Yükleniyor...
Ayhan Tuğcugil mahlasıyla İskender Öksüz tarafından
yazılan ve Töre dergisinin 1976 Ocak 56.sayısında yayımlanan
“İdeolojiler Savaşı ve Türkiye” başlıklı makalenin ilk bölümüdür.
“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken, onlara bilhassa mevcudiyetiyle, hakkiyle, birliğiyle, taarruz eden bilumum yabancı anasırla mücadele lüzumu ve efkârı milliyeyi kemal-i istiğrakle her mukabil fikre şiddetle ve fedakârane müdafaa zarureti telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvayı ruhiyesine bu evsaf ve kaabiliyetin zerki mühimdir. Daimî ve müthiş bir cidal şeklinde tecelli eden hayat-i akvamın felsefesi, müstakil ve mesut kalmak isteyen her millet için bu evsafı kemali şiddetle talep etmektedir.
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududları ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi mülküne ve millî ananelerine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyeti cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere, hayat ve istiklâl yoktur.” Mustafa Kemal Atatürk
“Siyasî detant*, asla ideolojik savaşın duracağı anlamına gelmez.” Leonid Brejnev
Her gün şiddetini arttıran bir harbin içindeyiz. Ancak bu, eski, bildik harplerden farklı. Cephelerde dövüşülmüyor. Ortada, bayrağı, milliyeti belli ordular da yürümüyor. Fakat harp olmaya harp… Fikir sistemlerinin savaşı, devletleri klâsik harp kadar yıpratabiliyor, bölebiliyor, hatta ortadan silebiliyor. Son birkaç senede Türkiye Cumhuriyeti de bu savaşta mağlubiyetin eşiğine birkaç kere geldi ve döndü. Parçalanmadık, çökmedik ama hiç kimse sarsılmadığımızı, yıpranmadığımızı söyleyemez. Gelecekte aynı tehlikenin tekrarlanmayacağına dair hiçbir garantimiz yok; hatta, tersine daha büyük tehlikelerin varlığı iddia ve ispat edilebilir.
Tarih asırlardır milletlerin mücadelesini yazıyor. Günümüzde de tarihin temel yürütücü âmili yine milletler mücadelesi. Ancak şartlar, özellikle teknik gelişmeler bu mücadelenin metodunu, biçimini değiştiriyor. İkinci Dünya Harbine kadar milletler mücadelesi sık sık savaşlar halinde yürütüldü. Otomatik silahların keşfinden önceki harplerde, muharebe eden ordular bir sahrada karşı karşıya gelir ve savaş, duruma göre bir tarafın taarruzu, diğer tarafın müdafaası şeklinde sürerdi. Kısa zaman sürelerinde çok mermi atabilen otomatik silâhlar, bilhassa makineli tüfekle birlikte “tabya” sistemi yeni muharebe usulü oldu. Çünkü otomatik silâhlarla savunulan tabyalara karşı piyade hücumları çok zayiata yol açıyordu. Muharebe usullerindeki gelişmeler, onları takip etmemiş ordulara ağır darbelerle kendilerini öğretirler. Tabya tarzını iyi bilmeyen 150 bin kişilik Rus Romen Ordusu, Plevne önünde Gazi Osman Paşa’nın 30 bin askeri karşısında tam beş ay mıhlanıp kalmış, 50 bin ölü gibi korkunç bir zayiat vermişti. Birinci dünya harbinde baştan sona kadar tabya-siper usulüyle dövüşüldü. Yirmi sene sonra, ikinci dünya harbi patlarken şartlar ve teknik bir daha değişmişti. Zırhlı birlikler ve uçak, harbe yeniden hareketlilik, hem de tabya öncesi devrinkinden çok daha süratli bir hareketlilik getirdi. Cephe gerisindeki moralin, iktisat faaliyetlerinin, üretimin en az cephe kadar önemsendiği “Topyekûn Harp” kavramı da bu harbin bir yeniliğiydi. 1930’larda, 1940’larda “Topyekûn Harp” artık bir zaruretti. Çünkü gelişen haberleşme sistemleri cephe gerisinin moralini, azmini veya çöküşünü, bölünüşünü hemen aynı gün cepheye aksettirebiliyordu. Teknik muharebe vasıtaları eskisinden daha çok cephe gerisindeki sanayinin sağlıklı işleyişine bağlanmıştı. Nihayet uçaklar, bu sanayiyi tahrip gayesiyle savaşı zaten cephe gerisine getiriyordu. Her savaştaki gibi bu sefer de gelişmeyi takip edemeyenler oldu. Komünizm ve gözü kapalı sulhçuluk akımlarıyla cephe gerisi zaten çökmüş olan Fransa, modern silâhlarına rağmen, Majino hattı denilen I. Dünya Harbi usulü dev tabyanın arkasında oturup bekledi ve Almanlar karşısında birkaç günde bozguna uğradı.
