20.04.2024

Adımız – tarihimiz – ülkemiz: Adımız

En az 1500 yıldan beri milletimizin adı Türk’tür. Biz kendimize Türk dediğimiz gibi altıncı asırdaki Çin kaynaklarından başlayarak temasta bulunduğumuz bütün milletler tarafından Türk olarak adlandırılmışızdır.


Bugün Türkiye’de akıl almaz bir bilgi kirlenmesi var. Milletimizin adı dahi bu bilgi kirlenmesinden nasibini aldı. Milletimize Türk adını yabancıların verdiğinden tutunuz da ancak Atatürk devrinde uygulandığı ileri sürülen dayatmalarla milletimize Türk adı verildiğine kadar birçok yanlış bilgi ortalıkta dolaşmakta. Belki de bu yanlışın yaygınlığı dolayısıyla milletimizin adını anmaktan ısrarla kaçınan siyasetçiler de var. Bu iddiaların yanlışlığı aşağıda kaynaklara dayanılarak ortaya konulacak ve bu konudaki bilgi kirlenmesinin önüne geçilmeye çalışılacaktır.

Türk adı, milletimizle ilgili efsanelere kadar uzanır. Türkçenin bilinen ilk sözlüğü Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün yazımını 1077 yılında bitirip eserini Abbasi halifesine sunan Kâşgarlı Mahmud, el yazmasının 176-177. sayfalarındaki Türk maddesinde şöyle der:

Türk Nuh’un (s.a.) oğlunun adı. Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına yüce Allah tarafından verilmiş bir isimdir… Türk’ün Allah tarafından verilmiş bir isim olduğunu söylemiştik. Bize şeyh, imam ve zahid Hüseyn bin Xalef el-Kâşgarî haber verdi ve kendisine de İbnu’l-Garqî’nin haber verdiğini söyledi. Ona da âhir zaman hakkında yazdığı kitabında İbni Ebi’d-Dünyâ diye tanınan şeyh Ebû Bekr el-Mugîd el-Cercerânî, Allah’ın elçisine (s.a.) isnat ederek anlatmış. (Peygamber) dedi ki: Allah (c.a.) diyor ki ‘benim bir ordum vardır; onları Türk diye adlandırdım ve doğuya yerleştirdim. Bir kavme kızdığım zaman onları (Türkleri) onlara musallat ederim.’… Onlardan biri için de Türk denir; hepsi için de. ‘Kimsin?’ anlamında ‘kim sen’ denir; ‘Türküm’ anlamında ‘Türk men’ diye cevap verilir.”[1]

Ünlü Arap tarihçisi Mes’ûdî’nin (ölümü: 956) eseri Mürûcu’z-Zeheb’e göre Türkler, Nuh oğlu Yâfes oğlu, Sûbil oğlu Âmûr’dan gelirler.[2]

1126 yılında Arap diliyle yazılan meşhur tarihlerden Mucmelu’t-Tevârîh’in bir bölümü “Türklerin Nesebleri ve Doğu Hududunda Onların Zikri Hakkında” başlığını taşır ve burada Türkler, Nuh oğlu Yafes’in oğlu olarak gösterilir.

Ebulgazi Bahadır Han’ın 1660’ta yazdığı Şecere-i Terâkime’ye göre de Türk, Yâfes’in oğludur.[3]

  1. yüzyılın başında yazılmış bulunan Şehname’de Firdevsî Türkleri, efsanevi İran hükümdarı Firîdun’un oğlu Tur’a bağlar. Şecere şöyledir: Firîdun – Tur –  Bîşeng – Efrâsiyâb – Karahan – Türk hânı.[4]

Türklerle ilgili efsanelere yer veren Çin kaynakları çok daha eskidir. Cou hanedanı tarihi 629’da, Sui hanedanı tarihi 636’da, Tang hanedanı tarihi 1060’ta yazılmıştır. Bu hanedan tarihlerine göre Türklerin efsanevi atası İ-çi-ni-şi-tu idi. Yağmurlar yağdırabiliyor, rüzgârlar estirebiliyordu. Onun oğlu da No-tu-lu Şad idi. Ateş yakarak kabile mensuplarını ısıtmış ve soğuktan korumuştu. Onu reis tayin ederek ona Türk adını vermişlerdi.[5]

Elbette efsaneler tarih değildir. İnsanlığın ve milletlerin tarih öncesine ait rivayetlerdir. Türklerle ilgili efsaneleri yukarıya almamızın sebebi, milletimizin adı olan Türk adının efsaneler çağına kadar uzandığını göstermektir. Bundan sonra tarih çağlarına geçebiliriz.

