.
Birleşmiş Milletler Ana Tüzüğü ile sonraki yıllarda imzalanarak yürürlüğe giren Helsinki Nihai Senedi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Anlaşması gibi Avrupa’da barışın sürdürülmesini amaçlayan çok taraflı antlaşma ve sözleşmelerin “bir devletin başka bir devlete ait toprağı silah zoruyla işgal etme” yasağı, Rusya Federasyonu tarafından gerçekleştirilen bu eylemle açıkça çiğnenmiş oldu. Üstüne üstlük, Rusya Federasyonu 1994 Budapeşte Memorandumu ile Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün garantörü olmasına rağmen bu işgali gerçekleştirmişti.
Yasa düzenlemesi açık, yasaya aykırı eylem çok açık ve eylemi gerçekleştiren çok daha açık iken, yani suç ve suçlu kesin olarak belli iken bu konuyu “ama, fakat, lakin” gibi sözcüklerle başlayan cümlelerle açıklamaya çalışmak ise 2014 yılında başlayan “Melez (hibrid) Savaş”ın bir yöntemi olarak karşımıza çıkmıştır. Oysa ki suç da bellidir, suçlu da…
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumlar ve devletler, işgalin hemen ardından yaptıkları değerlendirmeler ve başlattıkları yaptırımlarla, Rusya Federasyonunu işlediği bu suç nedeniyle cezalandırmaya başladılar.
Konunun uluslararası kamu hukuku ya da devletler hukuku yönü bu şekilde gelişirken, Kırım’ın içinde ise doğrudan bireylere, birey gruplarına ve millî gruplara yönelik eylemler başladı.
İşgale karşı uluslararası kuruluşlar ve devletler tepkilerini verirken, Kırım’da yaşayan, yarımadanın asli ve yerli halkı Kırım Tatarları ile Kırım’da yerleşik Ukrainler de içeride işgale karşı direnmeye başladılar. Bu direniş uluslararası hukukun işgali suç olarak görmeye başlaması ile küresel anlamda hukuksal ve yasal zemine de sahip oldu. Özellikle Kırım Tatarlarının direnişi iki yüz yılı aşkın tarihî gerçeklik ve yaşanmışlıklar gibi haklı gerekçelere de dayalıydı.
Buna karşılık işgalci Rusya rejimi, işgale karşı direnen Kırım Tatarlarına ve Ukrainlere karşı oldukça planlı ama daha önceki yıllarda da defalarca uygulamış olduğu bir baskı ve yıldırma politikası izlemeye başladı.
İşgalin ilk yılında Kırım Tatarlarına karşı izlenen baskı ve yıldırma hareketi öncelikle doğrudan millî kurumlara karşı uygulandı. Kırım Tatar halkının millî kahramanı ve lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ve Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Refat Çubarov’un yarımadaya girişinin yasaklanması ile başlayan bu uygulamalar Kırım Tatar halkının özyönetim organı olan ve seçimle işbaşına gelmiş Kırım Tatar Millî Meclisi’nin “aşırıcılık ve bölücülük” suçlamasıyla kapatılarak yasaklanması ile devam etti. Ülkeye giriş yasakları Kırım Tatar Millî Meclisi’nin bir kısım başka üyelerine de uygulandı ve kapsamı Kırım Tatar millî hareketi aktivistlerini de içine alacak şekilde genişletildi. Aynı yıl Kırım Tatarlarına ait yazılı ve görsel basın yayın organları yasaklandı ya da kapatıldı. Bunlardan imkân bulabilenler Ukrayna anakarasına giderek faaliyetlerini sürdürmek zorunda kaldı. 2014 yılı içinde kapatılan ve faaliyetleri yasaklanan Kırım Tatarları ve Ukrainlere ait yayın organlarının sayısı üçyüze ulaşmıştı.
Yine işgalin yılında Kırım Tatar Millî Meclisi Başkan Yardımcıları Ahtem Çiygöz ve İlmi Umerov ile çeşitli mahalli Meclis üyeleri ile millî hareket aktivistlerine karşı gözaltı ve tutuklama eylemleri yapıldı. Pek çoğu hakkında mahkemelerde “aşırıcılık, bölücülük, halkı isyana teşvik” gibi çeşitli gerekçelerle davalar açıldı.