İkinci Dünya Harbi’nden sonra geliştirilen çekirdek silâhları ve kıtalar arası balistik füzeler, milletler mücadelesi usulünü bir kere daha ve kökten değiştirdi. Özellikle 1950’lerden itibaren iki düşman blok – çok kullanılan ve her zaman doğru olmayan adlarıyla doğu ve batı – birbirlerine, eski harplere kıyas kabul etmeyecek zayiatı verdirme imkânını her an ellerinde tutar oldular. Çekirdek silâhlarının tahrip gücü o kadar büyük ve bunları hedefe gönderme vasıtaları olan kıtalararası balistik füzeler ve stratejik hava kuvvetleri o derece hızlı ve hassastı ki taraflar, bir atom harbinde galiple mağlup arasında pek az fark olacağı kanaatine vardılar ve milletlerarası mücadeleyi yeni bir usulle sürdürdüler: Soğuk Harp! Son yıllarda bu savaşa üçüncü bir nükleer güç, Çin de katıldı. Diğer taraftan batı Avrupa milletleri bağımsız dördüncü bir unsur olma yolunu tuttular. Japonya aynı hedefe ilerlemekte… Soğuk Harp, veya diğer isimleriyle propaganda harbi, ideolojik harp; yani fikir sistemlerinin savaşı, bütün şiddetiyle ve her geçen gün şiddetlenerek devam etmektedir.
Fikir sistemleri savaşını bir bakıma, cephesiz bir “Topyekûn Harp”e benzetebiliriz. Sadece cephe gerisinde verilen bir “Topyekûn Harp” . . . Yeni harple eski usuller arasında başka bir benzerlik de, belki tarih kadar eski olan “bölücü propaganda” taktiğindedir. Nitekim asırlar boyunca Türkiye’ de İran, şiî-sünnî ayırımını; Rusya; Ermeni, Sırp, Bulgar, Yunan milliyetçiliğini; İngiltere ise Arap, Yunan milliyetçiliklerini ve Kürtçülüğü tahrik etmişlerdir. Ancak eskiden, bölücülük çalışmaları sadece etnik tahriklere ve mezhep-din kışkırtmalarına yönelmiş ve klâsik harbin bir hazırlığı olarak düşünülmüşken bugün, etnik, din-mezhep bölücülüğüyle ideolojik bölücülüğü de kullanmakta ve bu usul bir hazırlayıcı değil, esas harp vasıtası olarak kullanılmaktadır.
İkinci Dünya Harbinde cephe gerisinin morali, tarafların esas hedeflerinden biriydi. Yeni harpte, “moral” kavramı daha genişlemiş ve milletin dünya görüşü, felsefesi, ideolojisi, yani fikir sistemi esas hedef alınmıştır. Gaye, düşmanın askerlerini öldürmek, topraklarını işgal etmek değildir. Çünkü böyle davranışlara sık sık başvurulması, tarafların korktuğu atom harbini başlatabilir. Öldürmek veya işgal yerine kafaları esir etmek aynı sonuca giden daha tehlikesiz bir yoldur. Nitekim tarihimiz boyunca şükürler olsun-bir askerî mağlubiyet sonunda İstanbul veya Ankara’ya Rus bayrağı asılmamışken, aynı bayrak her iki şehrimizde de kendi vatandaşlarımızın elleriyle çekilebilmiştir. Yukarda, dış düşmanlarımızın Türkiye’ye karşı kullandıkları klâsik silahlar arasında saydığımız şiî-sünnî kışkırtmaları, kürtçülük tahrikleri, bugün kendi insanlarımız tarafından, siyasî partiler tarafından ve zaman zaman TRT ve Millî Eğitim teşkilâtı gibi kendi devletimizin imkânları kullanılarak yürütülebilmektedir.