***

Tarihte Türk adını taşıyan ilk siyasi oluşum, Türkiye’de genellikle Göktürk / Köktürk olarak bilinen Türk Kağanlığı’dır. Bu kağanlık 552 tarihinde bugünkü Moğolistan’daki Orhun vadisinde kurulmuş, 745 tarihinde Çinliler ve Uygur Türkleri tarafından yıkılmıştır. Güçlü zamanlarında sınırları Büyük Okyanus’tan Karadeniz’e, Sibirya içlerinden Sarı Irmak’a, Tibet’e ve bugünkü Afganistan’ın kuzey sınırlarına kadar ulaşmıştır. Döneminin büyük güçleri olan Çin, Sasani ve Bizans devletleriyle askerî, ticari ve diplomatik ilişkilerde bulunmuştur. Türk diline ait bilinen ilk yazılı belgeler de Türk Kağanlığı’ndan kalmıştır. Genellikle Orhun Abideleri/Anıtları olarak bilinen Türkçe yazılı üç büyük taştan biri 732 tarihinde dikilmiş bulunan Köl Tigin bengü taşı (anıtı), ikincisi 735’te dikilmiş bulunan Bilge Kağan bengü taşı, üçüncüsü 720-726 arasında dikilmiş bulunan Bilge Tunyukuk bengü taşıdır. Üç anıttaki Türkçe metinler küçük boy bir kitapta 30-35 sayfa tutmaktadır. Anıtlarda Bilge Kağan ve Başvezir Tunyukuk Türk milleti için yaptıklarını ve mücadelelerini anlatırlar.

Milletimizin adı olan Türk kelimesinin geçtiği ilk Türkçe kaynaklar işte bu anıtlardır. Türk kelimesi üç anıtta tam 76 defa geçer. 38 defa Türk bodun (Türk milleti/halkı), 16 defa Türk kagan (Türk kağanı), 10 defa Türk begler (Türk beyleri) şeklinde. Bunlardan başka Türk töresi, Türk adı, Türk tanrısı, Türk ıduk yiri subı (Türk kutsal yeri suyu/vatanı) kullanımları da vardır. Bodun kelimesi Çin, Soğd vb. yabancı milletler için kullanıldığı gibi Türgiş, Oğuz, Kırgız gibi Türk boyları için de kullanılmıştır. Bütün bu kullanımların ortak tarafı ister bağımsız ister bağımlı olsun bu toplulukların mutlaka bir siyasi teşekkül sahibi olmalarıdır. “Türgiş Kağan Türkümüz, bodunumuz idi (KT D 18)”, “Türk Oğuz bodun kendi bodunum idi ( KT K 4)” gibi kullanımlar bunu açıkça gösterir. Bu ifadelerle Bilge Kağan, Türgişlerin ve Oğuzların daha önce Türk Kağanlığı siyasi teşekkülü içinde bulunduğunu anlatmak istemektedir. Hele Dokuz Oğuzları toparlarken kullandığı “Tâbi olan tâbi oldu, bodun oldu (BK D 37)” ifadesi bodun kelimesinin tâbiiyetle ilgisini açıkça göstermektedir. Demek ki Köktürk anıtlarında bodun kelimesi tam da bugünkü siyasi/hukuki anlamıyla “millet/ulus” kavramını ifade etmektedir.

Anıtlarda Türk kelimesinin kullanımına ait en ilgi çekici örneklerden biri de şudur:

“Yukarıda Türk Tanrısı, Türk’ün kutsal yeri suyu şöyle yapmış: Türk milleti yok olmasın diye, bodun (millet) olsun diye, babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Katunu Tanrı, tepelerinden tutup yukarı kaldırmış.” (KT D 10-11).