İşgale karşı direnen Kırım Tatar millî hareketi aktivistlerine karşı yapılan baskı ve yıldırma uygulamaları gözaltı, tutukluluk ve dava açma gibi yöntemlerde bırakılmadı. Kırım Tatar ve Ukrain kamuoyu tarafından bilinen 15 aktivist kaçırıldı. Bunların hiç birinden 4-5 yıldır halen haber alınamıyor. Öldürülen aktivist sayısı ise hapishanelerde bir şekilde ölü bulunanlar hariç bugüne kadar 17 olarak kayda geçti.
Bireylerin özgürlüğü, yaşama hakkı ve vücut bütünlüğüne karşı işlenen insan hakları ihlallerinin çarpıcı örnekleri adam öldürme, adam kaçırma ve gözaltı/tutuklama olarak gerçekleşti. İşgalin 5.yılı itibarıyla toplam tutuklama sayısı 147’si Kırım Tatarları olmak üzere 207 olmuştur. Gözaltına alınıp sorgulananlar, çeşitli baskınlarla evleri ya da işyeri arananlar gibi hak ihlalleri ile karşılaşanların sayısı ise binlerle ifade edilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin en önemli temel hak ve hürriyetler arasında saydığı “adil yargılama hakkı” ihlalleri ise Kırım’da oldukça yüksek sayıdadır. Sadece 2018 yılında 367’si Kırım Tatarlarına karşı açılmış davalarda olmak üzere 492 adil yargılama hakkı ihlali gerçekleşmiştir.
İşyerlerinde Kırım Tatarca konuştuğu, işgale karşı eleştiri yaptığı, bir şekilde işgale karşı yapılan eylemlere destek verdiği için işlerinden atılan Kırım Tatarlarına karşı yürütülen bu uygulama ise çalışma hakkının doğrudan ihlali örnekleri olarak yaşanmış ve yaşanmaktadır. Okulda, toplu taşımada, kamusal alanlarda Kırım Tatarcası ile konuştuğu için darp eylemine maruz kalınan pek çok vaka da kayda geçmiştir.
Zorla vatandaşlık değiştirme de dahil olmak üzere işgalin ilk iki yılında doğrudan Kırım Tatar Millî Meclisi, millî kurumlar ve millî hareket aktivistlerine karşı yapılan bu uygulamalar neticesinde yirmi binden fazla Kırım Tatarı vatanından ayrılarak Ukrayna anakarasına yerleşmek zorunda kalmış, Kırım Tatar Millî Meclisi ve çeşitli millî kuruluşlar da aynı akıbeti yaşamıştır.
İşgalin üçüncü yılından itibaren Kırım Tatarlarına karşı yapılan baskılara işgalci rejim tarafından yeni bir kılıf bulunmuştur. Bu tarihten sonra artık ev baskınları, gözaltı ve tutuklama eylemleri rejimin “aşırıcılar” olarak adlandırdığı kişi ve gruplara yönelik olarak uygulanmaya başlanmıştır. Ukrayna yasalarına göre yasak olmayan ancak Rusya Federasyonu yasalarına göre faaliyetlerinin yasak olduğunu öğrendiğimiz “Hizb-ut Tahrir” adlı teşkilata yönelik olduğu iddia edilen bu eylemler, son birkaç yıldır süregelmektedir. Hemen hemen her hafta bu örgüt üyesi olduğu iddia edilen Kırım Tatarlarının evlerine baskınlar yapılmakta, ev sahipleri gözaltına alınmakta veya tutuklanmakta; haklarında “terör örgütü üyesi olma, terör eylemine katılma” suçlaması ile davalar açılmaktadır.
Hukuksal zeminde bu olayların gelişimine bakıldığında ortaya hiçbir somut delil konulmadan yapılan bu uygulamaların doğrudan adil yargılanma hakkının ihlali olduğu görülmektedir. Suçlamalarla karşı karşıya kalanların suç unsuru içerir eylemleri olup olmadığı şüphelidir ve haklarındaki iddialar soyut gerekçelere dayandırılmaktadır. Bunların yargılama süreçleri de bu soyut gerekçeler üzerinden uzayıp gitmekte, işgalci Rus rejiminin “olağan şüphelileri” her türlü adlî yardım olanağından mahrum bir şekilde tutuklu olarak cezaevlerinde hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır.
Meselenin en dikkat çekici tarafı şudur ki işgal öncesinde Kırım’daki Hizb-ut Tahrir örgütünün üye ya da sempatizan sayısı en fazla bin kişi olarak tespit edilmişti ve bunların önemli bir kısmı ise işgalden hemen sonra Ukrayna anakarasına sığınmak zorunda kalmıştı. Buna karşın son üç yılın istatistiklerine bakıldığında bu kadar yoğun ve yüksek sayıda baskınlar, gözaltı ve tutuklamalarla rejimin Kırım Tatarlarının neredeyse tamamını radikal İslamcı olarak göstermeye ve böyle bir algı oluşturmaya çalıştığı gözlerden kaçmamaktadır.
Bu noktada şu tespiti yaparak konunun altını çizmekte fayda bulunmaktadır. Rusya, tıpkı Çeçenistan ve diğer Kafkas yurtları ile aslî halkı Türk ve Müslüman olan bölgelerde uyguladığı millî hareketlerin itibarını yok etme taktiğini Kırım’da çok yoğun bir şekilde uygulamaktadır.
Rus algı yönetimi, Kırım Tatarlarını ve onların millî hareketlerini radikal İslamcı yaftasıyla itibar kaybına uğratmayı ve böylelikle uluslararası alanda itibar gören, hukuksal ve siyasî zemin bulan, işgale karşı direnişin ve Kırım Tatar millî hareketinin desteğini yok ederek Kırım’ın işgalinin kabul edilmesini amaçlamaktadır.
Meselenin hukuksal boyutuna dönersek, öncelikle temel bir tespit ve önerme ile konuyu ele almak doğru olacaktır. Bugün, Kırım yarımadası hukuken Ukrayna toprağıdır ve uluslararası hukuk bunu kabul etmektedir. O halde, yarımada da işgalci güç sıfatıyla bulunan Rusya Federasyonu tarafından yapılan hiçbir yargılamanın hukuksal varlığı ya da geçerliliğinin kabul edilmesi mümkün değildir çünkü Rusya Federasyonu yargı erkinin Kırım’da yargılama hak ve yetkisi esasen yoktur.
Buna ilaveten, Cenevre Sözleşmesi hükümleri uyarınca işgal edilmiş bir toprakta işgalci güç kendi iç hukukunu uygulayamaz. Bu sözleşme, geçici olarak işgal edilmiş topraklarda işgal öncesi hukukun uygulanması gerektiğini hükme bağlamıştır. O halde, Kırım’da Rusya kanunlarına göre yargılama yapılması da hukuka bizatihi aykırıdır.
Bu durum, buraya kadar belirtmiş olduğumuz gerekçesi, dayanağı ve hatta varsa delili ne olursa olsun Kırım Tatarlarına ve Ukrainlere karşı Kırım yarımadası içinde açılmış tüm kovuşturma, soruşturma ve davaları “yok” hükmüne getirmektedir. Gerek Ukrayna devleti, gerekse Kırım Tatar Millî Meclisi salt uluslararası hukuka açıkça aykırı ve “yok” hükmündeki işgalci rejimin bu işlemlerine karşı ister millî hareket mensuplarına ister millî ya da dinî teşkilatların mensuplarına karşı yapılan bu ihlallere karşı topyekün karşı çıkmak durumunda ve kararındadır. Çünkü, yapılan ihlaller öyle ya da böyle işgalci rejimin soyut gerekçe, dayanak ya da iddiaları bağlamında değil sadece ve sadece “insan hakları” ve “hukuk” bağlamında değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak, Kırım’da devam edegelen insan hakları ihlalleri bir ihlal olmaktan çıkmış, insanlık suçu kategorisine girmeye başlamıştır. Uzmanların artık “insan haklarının yeryüzündeki Kara Deliği” olarak adlandırdığı Kırım, bugün dünyanın hukuksuzluk yarımadasıdır.