Fikir sistemleri savaşının ateşi, propagandadır. Silahları: Radyolar, televizyonlar, kitap, dergi, gazete, bildiriler ve nihayet vasıtasız sözdür. Savaş alanı, dağlar, ovalar değil üniversiteler, fabrikalar, şehir meydanları, veya özetle: Beyinlerdir. Hedef düşmanı öldürüp yaralayarak değil iç karışıklık çıkartarak zayıflatmaktır. Zayıflatmak zaten başlı başına bir gaye teşkil eder. Çünkü klâsik harplerden çoğunda da galip, mağlup devleti ortadan kaldıramamış; fakat zayıflatmakla, parça koparmakla yetinmiştir. Yine de son hedef tam galibiyet, kafaları esir edilen milletin zayıflatılıp bölünerek sonunda siyasî anlamda da ilhak edilmesidir.
Fikir sistemleri harbinde büyük çapta tam ilhaklar İkinci Dünya Harbi’nin hemen ertesinde, bugün peyk durumuna düşmüş devletlerde -Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan gibi – görüldü. Tam ilhak, ancak kızıl ordunun süngüsüyle başarıldıysa da esarete gidişte yerli komünist partileri mühim rol oynadı. Zayıflatmaya, bölmeye en yakın misal, Türkiye’nin son yıllarıdır. Pakistan da daha birkaç sene önce, büyük bir parçasını kaybetti. Şu satırlar yazılırken Portekiz bu cins bir mağlubiyeti tadıyor. Fikir sistemleri savaşı başlayalı beri bütün Lâtin Amerika ve Orta Doğu, ileri cephe durumundadır.
Türkiye’de, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi ve zaman zaman Adalet Partisi çevrelerinden ileri sürülen bir görüş; fikir sistemleri savaşının iktisatta geri kalmış ülkelere has olduğu, ekonomik gelişmenin bu meseleyi kökünden çözeceğidir. Bu fikrin yanlışlığını tespit için kitap değil, sadece gazete okumak bile yeter: Yukarıda sözünü ettiğimiz Portekiz iktisatta bizden ileridir. Aynı harbin darbelerini zaman zaman yiyen Yunanistan’da fert başına düşen millî gelir, bizimkinin yaklaşık iki katıdır. Yine solcularımızın iki bin bilmem kaç sene sonra bugünkü seviyesine ancak yetişebileceğimizi ilân ettikleri ,İtalya’da bugün, İtalya tarihinin belki en büyük komünist tehdidi yaşanıyor. Japonya zaman zaman Başbakanlarının katline kadar varan ideolojik sokak hareketlerine sahne oldu ve hâlâ fikir sistemleri savaşının darbelerini yemekte. Daha dün -1968-69’larda- umumiyetle komünistlerin öncülüğünde yürütülen ve bütün Batı Avrupa’yı sarsan talebe hareketleri, bu kadar çabuk mu unutuldu? Nihayet ABD, Güneydoğu Asya mağlubiyetini en az cangıl savaşındaki kadar, kendi memleketindeki öğrenci gösterileri, sokak hareketleri ve basın-yayın taarruzundan aldı. Eğer, soğuk harbin yıkıcılığından kurtulmanın tek ve kesin yolunu iktisatta görenler; İtalya ve ABD gibi ülkelerin refah seviyesinin birkaç yüz misli üstüne çıkılacağı ve belki birkaç bin yıl sonra gelecek bir devirden değil de bugünden bahsediyorlarsa, saçmalamaktadırlar. Bu noktada akla gelebilecek bir soru var: Fikir sistemleri savaşı, bildiğimiz klâsik harbin tarihe karıştığını mı gösterir? Bu soru Kıbrıs savaşından önce daha modaydı. Belki çok sayın aydınlarımız birkaç sene sonra Kıbrıs’ı unutup tekrar moda haline getirirler… Ne zaman sorulursa sorulsun, bunun cevabı “Kesinlikle hayır!”dır. Aksine inanarak asker gücüne önem vermeyen bir milleti, felâket bekler.