Köktürk anıtlarından sonra Türk kelimesi gerek milletimizin adı, gerek dilimizin adı olarak tarih boyunca kesintisiz bir şekilde kullanılır.

745’te Köktürkler yıkılınca aynı bölgede Uygur Türk Kağanlığı kuruldu. Sınırları doğuda Mançurya’dan başlıyor, batıda Aral Gölü’ne yaklaşıyordu. Sınırlar kuzeyde Baykal Gölü’ne, Güneyde Sarı Irmak’a dayanmaktaydı. Çinlilerle askerî, ticari ve diplomatik ilişkileri çok yoğundu. 750’lerde Çin’deki meşhur An-lu Şan isyanını bastırarak Tang hanedanını yıkılmaktan kurtarmışlardı. İşte bu Uygurlardan da Türkçe yazılmış Köktürk harfli anıtlar kalmıştır. Bozkırdaki Uygur Kağanlığını 840 tarihinde Kırgızlar yıktı. Güneybatıya göçen Uygurlar burada Turfan ve Kansu hanlıklarını kurdular. Bugünkü Doğu Türkistan’ın büyük bir kısmına ve Kansu bölgesine hâkim oldular. San’atta ve ticarette çok ileri gittiler. Uygur hanlıklarından kâğıt üzerine yazılmış, bazen de tahta baskı ile basılmış yüzlerce Türkçe belge ve eser kalmıştır. Bu eserlerin çoğu, mensup oldukları Maniheizm ve Budizm dinlerine ait olsa da önemli bir kısmı da ticari ve hukuki belgelerdir. Türkoloji literatüründe bu eser ve belgelerin dili (Eski) Uygur Türkçesi olarak adlandırılır.

Eski Uygur Türkçesiyle yazılmış eserlerin kendilerinde ise dilin adı olarak hep Türk kelimesini görürüz. 10. yüzyılda yazılmış Budizm’e ait eserler olan Maytrısimit ve Hüen-tsang biyografisinde bu eserlerin Tohar dilinden ve Çinceden Türk diline çevrildiği yazılıdır.[6]

840 yılında Uygurlar Turfan ve Kansu bölgelerine kayarken Türklerin Karluk, Yağma ve Çigil boyları da Kâşgar ve Balasagun merkezli büyük bir hakanlık kurdular. Literatürde Karahanlılar olarak geçen bu devletin adı aslında Hâkaniye’dir. Kendilerine Türk dedikleri için de Türk Hakanlığı şeklinde adlandırılmaları daha uygundur. 840-1212 arasında hüküm süren Karahanlılar kuvvetli zamanlarında Bütün Doğu ve Batı Türkistan’a hâkim idiler. Sınırları batıda Aral gölüne ve Amuderya’ya ulaşıyordu.

Karahanlıların tarihimizdeki en önemli rolü, 10. yüzyıl ortalarında Müslüman olmalarıdır. O zamanki Türk dünyasının en güçlü siyasi teşekkülü olduğu ve Türk coğrafyasının merkezinde bulunduğu için hanedanın Müslüman oluşu, birkaç asır içinde bütün Türklerin Müslüman olmasına yol açmıştır.

Türkçeyle ilgili ilk büyük eserler de Karahanlılardan kalmıştır. 6645 beyitlik büyük bir siyaset bilgisi kitabı olan Kutadgu Bilig’de dilimizin adı yedi defa Türkçe olarak geçer. Kur’an da ilk defa Karahanlılar çağında Türkçeye çevrilmiştir. Onlardan kalma en önemli eser ise 9.000 küsur kelimelik ansiklopedik bir sözlük olan Dîvânu Lugâti’t-Türk’tür. 11. yüzyılda Kâşgarlı Mahmud’un yazdığı Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Türk ile ilgili efsanevi kayıt yukarıda belirtilmişti. Kâşgarlı eserinin başında kendi dönemindeki durumu da açık bir şekilde yazar.

Türkler aslında yirmi boydur (qabîle). Bunların hepsi, Nuh peygamberin (Allah’ın duası üzerine olsun) oğlu Yâfes oğlu Türk’e dayanır… Rum’a yakın boyların (qabâyil) birincisi Beçenek’tir. Sonra sırasıyla Kıfçak, Oguz, Yemek, Başgırt…”[7]

11.yüzyılda Kıpçak, Oğuz, Başkurt gibi sosyolojik birimlere kabile denildiğini ve hepsinin de Türk olarak adlandırıldığını açıkça görmekteyiz. Kâşgarlı Türk kelimesini bugünkü gibi hem dar anlamıyla hem de geniş anlamıyla kullanır. Yukarıdaki örnek geniş anlamda kullanıma ait bir örnektir. Dar anlamda kullanımlara o zamanki Türkçenin ağız farklarına işaret edileceği zaman başvurulur: “Türkler ‘yine’ anlamında takı; Oğuzlar ise dakı derler.”[8] Burada Kâşgarlı “Türkler” derken o dönemin standart Türkçesini kullanan Kâşgar ve civarındaki Karahanlı Türklerini kastetmektedir. Türkiye’de bugün de Türk hem dar hem geniş anlamda kullanılmaktadır; fakat Kâşgarlı Mahmud’dakinin tam tersine. Bugün biz Türk derken dar anlamda Türkiye Türklerini kastediyoruz; geniş anlamda ise Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar, Uygur vb. bütün Türkleri.

Türklerin nüfusça en kalabalık boyu olan Oğuzlar, Karahanlılar çağında, tam da 1.000 yılı civarında Sırderya’yı geçerek Maveraünnehir’e ve Horasan’a doldular. 35-40 yıl boyunca Karahanlılar ve Gaznelilerle mücadele ettiler; sonunda, 1037 yılında Horasan’ın Nişabur şehrinde Selçuklu Devleti’ni kurdular. 1040’taki Dandanakan savaşında Gaznelileri yenerek Maveraünnehir ve Horasan bölgesine kesin şekilde hâkim oldular. 1050’lerde Güney Azerbaycan’a girdiler; 1055’te Abbasi Halifeliğini himayeleri altına aldılar. 1064’te Kuzey Azerbaycan’a yöneldiler. 1071’de Malazgirt’te Doğu Roma ordularını yenerek hem dünyanın bir numaralı gücü hâline geldiler, hem de Anadolu’yu fethe başladılar. 1037-1157 yılları arasında hüküm süren Büyük Selçuklu Devleti güçlü çağlarında Maveraünnehir, Horasan, İran, Güney ve Kuzey Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu topraklarına hâkimdi. Büyük Selçuklular, kuvvetli zamanlarında merkeze bağlı bazı siyasi teşekküllere ayrılmıştı: Horasan, Kirman, Irak, Suriye, Anadolu Selçukluları. Bunların çoğu Büyük Selçuklu hanedanı yıkıldıktan sonra da devam etmiştir. Kirman Selçukluları 1187’ye, Horasan ve Irak Selçukluları 1194’e, Anadolu Selçukluları 1308’e kadar.

Selçuklular çağında devlet ve edebiyat dili olarak Farsça, bilim dili olarak Arapça kullanıldı. Bunun sebebi, çok kısa zamanda büyük bir imparatorluk kurmuş bulunan Selçuklu Oğuz kitlelerinin kendi dillerini sadece konuşma dili seviyesinde bilmeleri idi. Daha doğuda, Karahanlı ve Uygur coğrafyasında kullanılan edebî Türk dilini bilmiyorlardı. Ancak 35-40 yıl gibi kısa bir sürede koca bir imparatorluk kurmuşlardı ve bu imparatorluğun resmî, edebî, ilmî işlerinde kullanılacak bir dile ihtiyaç vardı. Onlar da bölgede hazır buldukları Farsça ve Arapçayı kullandılar. Zaten bürokraside de önemli sayıda Fars bulunuyordu. Ancak Anadolu Selçuklularının sonunda, 13. yüzyılda Oğuz Türklerinin konuşma dili edebî dil hâline geldi.