Fikir sistemleri savaşının asıl sebebi, klâsik harpten gönüllü bir vazgeçme değil klâsik harbi göze alamamaktır. “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salâh” sözü bugün eskisinden de geçerlidir. Ancak taraflar, dünyanın herhangi bir noktasında ateşli bir harbe zaman zaman cesaret etseler bile bunu sınırlı tutmaya çalışmakta, imkânları olduğu halde çekirdek silahlarını kullanmamağa dikkat etmektedirler. Biraz önce, İkinci Dünya Harbi’nin zırhlı birlikler, uçaklar ve topyekûn harp usulünün savaşı olduğunu söylerken, “bu harpte hiç siper muharebesi yapılmadı” demek istememişsek; fikir sistemleri savaşı çağında da hiçbir zaman klâsik harp yapılmayacaktır diyemeyiz. Nihayet fikir sistemi savaşının ana cepheleri olan üniversite, fabrika ve meydanlarda da bugün silah kullanıldığı bir vakıadır. Ancak eskiden moral harbi ve bölücü propagandalar, ateşli harbin yardımcılarıyken, bugün tersine, silahlı çatışmalar ve hatta sınırlı harpler esas savaşın, fikir sistemleri savaşının, yardımcıları sayılmaktadır. Komünistlerimiz, adam öldürmeye bile “silahlı propoganda” adını veriyorlar… Tabya – siper savaşı yapan, otomatik silah kullanan bir düşmana karşı en iyi müdafaa, yine tabya – siper ve otomatik silahtı. Zırhlı birlikler, uçak ve topyekûn harp devrinde aynı silahlarla karşılık veremeyen taraf, mutlak mağlubiyete mahkûmdu. Fikir sistemleri savaşında da kesinlikle gerekli silah fikir sistemidir. İdeolojik taarruza, öz fikir sistemiyle karşı duramayan milleti, yine mutlak mağlubiyet beklemektedir. Türkiye’de bazen iyi, bazen kötü niyetle sık sık tekrarlanan “anarşi, polis tedbirleriyle önlenemez” sözü bu açıdan doğrudur. Ancak daha doğrusu “anarşi sadece polis tedbirleriyle önlenemez”dir. Nasıl tabya devrinde tüfek ve süngü tamamen lüzumsuz hale gelmemiş, tank-uçak devrinde siper tamamen ortadan kalkmamışsa, bir devleti koruyan güvenlik kuvvetleri ve kaza organı da fikir sistemleri mücadelesinde tamamen saf dışı bırakılmamıştır. Ancak bunlar, gerekli fakat yeterli değillerdir. Güçlü bir millî felsefe yokken güvenlik kuvvetleri ve adalet mekanizması sürekli bir aşınmaya uğrar. Sonunda düşman fikirler, bu müessese mensuplarının beyinlerini de işgal edip onları ters görev yapar duruma itecektir. İdeolojik taarruza mağlup olmuş bir güvenlik veya adalet mekanizması artık devleti korumak yerine devleti yıkmakta, düşmanla işbirlikçi duruma düşmüştür. Çünkü bu müesseselere mensup insanlar, teker teker “düşman kuvvet” haline gelmiştir. Bu noktaya varıldıktan sonra, iktidar henüz düşmana teslim edilmemiş bile olsa polisin içindeki esir beyinler fırsatını buldukça devleti yıkmaya çalışanları değil onlara karşı duranları yakalamaya, yargı organları, devlet düşmanlarını hapsetmeye değil serbest bırakmaya çalışacaklardır. Buna karşılık güçlü bir millî fikir sistemi milleti kavradığında, bir zamanlar devleşen tehlikelerin hızla eriyip yok olduğu, bu konuda güvenlik kuvvetleriyle adalet mekanizmasına artık pek az iş düştüğü görülecektir. Fikir sistemleri savaşmaktadır; savaş vasıtası olmaktadır. Çağımızda milletini seven, yurdunu seven hiçbir insan, bu öldürücü savaşa bigâne kalamaz. “Bana dokunmasınlar da…” diyemeyecek kadar ahlâk sahibi isek bu kavganın esasını, sebebini anlamak; sonra da Türk Milleti için, Türkiye için elimizden geleni yapmak zorundayız. Kaldı ki fikir sistemleri savaşında “bana dokunmasınlar da…” düşüncesinin de emin bir sığınak olmadığını yakın tarih defalarca ispatlamıştır.
*detant: yumuşama