13.yüzyılın ortalarında Anadolu’da Beylikler dönemi de başladı: Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları, Osmanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları… İlk beyler Arapça, Farsça bilmiyorlardı; çevrelerine topladıkları şair, yazar ve bilim adamlarından Türkçe yazmalarını, ilmî ve dinî eserleri Türkçeye çevirmelerini istediler. Karamanoğlu Mehmed Beyin 1277’deki fermanı, Beylikler dönemindeki Türkçeye yönelmenin sembolik başlangıcını teşkil eder. 14. yüzyılda Anadolu’daki bütün beyliklerde Türkçe edebî ve ilmî eserler yazıldı. Osmanlılarda da resmî yazışmalarda ve edebî eserlerde kullanılan dil Türkçe idi. Osmanlılar, 1299-1922 yılları arasında hüküm sürmüş büyük bir cihan devleti idi.

Osmanlılar, Anadolu’daki Türk beğlik ve devletlerinin tamamını kendilerine bağlayarak ve Oğuz boylarını kaynaştırmak suretiyle kabilecilik yapılmasını engelleyerek millî birliğin kurulmasında önemli rol oynadılar. Anadolu’daki Rumların, Ermenilerin ve Balkanlardaki Hıristiyan milletlerin kendi din ve geleneklerine göre yaşamalarına müsaade ettiler. Bu sayede Rumlar ve Ermenilerle Türkler Anadolu’da yüzyıllarca aynı şehirlerde ve birbirlerine komşu köylerde beraberce yaşadılar. Ermeni ve Rumların toplu gruplar hâlinde Müslüman olduklarına dair tarihlerde herhangi bir kayıt yoktur. Bu sebeple bugün Anadolu ve Balkanlarda Müslüman Rum veya Müslüman Ermeni topluluklarına rastlanmaz. Oysa Anadolu’da Müslüman Gürcü ve Balkanlarda mesela Müslüman Arnavut toplulukları vardır. Bu vakıa, Rum ve Ermenilerden toplu Müslümanlaşma olmadığını gösterir. Buna karşılık münferit Müslümanlaşmalar tabii ki vardır ve bu şekilde Müslüman olanlar da evlilikler yoluyla zamanla Türkleşmişlerdir.

19.yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarında Anadolu, Balkanlardan ve Kafkaslardan çok göç almıştır. Esasen asırlar önce Türk kültür çevresine girmiş olan Balkan ve Kafkas göçmenleri de Anadolu Türk nüfusuna katılmış ve Türk kabul edilmişlerdir.

Osmanlılar döneminde de milletimizin adı olarak Türk sözü kullanılmıştır. Osmanlı kaynaklarından alınmış aşağıdaki örnekler bunu göstermektedir.

Âşıkpaşaoğlu tarihinden (15. yüzyıl sonları): “Orhan Gazi bu hisarda ceng eder. Birkaç gün ceng etdiler. Hisara zebunluk gösterdiler. Ceng eder iken kaçdılar. Kâfirler dahı hisardan çıkdılar. Türk kaçdı dediler. Kâfirler dahı hisar önine çıkdı. Bir Türk buldılar. Dutdılar, tekvüre getürdiler. Sordı kim: “Dahı (daha) Türk var mıdur?” Türk eyidür (söyler): “Yokdur. Heman budur kim kaçdı” dedi.”[9]

Celâlzâde Salih Çelebi’nin Târih-i Mısr-ı Cedîd’inden (16. yüzyıl): “Burada Benî Eyyûb’un devletleri halel-pezîr olup (yıkılıp) Devlet-i Mülûk-i Etrâk (Türk meliklerinin devleti – Mısır’daki Memlük Devleti kastediliyor) tulûa yüz tutdı (ortaya çıktı)” (Bülbül 2011: 217). “Türkler dahı cem’ olup anlarun üzerine vardılar. Türklerün başlarına Nâsıruddevle Hüseyn bin Hamdân dirler bir ulu beğ idi.”[10]

Tarihte Türk adıyla geçen devletlerden biri de Memlük / Kölemen diye bilinen Kıpçak Türk devletidir. Resmî tarihlerinde bu devletin adı “ed-Devletü’t-Türkiyye” olarak kaydedilir ki bu Arapça ifadenin anlamı tam tamına “Türk Devleti”dir. Mısır ve Suriye’de hüküm süren bu devlette 13-15. yüzyıllar arasında, adlarında Türk, Türkî (Türkçe), Türkiyye (Türk’e ait) bulunan birçok sözlük ve gramer yazılmıştır. Bunlardan sadece ikisinin adını vermek yeterlidir: Kitâbu’l-İdrâk li-Lisâni’l-Etrâk (Türklerin Dilini Anlama Kitabı – 1312), El-Kavânînu’l-Külliyye li-Zabti’l-Lugati’t-Türkiyye (Türk Dilinin Tespiti İçin Genel Kurallar – 15. yy başı). Balkanlı bir Osmanlı Türk’ü olan Salih Çelebi tarafından yazılmış bulunan yukarıdaki eserde de görüldüğü üzere Memlüklerden “Türkler” diye bahsedilmektedir.

Naîmâ Târihi’nden (18. yüzyıl): “Gece mektubu yol ortasında bırakıp Berzence’ye doğru gitti. Sabah bir atlı kâfir mektubu yolda bulup aldı. Gördü ki ehl-i İslâm mektubudur. Doğru krala götürüp bir Türk içeriden çıkar iken hücum edip, elim yakasında iken mektubu koynunda görüp çekip aldım… Kurtulan Türk elbette vezire varıp asker getürür…”[11]

Ahmed Vefik Paşa, Lehçe-i Osmânî’den (Dersaâdet, 1888): “Türk. Mazmûm (ötreli). Asl olan kadîm üç sülâlenin biri olup, şark Türkleri Uygur, Halıç, Karlıh gibi dört beş ulustan yani milletten ve garp Türkleri Oğuz, Kıpçak, Peçenek, Ağaçeri, Kuman, Kaysak, Kırgız, Kangulu gibi on kadar ulustan ibarettir.”[12]

Şemseddin Sâmî, Kâmûs-ı Türkî’den (Dersaâdet 1317 (1900): 399): Türk: İsim. Cem’i (çokluğu) Arapça Etrâk. Esâsen Asya kıt’asının şimâl-i garbî cihetinde münteşir (yayılmış) bir büyük ümmet (millet) ki oradan tevârîh-i muhtelifede (çeşitli tarihlerde) cihangirlikle ve kişver-küşâlıkla (ülkeler fethederek) cenup ve garba doğru yayılarak Avrupa’nın dahi şark-ı cenûbu cihetlerine sokulmuşlardır. Şuûbât-ı muhtelifeye münkasim olup (çeşitli şubelere ayrılmış olup), kablel-islâm (İslam’dan önce) Uygur ve el-yevm (bugün) Çağatay ve Osmanlı şubeleri lisân-ı edebîye (edebî dile) nail olmuşlardır.”

***

Yabancılar da en az 1500 yıldan beri milletimizden TÜRK diye bahseder. Altıncı asırdaki Çin kaynaklarından başlayarak temasta bulunduğumuz bütün milletler tarafından Türk olarak adlandırılmışızdır. Çin, Bizans, Fars, Arap, Ermeni, Süryani, Rus ve bütün Avrupa kaynaklarında milletimizin adı Türk’tür. Yüzlerce kaynakta on binlerce defa milletimizden Türk diye bahsedilir. Çin tarihlerinden 7. yüzyıla ait Cou tarihinin 50. bölümü ile Sui tarihinin 84. bölümü ve 11. yüzyıla ait Tang tarihinin 194. bölümü “Türkler” adını taşır. Bu konuda Edouard Chavannes’ın “Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri (Türkçesi: Selenge Yayınları)”, Liu Mau-Tsai’nin “Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri (Türkçesi: Selenge Yayınları)”, İsenbike Togan, Gülnar Kara, Cahide Baysal tarafından Çinceden çevrilmiş ve Türk Tarih Kurumu tarafından basılmış “Çin Kaynaklarında Türkler – Eski T’ang Tarihi” ve yine Türk Tarih Kurumu yayınları arasında çıkan Ahmet Taşağıl’ın “Gök-Türkler” kitabına bakılabilir. Arap kaynaklarından 9. yüzyıla ait İbn Hurdâdbih’in el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Ya’kubî’nin Kitâbü’l-Büldân, 10. yüzyıla ait İbn Havkal’ın Sûretü’l-Arz, İstahrî’nin Memâlik el-Mesâlik, Mes’ûdî’nin Mürûcü’z-Zeheb, 11. yüzyıla ait Gerdizî’nin Zeynü’l-Ahbâr, 12. yüzyıla ait Mücmelü’t-Tevârîh, 13. yüzyıla ait Kazvînî’nin Âsârü’l-Bilâd vb. eserlerinde milletimizin adı hep Türk olarak geçer. Prof. Dr. Ramazan Şeşen tarafından hazırlanan“İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri” adlı eserde bütün bu kayıtlar mevcuttur. Firdevsî’nin meşhur eseri Şehnâme’de de Türk adı yüzlerce defa kaydedilir. Osmanlılar hakkında Batılıların yazdığı yüzlerce araştırma ve seyahat eserinde de milletimizin adı hep Türk’tür. Bütün bu kayıtlardan aşağıda sadece birkaç örnek verilmiştir.

Taberî Tarihi’nden (10. yy. başı ): “Sencebu Hakan (İstemi Kağan) Türklerin en kuvvetlisi, en cesuru ve en çok askere sahip olanı idi.”[13]

Mes’ûdî’nin Mürûcü’z-Zeheb’inden (10. yy.): “…Seyhun nehri kıyısında Türklerin Yeni-kent denen bir şehirleri vardır. Burada Müslümanlar oturur. Bu Müslümanların çoğu Türklerdendir. Bu yerde yerleşik ve göçebe Oğuzlar oturur. Oğuzlar üç sınıftır: Aşağılar, yukarılar, ortalar. Oğuzlar Türklerin en kahraman ve gözleri en küçük olanlarıdır.”[14]

Cüveynî’nin Târîh-i Cihan-güşâ’sından (1252-1260, Farsça): “Sultanın (Muhammed Harezmşah’ın) askerleri olan Türkler büyük bir kahramanlık gösterdiler. Tıpkı bir lâmba gibi sönüp sönüp canlandılar.”[15]

17.yüzyılın ortalarında Türkiye’ye seyahat eden Jean Thévenot’nun “Voyages de M. De Thévenot en Europe, Asie et Afrique” (1665, Paris) adlı eserinden: “Sahilde (Gelibolu sahili) eski kadırga görülen bir tersane bulunuyordu. Türkler bunları Kıbrıs adasını fethettikleri zaman Venediklilerden aldıklarını söylüyorlar.”[16]

Baron de Tott’un 18. yüzyıldaki “Mémoires sur les Turcs et les Tartares” (Amsterdam, 1784) adlı eserinden: “Ben de onunla birlikte İstanbul’a gidecek, Türklerin geleneklerini, devlet şekillerini inceleyecek, dillerini öğrenecektim.”[17]

George William Frederick Howard’ın “Diary in Greek and Turkish Waters” (Londra, 1854) adlı eserinden: “22 Haziran (1853)- Saat sekizde Szechenye vapurundan, mert ve nazik kaptandan ayrıldık… Persia’ya (Persia vapuruna) bindik… Yukarı kamarada altı yolcuyla hareket ettik. Güvertenin değişik yerlerinde de Türk ve Yahudi grupları bulunuyordu… Türkler ve Yahudiler belli saatlerde Mekke ve Kudüs’e dönüyorlar, derin bir huşu içinde ibadet ediyorlardı… 24 Haziran- Sakin bir yolculuktan sonra Boğaziçi girişindeki fenerlere vardık. Karşılıklı hisarların topları, dizi dizi Türk cengâverleri, elçilerin yalıları, padişahların sarayları, taraçalı evler ve selvi ağaçları arasında Avrupa ve Asya’nın bu meşhur boğazından hızla ilerlemeğe başladık… İçinde Türk hanımların bulunduğu boyalı arabalar gördük.”[18]

Mrs. Max Müller’in “Letters from Constantinople” (Londra, 1897) adlı eserinden: “İstanbul bugün, hiçbir şekilde terk edilmiş, zayıf düşmüş Ortaçağ’ın Bizans’ı değil, bilâkis hayat dolu, canlı, çarpan bir kalp… Türklerin iftiharla baktıkları bu yere komşularının boş bir ümitle göz dikmiş olmalarına hayret etmemek lâzım. Hasta Adam hakkında ne söylenirse söylensin Türk’ün henüz ölmek niyetinde olmadığını gösteren birçok emareler var. Türkiye, onu yutmak isteyenin boğazından geçmeyecek kadar büyük ve sert bir lokma olduğunu ispat edecektir. Metin ve kuvvetli olan hakiki Türk 400 seneden fazla bir zamandan beri ‘benim’ dediği bu ülkeyi başkalarına vermemek için ölünceye kadar savaşmaya kararlı.”[19]

Yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı üzere milletimizin adı olan Türk, sonradan konulmuş, yabancılar tarafından verilmiş, Cumhuriyet devrinde icat edilmiş bir isim değildir. Efsaneleri bir yana bırakırsak en az 1500 yıldan beri milletimizin adı Türk’tür. Biz kendimize Türk dediğimiz gibi yabancılar da bizden hep Türk diye bahsetmişlerdir.

 

 

[1] Ercilasun, Ahmet B. – Akkoyunlu Ziyat (2014), Kâşgarlı Mahmud – Dîvânu Lugâti’t-Türk – Giriş-Metin-Çeviri-Notlar-Dizin, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, s.151

[2]  Şeşen, Ramazan (1998), İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Devletleri, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 43-44

[3] Kargı Ölmez, Zuhal (1996), Ebulgazi Bahadır Han – Şecere-i Terâkime (Türkmenlerin Soykütüğü), Ankara, Simurg Yayınları, s.118 vd.

[4] Kültüral, Zühal – Beyreli, Latif (1999), Şerîfî Şehnâme Çevirisi, Cilt-I (Giriş – Metin), Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 101 vd

[5]  Taşağıl, Ahmet (1995), Gök-Türkler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları; Yıldırım, Dursun (2000), “[Ergene Kon] = [Erkin Kün] mü?”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı – Belleten 1997, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları; Liu Mau-Tsai (2006), Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri (Çeviri: Ersel Kayaoğlu – Deniz Banoğlu), İstanbul, Selenge Yayınları.

[6] Ercilasun, Ahmet B. (2007), Makaleler – Dil-Destan-Tarih-Edebiyat (Yayına hazırlayan: Ekrem Arıkoğlu), Ankara, Akçağ Yayınları, s.15-16.

[7] Ercilasun, Ahmet B. – Akkoyunlu Ziyat (2014), age,, s.10.

[8] Ercilasun, Ahmet B. (2007), Makaleler – Dil-Destan-Tarih-Edebiyat (Yayına hazırlayan: Ekrem Arıkoğlu), Ankara, Akçağ Yayınları, s.289.

[9] Atsız, Çiftçioğlu N. (1949), “Âşıkpaşaoğlu Tarihi” Osmanlı Tarihleri I, İstanbul, Türkiye Yayınevi, s. 109.

[10] Bülbül, Tuncay (2011), Mensur Bir Hikâye: Tarih-i Mısr-ı Cedîd – İnceleme-Metin, Ankara, Grafiker Yayınları, s. 412.

[11] Büyük Türk Klâsikleri, Yedinci Cilt,1988, İstanbul, Ötüken-Söğüt Yayınları, s.155

[12] Büyük Türk Klâsikleri, Dokuzuncu Cilt,1989, İstanbul, Ötüken-Söğüt Yayınları, s.21

[13] Taberî I*** (1955), Milletler ve Hükümdarlar Tarihi (Çevirenler: Zâkir Kadirî Ugan – Ahmet Temir), Ankara, Maarif Vekâleti yayını, s.1112

[14] Şeşen, Ramazan (1998), age, s. 42-43

[15] Öztürk 1988: 143

[16]  Thévenot, Jean (1978), 1655-1656’da Türkiye (Çeviren: Nuray Yıldız), İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, s.51

[17] Tott, Baron de (1970?), Türkler – 18. y.yılda (Çeviren: M. Reşat Uzmen), İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, s.13

[18] Howard, George William Frederick (1978), Türk Sularında Seyahat (Çeviren: Şevket Serdar Türet), İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser,s. 19, 21

[19] Müller, Mrs. Max (1978), İstanbul’dan Mektuplar (Çeviren: Afife Buğra), İstanbul, 1001 Temel Eser, s.22

Yazar

Ahmet Bican Ercilasun

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar