Yükleniyor...
İstanbul Patrikhanesi
Bu yazı, Devlet Eski Bakanı ve
Millî Düşünce Merkezi Genel Başkanı
Sadi Somuncuoğlu’nun
“Patrikhane ve 551 Yıllık Hesap:
İstanbul’da Yeni Roma İmparatorluğu”
kitabından alınmıştır.
Fener Rum Patrikhanesi ile ilgili talepler sadece bir okulun açılması gibi sunulmakta, bunun da çok sıradan bir konu olduğu havası verilmektedir. Oysa gerçekte hedeflenen okulun açılıp, ekümenliğinin tanınması, yine Patrikhaneye ekümenlik ve tüzel kişilik verilmesidir. Bu taleplerin, Patrikhane’nin Fener ile Balat’taki arazi ve ev alımları, son olarak da tüm bunların çatısı niteliğindeki Patrik Bartholomeos’un kullandığı “İstanbul, Yeni Roma ve Evrensel Patriklik Başpiskoposu (Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch)” unvanıyla birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bütün bu unsurlar ise önümüzdeki projenin sadece bir okul açılışı değil, “Yeni Roma“nın kurulması olduğunu ortaya koymaktadır.
Taleplerinin karşılanması halinde Patrikhane uluslararası bir statüye kavuşup, dünya çapındaki 300 milyon Ortodoks’un dini ve siyasi merkezi olacak, kısacası devlet içinde devlet haline gelecektir. Ancak bu proje bugünün meselesi değildir. Çünkü Megali İdea’nın en önemli parçasını teşkil etmektedir. Sevr’le beraber de Yunanistan’ın yanı sıra Avrupa ve ABD’nin malı olmuştur. Ocak 1844’de Yunan Meclisi’nde konuşan Yanni Koletti adlı milletvekilinin şu sözleri adeta projenin çerçevesini çizmektedir:
“… Yunan krallığı Yunanistan değildir. Sadece Yunanistan’ın en küçük ve en fakir parçasıdır. Yunanlı sadece krallık ülkesi halkı değildir, lyonya, Selanik, Serez, Edirne ve İstanbul ya da Trakya ve Girit, Sisam adası ve Yunan tarihi ile Yunan ırkına bağlanan tüm bölge ve yörelerde yaşayan halklardır. Elenizmin iki büyük başkenti vardır. Atina, krallığın başkenti; İstanbul ise büyük başkent, tüm Yunanlıların ümit ve hayallerinin kentidir” [1]
Bu konuşmadan tam 75 yıl sonra Sevr görüşmeleri üzerine ABD Başkanı Wilson’a gönderilen bir mektup, Yunanistan’daki Koletti’lerin de hedefin de değişmediğini göstermektedir. Üstelik bu mektubun sahipleri, Sevr görüşmelerini yürüten Başbakan Venizelos’u devirmek için adeta ant içmiş ve 1 yıl sonra da bunu gerçekleştirip, Yunanistan’ın yönetimine geçmiş olan Birleşik Muhalefet adındaki 16 kişilik komitedir. Başkan Wilson’a, Yunan hükümetinin barış konferansında ileri sürdüğü isteklerin tüm Yunanlıların görüşünü temsil ettiğini onayladıklarını bildiren söz konusu komitenin Nisan 1919 tarihli açık mektubun metni de şöyledir:
Tüm Yunan halkı, sadece iç politikayla ilgili herhangi bir görüş ayrılığı dışında, yalnız ulusal istekleri gerçekleştirmek amacını beslemekte ve Helenizm’i ilgilendiren Doğu sorunlarının hakça çözümlenmesinin, tek bir ulusal Yunan devletinin kurulması- Bu Yunan devleti, bugünkü krallık toprakları, Kuzey Epir, İstanbul’la birlikte Gelibolu yarımadasını da içine alan Trakya, Aydın ve Bursa vilayetleri, İzmit ve Çanakkale kazaları, Oniki Ada ve Kıbrıs topraklarından oluşmaktadır ve Pontus’ta özgür bir politika yaşamına kavuşacakları konusunda Yunanlılara güvence verilmesi olduğuna inanmaktadır.”
Projenin yani ‘Ortodoks Vatikan’ın çatısı hazır beklemektedir, bu da Fener Rum Patrikhanesidir. Ancak bu çatının bir hükümranlık alanının bulunması gerekmektedir. Bunun için gerekli olan unsurlardan birisi, Patrikhaneye tüzel kişilik verilmesi ve ekümenliğinin tanınmasıdır. Böylece hukuki bir statüye kavuşarak, ülke içinde ve uluslararası zeminde Türkiye hakkında dava açma hakkı elde edileceği gibi dokunulmazlığı bulunan topraklarda hükümran olunabilecektir. 1936 Kararnamesi’ne aykırı şekilde edinildiğinden Yargıtay kararıyla Hazine’ye devredilen malların iadesi için verilen uğraşın ve tüzel kişilik talebinde bu denli ısrar edilmesinin sebebi de budur.
AB uyum paketleri ile Patrikhane başta olmak üzere tüm vakıfların mal-mülk edinmesinin önü açılmıştır. Oysa bu amaçla Vakıflar Kanunu’nun değiştirildiği dönemde MGK’ya sunulan raporda çok ciddi uyarılarda bulunulmuştur. Söz konusu raporda, “Ülkemizde azınlık dini kuruluşlarının amacı, söz konusu azınlıkların dini ihtiyaçlarını sağlamaktır. Ancak, azınlık vakıf ve cemaatlerinden bir kısmı, bu işlevlerini bir yana bırakıp Türkiye aleyhine, dış bağlantılı faaliyetlerin içinde yer almaktadırlar, yasal değişiklikle, zaten kontrolsüz biçimde büyüyen azınlık vakıfları üzerindeki etkin denetim mekanizması ortadan kalkmış oldu.” tespitine yer verildikten sonra, Vakıflar Kanunu’nda yapılan değişikliklerle ilgili olarak şu uyarılarda bulunulmuştur:
Cemaat vakıfları, daha önce başka kişiler adına alınmış ya da bağış yoluyla kendilerine geçip de kanunen almaları mümkün olmayan mülkleri, sadece kira sözleşmeleri ve vergi kayıtlarını göstererek 6 ay içinde vakfa devredebileceklerdir.
Azınlık vakıfları, mülk edinmelerine ilişkin izinleri yetersiz görmeleri halinde, uyuşmazlıkları her defasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürebilecek, her fırsatta ayrımcılık yapıldığını iddia edebileceklerdir.
Vakıflar yurt içi ve yurt dışında koordineli olarak çalıştıkları kuruluşlarla kolayca işbirliği yapabilecekler ve şube açabileceklerdir.
Azınlıklar, uluslararası işbirliğiyle siyasi ve ekonomik güç haline gelerek, Lozan Antlaşması ile kendilerine verilmiş olan hakların fazlasını zorlayabileceklerdir.
MGK’ya sunulan raporda, tüzük ve yönetmelik değişikliklerinde acele edilmemesi, doğrudan veya dolaylı konuyla ilgili makamların tam yetkili olması, yeni düzenlemeler yapılırken AB üyesi Yunanistan’ın Batı Trakya Türk azınlığına, mal edinme konusunda getirdiği kısıtlamaların emsal gösterilmesi gerektiği de özellikle vurgulanmıştır. Nitekim tüzük ve yönetmelik değişikliklerinde ilk anda bu uyarılar dikkate alınmış, onay mercinin Bakanlar Kurulu olması kararlaştırılmış, vakıfların mal-mülk başvuruları da titizlikle incelenmiştir. Ancak Bartholomeos, Brüksel’i ziyaret edip, bürokratik işlemlerin çokluğundan şikayet etmiş, bu arada AKP’nin de iktidar olmasıyla hem kanun hem de yönetmelik süratle değiştirilerek Bakanlar Kurulu onayı kaldırılmış, vakıfların başvuru süresi uzatılmış ve başvurular yeniden incelemeye alınmıştır.
Gerçekte Patrikhane bir yanda ulusal ve uluslararası alanda siyasi girişimlerde bulunurken, öte yandan yavaş yavaş gayrimenkul edinmeye başlamıştır. Türk-Ortodoks Kilisesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol’un ifadesine göre, Patrikhanenin alanı Cumhuriyetin ilanı sırasında yaklaşık 50 dönümken, bugün 113 dönüme çıkmıştır. Patrikhane civarındaki Türklere ait ev ve iş yerlerinin çok yüksek ücretlerle satın alındığı iddialarını Patrikhane basın sözcüsü Tarabya Metropoliti Harisiadis daha 1994 yılında kısmen de olsa doğrulamış ve “Evet Patrikhanenin Fener’de mülk edindiği doğrudur. Bunlar birkaç balıkçı barakasından ibarettir. Bunu bizim gizlediğimiz yok. Patrikhanede çalışan yoksul ve çok uzakta oturan müstahdem için edinilmiştir” demiştir. Patrikhanenin civarında ev alındığını Bartholomeos da kabul etmiş ancak o da 8 yıl sonra Patrikhane sözcüsünün ifadelerine benzer şekilde, “Topraklarını genişletiyor dediler. O evlerde çalışanlarımız oturuyor. Ayasofya, Sultanahmet civarında güya ev almışız. Tek bir evimiz yok oralarda.” savunmasını yapmıştır. Bartholomeos, “İkinci bir Vatikan kurmak istiyor diyenler oldu. Sarih olarak belirtiyorum; Türk devleti bunu bize teklif etse dahi hiç düşünmeden reddederiz. Ne ikinci bir Vatikan olabiliriz ne de olmak isteriz.” diye de eklemiştir. Patrikhane’nin kendisine ait arazisi 5 bin 520 metrekare iken birkaç balıkçı barınağı diye takdim edilen arazinin 4 bin metrekare olduğu belirtilmektedir. Patrikhanenin ayrıca İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait 600 metrekarelik araziyi de yıllardır kullandığı, Fatih Belediyesi’nin oluşturduğu bir heyet tarafından tespit edilmiştir. [2]
Patrikhane ile ilgili bir diğer iddia Zeytinburnu’nda kurulacak olan “Kültür Adası” projesidir. Belediye’nin geçtiğimiz yıllarda başlattığı bu proje için Bartholomeos’un Dünya Bankası’ndan 25 milyon dolar hibe aldığı ortaya çıkmıştır. Belediye Başkan Yardımcısı Zafer Alsaç projenin finansmanı konusundaki bir soruyu, “Büyükşehir Belediyesi, Kültür Bakanlığı ve Ortodoksların lideri Sayın Patrik Bartholomeos’la görüştük. Bartholomeos Dünya Bankası’yla görüşerek karşılıksız 25 milyon dolar bütçe aldı.” diye cevaplandırmıştır. Projeye ilişkin olarak diğer Başkan Yardımcısı Mehmet Zafer de, ‘Turgut Özal’ın anıt mezarından başlayarak, Zeytinbumu’nun denizle birleştiği sınıra kadar olan alanın din turizmine açılmasını planladık. Bu bölgede Ortodoks Rumların kutsal sayılan Meryem Ana Manastırı var. Müslümanlar için zemzem suyu ne ise bu manastırdan çıkan su da Ortodokslar için aynı önemde kabul ediliyor. Bu manastıra şu ana kadar 9 patrik gömülmüş. Buraya Yunanistan’dan yüzlerce ziyaretçi geliyor. Bölgede ayrıca Rumlara ait hastane, okul ve mezarlıklar bulunuyor. Bölgede bulunan sanayi tesisleri, depolar, metruk ve kaçak binalar çirkin bir görüntü oluşturuyor. Bunları yıkıp, bu alanı güzelleştireceğiz. Hazırladığımız imar planı Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandı. Kültür Bakanlığı da projemize sıcak bakıyor. Alanın temizlenmesi amacındayız. Burada kurulu olan iş yeri ve konutlar Rum Vakfı arazisi üzerindeki kaçak bina ve tesislerdir.” demiştir. Belediye Başkan Yardımcısı Zafer Alsaç ise sorular üzerine, “Lozan Barış Antlaşması bizi ilgilendirmiyor. Bir kere şahsım adına hoşgörüden yanayım. Millet olarak da hoşgörülüyüz. Ortodoksların arasında lider seçilmesinin bizi ilgilendiren bir tarafı yok. Ayrıca Patriğin kendini ekümen ilan etmesi Lozan’a aykırı olabilir şimdi Lozan’a aykırı tek karar bu değil. Malum son yıllarda alınan birçok karar Lozan’a aykırı. Bunlar beni fazlaca ilgilendirmiyor.” şeklinde konuşmuştur.
Zeytinburnu Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Zafer’in açıklamasında bahsi geçen bölgedeki sanayi tesisleri ve depoların kaldırılması sırasında yaşananlarla ilgili iddialar ise yabana atılacak gibi değildir. Başkan Yardımcısı Zafer, “Burada kurulu olan iş yeri ve konutlar Rum Vakfı arazisi üzerindeki kaçak bina ve tesislerdir” demiştir ama bu doğru.değildir. Zeytinburnu Oto Sanayi Sitesi’nin bulunduğu, 17 bin 123 metrekarelik arazinin yarı hissesi Vakıflar Genel Müdürlüğü, yarı hissesi de Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’na aittir. Ancak Vakıf, arazinin tamamının kendisine ait olduğunu öne sürerek, İstanbul İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. Mahkemenin bu taleple ilgili ret kararı, Danıştay tarafından da onaylanmıştır. Tüm bunlara rağmen Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Başkanı Dimitri Karayani’nin, arazinin kendilerine ait olduğu iddiasını sürdürmekle kalmayıp, bütün İstanbul’un tapusuna sahip olduklarını söylediği ve buradaki esnafa, “AB’ye girdiğinizde görüşeceğiz. 1453 yılında aldığınız İstanbul’un tapusunu yeniden üzerimize geçireceğiz” dediği bildirilmiştir. Nitekim Belediye zabıtaları 2 Haziran 2003’de, “Dini tesis alanının işgal edildiği” gerekçesiyle alınan yıkım kararı ile sanayi sitesine gelmiş, esnafın kendilerine önceden herhangi bir tebligat yapılmadığı uyarılarına ve yetkililerle görüşmelerine rağmen iş yerleri yıkılmıştır.
Türk Ortodoks Kilisesi Sözcüsü Sevgi Erenerol’un verdiği bilgilere göre Balıklı Rum Hastanesi, 250 yıl önce fakir fukara Rum vatandaşlarının tedavileri için inşa edilmiş, dönemin ünlü bankeri Zarifi de bu hastanenin yapımı için çok önemli maddi katkılar sağlamıştır. Ancak Vakıf yönetimi için 11 yıldır seçim yapılmıyor ve vakfa ait 78 adet gayrimenkul görünüyor. Vakıf Başkanı Karayani’nin hastane içindeki ihtiyarhaneye yatan yaşlı Rumların gayrı menkullerini vekaletname ile ele geçirdiği ve böylece gayrı resmi sayının 1600’ü bulduğu, öyle ki Rum cemaati arasında Rum hastanesindeki vakfiyenin Türkiye’de hiçbir vakıfta bulunmadığının söylendiği kaydedilmektedir. [3]
Rum Balıklı Hastanesi’nin geçmişi ve Patrikhanenin burayı alabilmek için verdiği mücadele ise başlı başına dikkat çekicidir. Söz konusu hastane Atatürk tarafından Türk-Ortodoks Kilisesi’ne bağlanmıştır, ancak Patrikhanenin gözü hep hem burada hem de Türk-Ortodoks Kilisesine bağlı diğer yerlerde olmuştur. Nitekim, 1946’da Patrik seçilen Kadıköy Metropoliti Maksimos’un gündeme getirdiği ilk mesele bu olmuştur. Patrikhane temsilcisi metropolitler, dönemin Başbakanı Rüştü Saraçoğlu’nu 13-15 Mayıs 1946’da ziyaret etmiş, Haziran ayında tekrarlanan ve 10 gün süren görüşmelerde Patrikhane heyetinin üzerinde durduğu 5 konudan birisi Balıklı Rum Hastanesi yönetiminin Rumlara verilmesi olmuştur. Aynı talep, Patrik Maksimos imzasıyla 20 Eylül 1946’da Başbakanlığa sunulan 4 maddelik istek listesinde de yer almıştır. Bu dönemde elde edilemeyen söz konusu talep, 1950’den sonra yerine getirilmiştir. [4] Patrikhane’nin Balıklı Rum Hastanesinin yönetimi için verdiği mücadele ve bu hastanenin vakfının Türkiye’de hiçbir vakıfta bulunmadığı söylenen vakfiyesi birlikte düşünüldüğünde, tüzel kişilik elde etmesi halinde bunların Patrikhane’ye geçeceği açıktır.
Bölgede meydana gelen ilginç gelişmelerden bir diğeri ise Fener ve Balat semtlerinin Rehabilitasyonu Programı olup, AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Kretschmer ve Fatih Belediye Başkanı Eşref Albayrak’ın katıldığı bir basın toplantısıyla başlatılmıştır. AB’nin 7 milyon Euro destek verdiği bu projeyle ilgili toplantıda Büyükelçi Kretschmer, şunları söylemiştir:
“Bu iddialı program kapsamında Balat ve Fener semtlerinin gelişimi, her şehrin diğer tarihi semtlerinde de tekrarlanabilecek bir kentsel yenilenme modeli oluşturacak, hem de korunma ve yenilenme alanlarında uzun vadede İstanbul’un diğer bölgelerinde ve Türkiye genelinde geliştirilip, kullanılabilecek bir uzmanlık oluşturacaktır.”
Bu projenin devreye girmesiyle birlikte Balat ve Fenerdeki bina ve arazi satışlarında da artış meydana gelmiştir. Özellikle Balat semtinde hem UNESCO’nun hem AB’nin hızlı bir restorasyon çalışmasına girişmesi, buradaki mülklerin çok yüksek bedeller verilerek satın alınması artık semt halkını bile endişelendirecek boyutlara ulaşmıştır. (Dönemin) Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu ise bu gelişme ve endişeler karşısında, vatandaşların mülklerini satmamalarının ötesinde bir şey söyleyememektedir. Bölgenin tümüyle UNESCO denetimi altına girdiğini belirten Türk-Ortodoks Kilisesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol, “Aynı yanlışlık Ayasofya’da da yapıldı. Bugün istesek bile camiye çeviremeyiz. Çünkü UNESCO denetiminde.” demektedir. Erenerol’un bu uyarısı, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği parlamentolarında Ayasofya’nın kilise olarak ibadete açılması yönünde önergeler verilmesi ile birleştirildiğinde daha bir önem kazanmaktadır. Öte yandan Ruhban Okulu başta olmak üzere Patrikhane için kutsal bilinen ne kadar kurum, kuruluş veya tesis varsa, bunların yeniden ihyası için kollar sıvanmıştır. Ruhban Okulu’nun bulunduğu, İstanbul’u, özellikle Ayasofya’yı uzaktan bütün ihtişamı ile gören tepeye Grekçe “Ümit Tepesi” adının verildiğini de kaydetmemiz gerekmektedir. Tüm bunların anlamı şudur; buraların kendilerine ait olduğunu ispat etmek, bir başka ifadeyle “Bizans damgasını” vurmak, kısacası İstanbul’u çepeçevre kuşatmak istemektedirler.
Türkiye, dini cemaatlerin statüsü ve faaliyetleri hakkında bugüne kadar büyük bir dikkat ve hassasiyet göstermiştir. Bunun başta gelen sebebi elbette ki, hukuki düzenlemelerimiz ve tarihi gerçekler olmuştur. Ancak bir de Patrikhanenin 1960’larda teşebbüs edip, başaramadığı bugün ise AB uyum paketleri ile yeniden hayata geçirdiği model uygulaması vardır. Gökçeada’da denenen bu proje şöyledir:
Burada yaşayan Rumlar 1945 yılından itibaren gayrimenkul edinmeye başlamış, bu arada Hazine arazilerini 20 yıl boyunca kullandıklarını öne sürerek, tapuya tescilini istemişlerdir. Tapularını aldıktan sonra da merkez ve köylerde Rumca eğitim veren okullar açmışlardır. İşte Kıbrıs’ta başlayan olaylarından sonra özel okul statüsünden çıkarılarak, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanan okullar bu okullardır. Şayet kesintiye uğramasaydı önce mülk, arkasından okul sahipliği ile başlayan bu yayılma daha ileri talep ve yapılanmalara dönüşecekti. Projenin bu şekilde yarım kalmasından sonra Rumların büyük bölümü Ada’dan göç etmişlerdir. AB uyum paketlerinin çıkmasından sonra Bartholomeos’un ilk işi Silifke Metropoliti Kirillos’u Gökçeada ve Bozcaada metropolitliğine atamak, yeni metropolitin görevi de 1964’te göç eden Rumların yeniden dönüşünü örgütlemek olmuştur. Rumların ilk aşamada 700 dönüm arazi aldığı, terk ettikleri köylerine döndüğü ve eski mülkleri için de AİHM’e başvurduğu belirtilmektedir. AİHM’in bugüne kadar Türkiye ile ilgili verdiği kararlar dikkate alındığında, şimdiden bu davanın da aleyhimize sonuçlanacağını söylemek mümkündür. Bu olduğu takdirde ise orta vadede sadece Gökçeada değil Bozcaada’nın da tümüyle Rumların eline geçeceği tahmin edilmektedir [5]. Söz konusu projenin başarılı olması halinde benzer uygulama ve taleplerin tüm Anadolu için gündeme getirilmesi beklenmelidir ki projenin tamamlayıcı unsuru yine Patrikhane’ye ya da herhangi bir başka kiliseye tüzel kişilik verilmesidir. Böylece yurdun dört bir yanında bulunan ve “dinler arası diyalog veya inanç turizmi’ adı altında teker teker ibadete açılan kiliselerin peş peşe mülk talepleri gündeme gelecektir ki, Türkiye’nin bunun altından kalkması mümkün değildir.
Bu tablonun, varsayım veya vehim değil gerçek olduğunu da bizzat Patrik Bartholomeos’un icraat ve demeçleri ortaya koymaktadır. Patrik daha 2000 yılında Yunan Etnos Gazetesi’ne verdiği bir demeçte “Hristiyanlar Anadolu’ya yerleşebilir.” demiştir. Nevşehir’de düzenleyeceği ayin vesilesi ile yaptığı bu açıklamasında, Türkiye’nin AB üyeliğinden ne anladıklarını, daha da önemlisi ne beklediklerini itiraf eden Bartholomeos, şöyle konuşmuştur:
“Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Anadolu’da önceden var olmuş Hristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Eğer AB üyeliği bunu müsait kılarsa ve Hristiyanlar, yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o zaman Patrikhane de o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmalarını düşünebilir.”
Anadolu’da Hristiyanların yaşadığı bölgelerden birçok belediye başkanının Hristiyan mabetlerine saygı göstermesinin ve Patrik’i davet etmelerinin çok sevindirici olduğunu da kaydeden Bartholomeos, “Türkiye AB üyeliği rotasında, topraklarındaki Hristiyan mabetlerine saygılı olduğunu gösteriyor. Biz ise ara sıra bu kiliselerde ayin yapacağız. Bu kiliseler, bölgede Hristiyan yaşamadığı için sürekli açık olamaz.” dedikten sonra, ara sıra açılan kiliselerdeki ayinlere katılmak ve dedelerinin yaşadığı toprakları ziyaret etmek için Yunanistan’da yaşayan torunlarının Anadolu’ya geldiğini vurgulamıştır.
Bartholomeos’un, 18 Kasım 2002’de Kastamonu’ya yaptığı ziyaret de çok önemli bir gösterge olmuştur. Bartholomeos, Vali ve Belediye Başkanını ziyaretinde, Kastamonu’nun dokusu ve geleneğiyle tarihi bozulmamış bir şehir olması sebebiyle teşekkür etmiş, şehri gezerken de elinde Kastamonu’ya ilişkin notlar olan bir kitaba bakarak, “Şurada Rumların kilisesi, şurada evleri var.“ sözleriyle adeta keşif ve inceleme yapmıştır. Camilerin önünde özellikle duran Bartholomeos, “Bunlar eskiden kiliseydi, tekrar eski haline döndürülürse Türkiye’nin AB’den tarih alması kolaylaşır” [6] demiştir.
Bartholomeos, dini özgürlükler ve Ruhban Okulu’nun açılması adı altındaki taleplerinin gerçek hedefini Türkiye’ye müzakere tarihi verilip, verilmeyeceğinin kararlaştırılacağı Aralık ayı yaklaşırken ortaya koymuştur. Bartholomeos, Reuters’a verdiği demeçte, ‘Tüm dini hizmetlerin yerine getirilmesi konusunda özgürlüğümüz var, ancak kiliseye ait vakıfları, manastırları, mezarlıkları ve okulları idare hakkımız yok” demiştir. Bartholomeos, bunların devlet yönetiminde olduğunu ve finansal açıdan istismar edildiğini de öne sürmüştür.
İşte cemaat vakıflarına tüzel kişilik verilmesi halinde Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı tablo budur. MGK’nın raporunda da denildiği gibi “Cemaat vakıfları, daha önce başka kişiler adına alınmış ya da bağış yoluyla kendilerine geçip de kanunen almaları mümkün olmayan mülkleri, sadece kira sözleşmeleri ve vergi kayıtlarını göstererek vakfa devredebilecekler. Azınlık vakıfları, mülk edinmelerine ilişkin izinleri yetersiz görmeleri halinde, uyuşmazlıkları her defasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürebilecek ve her fırsatta ayrımcılık yapıldığını iddia edebilecekler”dir. Kısacası neredeyse her kilisenin bulunduğu yerlerdeki topraklara göz, belki de el koyacaklar, böylece Türkiye’nin üniter yapısı kelimenin tam anlamıyla torpillenecektir. İşte AB, Türkiye’den böylesi bir talepte bulunmaktadır. Oysa azınlıklara adeta sınırsız haklar veren Sevr’de dahi tek kabul edilmeyen madde bu olmuştur.
Azınlık vakıfları çeşitli yollardan gayrimenkul varlıklarını büyütmektedir ancak şikayetleri de sürmektedir. Çünkü talep edilen, cemaatlerin istediği yerde istediği gayrimenkul edinmesinin önünün açılmasıdır. Nitekim, konu AB ilerleme raporlarına önceleri tamirat-bakım- onarım yapamama şikayeti olarak yazdırılırken, 2002-2003 ilerleme raporlarında, gerçek niyet ortaya konulmuştur. Neticede AB uyum paketleri ile peş peşe yapılan düzenlemelerle vakıflara gayrimenkul edinme imkanı verilmiştir. Bu sefer de aynı hakkın, Katolik ve Protestan cemaatleri dahil olmak üzere vakıf kuramayan tüm dini toplulukları verilmesi istenmektedir. Azınlık vakıflarının AB ve ABD raporlarına da giren değişmez hedefi ise 1936’da bildirdikleri ancak kendilerine ait olmadığı ortaya çıktığı için, yine 1936 yılından sonra kanunsuz bir şekilde alındığından Hazine’ye geçen taşınmazların iadesini sağlamaktır. Bu amaçla Türkiye üzerinde çeşitli yollarla siyasi baskı kurulurken, bir yandan da AİHM’de davalar açılmıştır.
AİHM eliyle sonuç almanın son örneği Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı tarafından açılan dava olmuştur. Bu dava açılışı ve sonuçları itibarıyla birçok açıdan dikkat çekicidir. Mesela başvuru 1996’da yapıldığı halde AİHM bu başvuruyu 2004 Ağustos’unda, yani tam 8 sene sonra kabul etmiştir. Zamanlaması itibariyle Ruhban Okulu’nun açılmasına ilişkin baskı ve çalışmaların en yoğun yaşandığı döneme denk gelmiştir. Bu dönemin özelliği ise AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi verip, vermeyeceğinin belirleneceği Aralık ayının yaklaşmasıdır. Söz konusu dava, Hazine’nin, Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın 1958 yılında aldığı bir binaya onay vermemesi sebebiyle açılmıştır [7]. Vakıf, Hazine ve Türk mahkemelerinin azınlık dinlerine mensup vakıfların mülk edinme hakkına karşı çıktığını, bunun da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) mülkiyet hakkıyla ilgili maddesine aykırı olduğunu iddia etmiştir. Ancak Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, 1936 yılında herhangi bir bildirimde bulunmadığı gibi Vakıf tüzüğünde “mülk edinme” ibaresi bile olmadan bu binayı almıştır. Bu da Yargıtay’ın 1974 tarihli “Lozan Antlaşması gereği tüzüklerinde mülk edinme ibaresi olmayan vakıfların ne bağış ne de satın alma yoluyla mülk edinemeyeceklerine” ilişkin kararına aykırıdır. AİHM’in böyle bir davayı görüşülebilir bulması elbette ki öncelikle Lozan hükümlerinin dikkate alınmaması anlamına gelecek ayrıca 1936 tarihli karar başta olmak üzere konuya ilişkin yargı kararlarının geçersiz sayılmasına zemin yaratacaktır. AİHM’in Türkiye’ye bakış açısı ve de azınlık vakıflarının nihai hedefinin bu olduğu dikkate alındığında söz konusu davanın Türkiye’nin başında giyotin gibi sallandırılacağı, TBMM’den yeni uyum paketleri çıkartılması sağlanamadığı takdirde AHİM kararı ile sonuç alınmasına gidileceğini şimdiden söyleyebiliriz. Kaldı ki, AB ilerleme raporlarında üstü kapalı bir biçimde, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporlarında ise açıkça Lozan’ın azınlıklarla ilgili hükümlerinin daha esnek bir biçimde yorumlanması zaten istenmiştir. Peki azınlık vakıfları için böylesine önemli olan 1936 Beyannamesi nedir, neden çıkartılmıştır, sonrasında neler olmuştur, kısaca hatırlayalım:
Osmanlı döneminde cemaat kuruluşları okul, hastane gibi taşınmazlar dışında, bunlara gelir sağlamak için cemaat bağışları ile birçok gayrı menkul edinmişler ve bunların tapuya kaydını çeşitli kişiler adına yaptırmışlardır. Ancak bu isimlerin çoğu hayatta olmayan kişiler ile Meryem Ana, Hz. İsa gibi hayali isimlerdi. Patrikhaneler bu taşınmazlara ilişkin cetvelleri 1914’de hazırlayıp, tapuya bildirmişlerdi. Atatürk döneminde 1935 yılında yayınlanan ve 1936’da yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile cemaatlerden yeni bir gayrimenkul listesi hazırlamaları istenmiştir. Atatürk’ün hedefi, azınlık vakıflarının mal- mülklerinin tam olarak tespit edilip, disiplin altına alınmasını sağlamaktır çünkü belirsizlik içinde yürütülen faaliyetlerin devletin iç düzenini zaafa uğratması endişesi devam ediyordu. Yeni düzenleme ile vakıfların, beyannamelerde yer alan mallar dışında başka mal sahibi olmaları yasaklanmıştır. Bu arada kayıtlardaki sahte isimler için açılan davalar da mirasçılar bulunamadığından, bu durumdaki gayrimenkuller Hazineye devredilmiştir. Beyanname dışında başka mal sahibi olunması açıkça yasaklandığı halde cemaat vakıfları özellikle 1950 döneminden sonra tümüyle siyasi sebepler ve ABD’nin de desteğiyle sağlanan gevşeme ortamında bu yasağı da dikkate almamış, valiliklerden temin edilen belgelerle 1970’lere kadar mal edinmeyi sürdürmüşlerdir. Bunun üzerine Yargıtay, Atatürk döneminde çıkarılan yasayı esas alarak 1936’dan sonra edinilen taşınmazları geçersiz addetmiş ve bunlar Hazine’ye devredilmiştir. İşte azınlık vakıflarının AB ve ABD eliyle geçersiz sayılmasını istediği Yargıtay’ın söz konusu 8 Mayıs 1974 tarihli içtihat kararı şöyledir:
“Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. Çünkü tüzel kişiler gerçek kişilere oranla daha güçlü oldukları için bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. Bu nedenle de karşılıklı olmak şartı ile yabancı gerçek kişilerin Türkiye’de satın alma veya miras yoluyla taşınmaz mal edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, tüzel kişilikler bundan yoksun bırakılmışlardır.”
Türkiye’den kendi hukuku ile kararlarını çiğnemesinin istendiği açıktır. Gerçekte Türkiye, AB uyum yasaları ile vakıflara sınırsız mal edinme hakkı tanıyarak, Yargıtay’ın kesinleşmiş olan ve herkesi bağlayan bu kararı ile kararın dayanağı olan temel ilkeyi çiğnemiştir. Bundan alınan cesaretle 1936 Beyannamesine ilişkin hükmün de ortadan kaldırılmasının beklendiği açıktır.
Bu konuda azınlık vakıflarını destekleyenler arasında dikkat çeken bir kuruluş daha vardır, bu da başından beri PKK’nın yan örgütü gibi çalışan İnsan Hakları Derneği(İHD)’dir. İHD’nin 13 Temmuz 2000 tarihinde “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)” adıyla hazırladığı, Ekim 2000’de de Türkiye’nin “kısa ve orta vadede” üstlenmesi gereken yükümlülükleri listelediği öneri paketinde, şöyle denilmiştir: ,
“Lozan Anlaşmasının 37-45. maddeleri arasında kendileriyle ilgili düzenlemeler bulunan azınlık statüsündeki Rum, Ermeni ve Musevi yurttaşlarımızın eğitim, öğretim, gayrimenkul edinme, vakıf kurma, kurulmuş olan vakıfları aracılığı ile mülk edinme ve vakıf mallarının işletilmesi, ihtiyaç duyduklarında yeni ibadethane açabilmeleri ve haklarının korunması ve geliştirilmesi önündeki fiili engelleri ortadan kaldıracak tedbirlerin alınması gerekir. Anılan statüdeki yurttaşlarımızın hakları ile ilgili olarak yazılı ya da sözlü emirler, genelgeler yoluyla değil, hukuksal düzenlemeler temel alınarak, ilişkilerin yürütülmesi gerekir. Bu bağlamda, örneğin, büyük haksızlıkların yaşanmasına neden olan, 1936 Beyannamesi yürürlükten kaldırılmalıdır.”
İHD’nin bu paketinin ilginç tarafı şudur; bilindiği gibi Türkiye 1999’da aday ülke ilan edilmiş, Aralık 2000’de de Türkiye’nin yol haritası olarak adlandırılan Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) verilmiştir. Kısacası İHD’nin paketi, AB’den öncedir ve adeta hem bu konuda hem de diğer konulardaki taleplerde AB’nin rehberi olmuştur. İHD, azınlık hakları alanında toplam 21 yasada değişiklik yapılmasını istemiştir ki, zaman içerisinde bunlar AB tarafından Türkiye’nin önüne konulmuş ve büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Azınlık vakıflarının fiili gayrimenkul alımı, AİHM kararları ya da AB uyum paketleri ile yasal temele oturtulmaya çalışılmaktadır ama Türkiye’den istenenler ve yaptırılanlar AB müktesebatına uygun mudur, daha neler istenmektedir ve daha da önemlisi bunların sonucunda, Türkiye bir yandan hukuk devleti vasfından neler kaybetmektedir, öte yandan üniter yapısını ve varlığını nasıl tehlikeye atmaktadır diye bakılmamaktadır. Sadece kamuoyuna yansıyan bazı olaylar ve bunlara ilişkin olarak da AB’nin gereği diye alınan kararlar bile karşı karşıya olduğumuz tehdidin boyutlarını göstermeye yetecek niteliktedir. Bunlardan ilki Fransız Papazlar Enstitüsü’nün AİHM’e açtığı davadır. İkincisi, azınlık vakıflarının 1936’da üzerlerinde gösterdikleri ancak gayrı yasal olduğu tespit edilenler ile yasak olmasına rağmen 1936’dan sonra alındığı için Yargıtay kararıyla Hazine’ye geçen gayrimenkullerin vakıflara iadesi konusudur. Türkiye’nin önüne konulacak başka davalar da vardır. Bunlar ise AİHM’in bazı kararlarından hareketle, Türkiye’nin resmi azınlık veya değil tüm dini kuruluşları birer tüzel kişilik gibi kabul edip, istedikleri şekilde ibadet yeri açabilmelerine, her türlü hukuki yola başvurma hakkının tanınmasına ve misyonerlik faaliyetlerine izin verilmesine ilişkindir. Türkiye’nin azınlık vakıfları konusunda içine sokulduğu fiili-siyasi-hukuki kıskacın son örneği de tüm ibadethanelerin elektrik paralarının Diyanet İşleri Başkanlığı’nca ödenmesi kararıdır.
Fransız Papazlar Enstitüsü davasının özeti şudur: Bu Katolik topluluğa Osmanlı Sultanı tarafından 1859 yılında verilen fermanla, İstanbul Kadıköy’de bir kilise inşa edilmesi ve dini başka kuruluşlar kurması izni verilmiş, söz konusu enstitü 1913’te Fransızların bir dini kuruluşu olarak tanınmış, örgütün Lozan Antlaşması ile de tanınması ve korunması güvence altına alınmıştır. (Fransa, geçtiğimiz yıllarda bu enstitünün mensup olduğu örgütü yasaklamıştır) O tarihten bu yana varlığını sürdüren enstitü, 30 Mayıs 1982 tarihinde, dini faaliyetlerini sürdürmek için finansal kaynak bulmak amacıyla bahçesinin bir bölümü ile arazisinin bir kısmını özel bir şirkete kiraya vermiş, bunun üzerine Hazine, enstitünün kazanç sağlayacak ticari işlerde bulunmayacağı, ayrıca arazisinin bir kısmını kiraya vererek, dini faaliyetlerini sürdüremeyeceği gerekçesiyle mülkiyet hakkının iptali talebiyle 1988’de dava açmıştır. Kadıköy Asliye Mahkemesi’nin bu talebi reddetmesi üzerine Hazine kararı temyize götürmüş, Yargıtay, “Gayrimenkul edinme izninin Osmanlı İmparatorluğu tarafından verildiğini, kiliseler, manastırlar, okullar, hastaneler, dispanserler, papaz evleri gibi dini, okul, hayır binaları inşa edilmesi hakkının yalnızca kendi alanları içinde faaliyet gösterme şartıyla tanındığını” hatırlatmıştır. Yargıtay, “Bu kuruluşlar için 30 Ekim 1914’den önce ve günümüzde mevzuat tarafından tanınan adli bir kimliğe sahip olmaları zorunluluğu” bulunduğunu, “Bu kuruluşların hiç bir maddi gelir temin edecek mahiyette ticari faaliyette bulunmamaları” gerektiğini de vurgulamıştır. Sonuçta Yargıtay, 1934 tarihli Tapu Kanununun 3. maddesine aykırı davranıldığı, enstitünün Türk Devleti tarafından tanınmadığı ve hukuki kimliğinin bulunmadığı tespitleri ile mahkeme kararını bozmuş, davanın yeniden görülmesinden sonra Kadıköy Asliye Mahkemesi de Hazineyi haklı görerek, arazinin Hazineye kaydedilmesi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tesciline karar vermiştir. Bu kez Papazlar Enstitüsü karşı temyiz talebinde bulunmuş ancak Yargıtay, mahkemenin kararını tasdik edince, 1998’de AİHM’e başvurmuştur. AİHM, davayı kabul etmiş, Türkiye’nin dostane çözüm talebi üzerine dava 14 Aralık 2000’de düşmüştür. [8]
Dostane çözümün elbette ki, öncelikle ülkemiz hukukuna uygun olması gerektiğinden, uygun bir formül arayışı sebebiyle mesele bu yıla kadar devam etmiştir. Ancak AB’nin baskı yapması üzerine AKP iktidarı, geçerli ve bağlayıcı hukuk kurallarını bir kenara bırakarak, gelirinin bir bölümü Hazine’ye ödenmek üzere Enstitüsü’nün ticari faaliyette bulunmasına izin vermek üzere çalışmalara başlamıştır. Oysa Yargıtay kararında da görüldüğü gibi Papazlar Enstitüsü’nün, tüzel kişiliği olmadığı ve Türkiye tarafından tanınmadığı gibi tüzüğünde ticari faaliyette bulunacağı hükmü yer almamaktadır. Böylesi bir çözüm ve kabulün, aynı durumdaki diğer.dini kuruluşlara emsal gösterilmesi halinde, nasıl tehlikeli bir yolun önünün açılacağı ortadadır. Hepsinden de önemlisi yürürlükteki bir yargı kararının bizzat idare tarafından yok sayılmasıdır. Oysa AİHM, davacı Enstitüsü’nün iddia ettiği gibi Türkiye’nin uygulamasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Din ve Vicdan Özgürlüğü ile ilgili 9. maddesine aykırı olduğuna dair herhangi bir karar vermiş değildir. Kaldı ki, böyle olsaydı dahi Türkiye, davanın sonuçlandığı tarihte henüz uluslararası sözleşme ve yargı kararlarını kendi hukukunun üstünde saymamıştı. Bu sebeplerle söz konusu uygulama, Türk hukuku açısından da çok tehlikeli bir sürecin başlangıcı olmuştur.
Benzer bir durum, çeşitli bölümlerde anlatılan Yargıtay’ın 1974 tarihli kararı için de geçerlidir. Azınlık vakıflarının 1936 Beyannamesine aykırı bulunduğu ve yasak olmasına rağmen bu tarihten sonra edildikleri için Hazineye geçen gayrı menkullerin Yargıtay kararına rağmen iadesinin kararlaştırılması halinde, sadece AB değil, Türkiye açısından da hukuk tanımazlığın en somut örneği olmuştur. Türkiye’nin en azından 1974 tarihinde ne AİHM ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olduğunu dikkate alması gerekirken, sırf AB istiyor diye, yürürlükteki yargı kararını idari bir tasarrufla ortadan kaldırmaya çalışması, öncelikle yürürlükteki tüm yargı kararlarını tartışmaya açmayacak mıdır? Ya da bundan sonraki mahkeme kararlarının geçerliliği de aynı şekilde tartışmalı olmayacak mıdır?
Böyle olacağının, olmasının istendiğinin işaretini ise Avrupa Parlamentosu’nun onayladığı 2003 yılı raporu vermiştir. Türkiye Raportörü Oosltander’ın hazırladığı raporda, Kopenhag siyasi kriterlerinin, gayrimüslim ve Hristiyan azınlıkların dini haklarının tanınmasını da içerdiğine işaret edilerek, “Gayri Müslim azınlığın yasal durumlarıyla ilgili sorunun Rum Ortodoks, Süryani, Ermeni, Katolik Kiliselerinin TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na 23 Eylül 2003 tarihinde sunduğu rapor göz önüne alınarak çözülmesi” talep edilmiştir. Avrupa Parlamentosunun, “hukuk, kural tanımayın, azınlıklar ne istiyorsa onu yapın” anlamına gelen bu raporunda atıf yapılan TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na sunulan mektuba geride kalan bölümlerde yer vermiş, söz konusu mektubun neredeyse Yunan taleplerinin birer kopyası ve “son derece cüretkâr olduğunu belirtmiştik. Çünkü istenenler, “Patrikhane ve kiliselerin tüzel kişilik kazanması, din adamı eğitimine imkan sağlanması, yabancı ülkelerden davet edilen din adamlarına, görev yapmaları için Türk vatandaşlığı veya ikamet izni verilmesi, azınlık sorunlarının çözümü için bir bakanlığın görevlendirilmesi, Hristiyan vatandaşların ülkemiz güvenliği açısından sakıncalı olarak gösterilmesine son verilmesi, kiliselerin mülk edinmesi, ellerinden alınan ibadethanelerin ve malların iadesi, Türkiye’deki Hristiyanların iadesi, Türkiye’deki Hristiyanların yaşadığı her ilde bir kilisenin faaliyet göstermesine izin verilmesi [9] şeklinde çok uzun bir listedir.
Ooostlander’ın raporundan devam edersek, AİHM’in diğer ülkelerle ilgili bazı kararları sıralanarak, Türkiye’nin din ve vicdan özgürlüğü için bu kararları dikkate alması” istenmiştir. Bizden istenen ve isteneceklerin fotoğrafı niteliğindeki davaların özeti, resmi azınlık veya değil tüm dini kuruluşların adeta bir tüzel kişilik gibi kabul edilip, istedikleri şekilde ibadet yeri açabilmelerine izin verilmesi, her türlü hukuki yola başvurma hakkının tanınması ve misyonerlik faaliyetlerinin serbest bırakılmasıdır. Gerçekte bu davalar genelde tazminat ödenmesi ile sonuçlanmış ve davalı ülkelerden herhangi bir yasal düzenleme talep edilmemiştir. Ama AB’nin, bu davaların sonuçlarını Türkiye için farklı yorumlamak istediği ortadadır. Türkiye’ye örnek gösterilen davalarda, davalı ülkelerden birisi 23 yıllık AB üyesi Yunanistan’dır ve bu ülkede misyonerlik faaliyetleri üstelik de herhangi bir yasal düzenleme olmaksızın yasaktır. Türkiye’ye misyonerlik faaliyetlerinin serbest bırakılması için baskı yapan AB’nin koordineli çalıştığı AİHM, Yunanistan’dan bu konuda bir yasal düzenleme yapmasını ve misyonerliği serbest bırakmasını istememiştir.
Karşı karşıya olduğumuz politika çok açıktır. Bu, ilk aşamada fiili bir durumun yaratılması, ardından da bu hukuksuzluğun önce siyasi, beraberinde veya sonrasında hukuki baskılarla yasallaştırılmasıdır. AB’nin 2003 İlerleme Raporu’nda yer alan, İbadet yerleri inşasına izin verilmesiyle ilgili olarak, İmar Kanunu altıncı reform paketi kapsamında değiştirilmiş ve bunun ardından, Eylül 2003’te bir genelge yayınlanarak, (cami) sözcüğü yerine (ibadet yerleri) ifadesi konulmuştur. Bunun anlamı, kiliseler ve sinagogların da artık kanunun kapsamı içinde olmasıdır. Özellikle Protestan cemaati, ibadet etmek için yer bulmakta zorluklar yaşamıştır. Diyarbakır’daki Protestan kilisesi, Nisan 2003’ten beri ibadete açık olduğu halde halâ hukuki statüden yoksundur.” ifadeleri, adeta bu gerçeğin yazılı itirafı gibidir.
Hukukun üstünlüğünü sağlama iddiasındaki AB’nin azınlık vakıfları konusunda Türkiye’den başka istekleri de vardır. Mesela 2003 yılında yenilenen Katılım Ortaklığı Belgesinde, şöyle denilmiştir:
“AlHS’nin 9. maddesine uygun olarak tüm bireylerin ve dini toplulukların düşünce, inanç, dini özgürlüklerini kullanmalarına ilişkin düzenlemelerin kabul edilmesi ve yürürlüğe koyulması. Birliğe üye ülkelerdeki uygulamalara uygun olarak bu toplulukların işleyişlerine yönelik kuralların belirlenmesi. Söz konusu koşullar, AİHS’ye uygun olarak dini toplulukların, üyelerinin ve mal varlıklarının hukuki düzeyde koruma altında olması, eğitimleri, dini eğitimleri, mal varlığı edinme haklarını kapsamaktadır.”
2003 yılı ilerleme raporunda ise, “Dinsel vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün müdahalesine tabi olmaya devam etmekte ve bu durum onların özerkliğini ciddi biçimde sınırlamaktadır.” şikayetine bulunulmuştur. Her iki belgede altı çizilecek hususlar;
AlHS’nin 9. maddesinin esas alınması AB üyesi ülkelerdeki uygulamalara uygun kurallar belirlenmesi Vakıflara Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce müdahale edilmemesidir. Bu talepler hukuki ve haklı mıdır? Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi ile ilgili olarak misyonerlik faaliyetlerine ilişkin bölümde geniş bir değerlendirme yapılmış ve söz konusu maddenin sınırsız özgürlük anlamına gelmediği örneklerle anlatılmıştır. AB’nin diğer taleplerini ise Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 15-17 Aralık 2003’te düzenlediği sempozyumda, TÜSEV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı inal Avcı tarafından sunulan AB’deki vakıf düzenlemeleri ile ilgili bir bildiri çerçevesinde açıklığa kavuşturmak mümkündür. Buna göre;
AB’de ortak bir “vakıf tanımı yoktur. Bunun sebebi de ülkelerin hukuki yapılarına yön veren gelenekler ve kültürel farklılıklardır.
Ortak düzenleme için çalışmalar, model yasa arayışları devam etmektedir. Bu amaçla Avrupa Vakıflar Merkezi (EFC-European Foundation Center), henüz Nisan 2003’de model yasa maddeleri metin taslağı hazırlamıştır.
AB taslağındaki ortak değerler, “Vakıflarda üyelik olmaması- hukuka aykırı amaçla vakıf kurulamaması-vakıfların, bir kamu otoritesi, kamusal güç tanınan özerk bir kurul veya yargı organının izni ile kurulabilmesi bir kamu otoritesi veya kamu gücü tanınan özerk bir otoritenin gözetiminde faaliyet göstermesi-tüm idari işlemlerde yargı yolunun açık tutulmasıdır.
Görüldüğü gibi AB’de dahi ortak bir vakıf tanımı yokken ve bu konudaki arayışlar devam ederken, köklü bir vakıf geçmişi, özellikle de azınlık vakıfları konusunda acı tarihi tecrübeleri olan Türkiye’den, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı beklenmektedir. Vakıfların mal varlığı konusunda AB ülkelerindeki ortak kabulün, mal varlığı miktarının hiç bir zaman vakıf kuruluşunu zorlaştırıcı bir niteliğe bürünmemesi olduğunu belirten TÜSEV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Avcı dahi, “Aynı anlayış bizde de benimsenmeli midir?” sorusuna, “Cevabı kolay verilecek bir soru değil” karşılığını vermek zorunda kalmıştır. Avcı, süreli vakıf ve vakfın amacını gerçekleştirebileceği malvarlığı ile gelire, kuruluşundan sonra sahip olabilmesinin, Türk Medeni Kanunu’nda değişiklik gerektirdiğini, ayrıca kamuoyunda tartışılması ve uzlaşılması zorunlu bir konu olduğunu da kaydetmiştir. Tüm bu tespitlere rağmen AB’nin ülkemizdeki azınlık vakıflarına ilişkin taleplerini destekleyen Avcı’nın, AB üyesi ülkelerdeki uygulamalara ilişkin karşılaştırmalı tabloları ise söz konusu isteklerin hukuksuzluğunu ortaya koymuştur. Mesela kamu yararına vakıfların kurulması için hemen tüm ülkelerde (Avusturya, Belçika, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Lüksemburg, Portekiz, İspanya) kamu otoritesinin izni gerekmektedir. Aynı mecburiyet Danimarka’da ticari faaliyette bulunacak vakıflar için de vardır. AB ülkelerinde her isteyen vakıf kurabiliyor mu diye bakıldığında da Lüksemburg, ispanya ve Fransa’da sadece kamu yararı için, İngiltere ve İrlanda’da hayır amaçlı vakıf kurulabildiği görülmektedir.
Fransız Papazlar Enstitüsü davası açısından çok önemli olduğu için AB ülkelerinde vakıfların ticari faaliyetlerine izin verilip, verilmediği incelendiğinde ise Finlandiya’da ana sözleşmelerinde ticaret yapabileceklerinin belirtilmesi şartının arandığı, Fransa’da, kamu yararı güden vakıfların bir ticari işletmeye sahip olamadığı ya da ticari bir işletmenin önemli oranda ortaklık payını alamadığı, Avusturya, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Portekiz, İngiltere’de de ticari faaliyetin, vakfın amaçları içinde bulunması halinde izin verildiği ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’den vakıfların kamu otoritesinin denetim ve gözetiminden çıkartılması istenmektedir ama AB ülkelerinin tümünde vakıflar, kamu otoritesinin gözetim ve denetimi altındadır, sadece bu görevi yerine getiren organlar ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Bunlar da genelde Adalet, İçişleri ile Maliye bakanlıkları, mahkemeler ya da İngiltere’de olduğu gibi Hayır Kurumları Komiserliği’dir.
Ülkemizde, AB ya da AİHM yüzünden ve Yargıtay kararlarına rağmen, sözleşmelerinde yer alıp, almadıklarına bakılmaksızın vakıfların tüm isteklerinin karşılanması yoluna da gidilmektedir. Bunun AB müktesebatına ve uygulamalarına uygun olup, olmadığını anlamak için de yine üye ülkelerdeki duruma bakmamız gerekmektedir. AB ülkelerinin tümünde vakıf sözleşmelerinde değişiklik yapılabilmesi belli kurallara ve kamu otoritesinin iznine tabi kılınmıştır. Hatta Finlandiya da, sözleşmeler sadece amacın ulaşılması imkansız hale gelmesi halinde değiştirilebilmektedir. Finlandiya hukukuna göre, yasalarla ya da iyi niyet kuralları ile ihtilaf yaratabilecek değişiklikler yapılması mümkün değildir. Değişikliklerin kamu otoritesinin kararı ile yapılabildiği Yunanistan’da da sözleşme değişikliğine ancak Finlandiya’daki gibi amacın ulaşılması imkansız hale geldiğinde gidilebilmekte, kamuya yararlı vakıfların ana sözleşme değişiklikleri sadece mahkeme kararı ile olabilmektedir. Hollanda’da ise mahkeme ana sözleşmeyi değiştirme yetkisine dahi sahiptir.
AB müktesebat ve uygulamalarına aykırı olarak ülkemizde yaratılan fiili ve idari bu düzenlemeler burada kalmamış, sıra azınlıkların ibadethanelerinin yapımı ve diğer masraflarının da Türkiye tarafından karşılanmasına gelmiştir. İmar Kanununda yapılan değişiklikle kilise, sinagog, havra inşaatına izin verildiği halde azınlık vakıflarının, dolayısıyla AB’nin bu konudaki şikayeti bitmemiştir. Çünkü istenen bunların inşaatının Türkiye tarafından üstlenilmesidir. Oysa ülkemizde devlet camii dahi yaptırmamaktadır. Bu yüzden şimdilik ve resmen söz konusu talebe yeşil ışık yakılmadığından AB, ibadethane yapımı serbest bırakılmış olsa da, bunun uygulamaya geçirilmediği, zorluklarla karşılaşıldığı bahanesiyle kilise, sinagog veya havraların Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yaptırılmasının yolunu aramaktadır. Ancak Türkiye’nin aldığı bir karar vardır ki, bu AB’nin söz konusu isteğinin de karşılanmasının önünü açacaktır. Bu ise tüm ibadethanelerin elektrik faturalarının Diyanet İşleri Başkanlığınca ödenmesidir.
Bu kararın mahiyeti kadar, alınma zaman ve şeklindeki ilginçlik, birtakım düzenlemelerin altyapısının çok önceden hazırlandığı, kapıdan girilemezse, bacadan girme yoluna başvurulduğu şüphelerini artıracak niteliktedir. 57. Hükümet döneminde 2002 yılında çıkartılan bir Bakanlar Kurulu kararından sonra Diyanet İşleri Başkanlığı, kilise, sinagog ve havraların elektrik bedellerini ödeme mecburiyeti ile karşı karşıya bırakılmıştır. 8 Ocak 2002 tarih, 4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki kanunda, elektrikte ücretsiz ve indirimli tarife uygulanacak kuruluşlar sayıldıktan sonra, bunlar dışında ücretsiz veya indirimli tarifeye tabi tutulacak kişi ve kuruluşların tespitine Bakanlar Kurulu’nun yetkili olduğu belirtilmiştir. Bu kanunun çıkmasından sonra alınan 12 Nisan 2002 tarih, 4100 sayılı Bakanlar Kurulu kararında da indirimli tarifeden yararlanacak kişi ve kurumlar tespit edilmiştir. Bunların arasında, tarımsal sulama ve arıtma tesisleri, hayır kurumları, dernek ve vakıflar, müzeler, resmi okul ve yurtlar, resmi yüksek okul ve üniversiteler, resmi sağlık kuruluşlarının adları sayılmıştır. Bakanlar Kurulu kararının T bendi ile İbadethanelerin (cami, mescit, kilise, havra ve sinagog) indirimli tarifeden yararlanması kararlaştırılmıştır. Kararın sonraki maddelerinde, listede yer alan kişi ve kurumların elektrik indiriminin 31 Aralık 2002’de sona ereceği, “ibadethanelerin yıllık elektrik giderlerinin de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine konulacak ödeneklerle karşılanacağı” bildirilmiştir. İşte bu karardan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine camilerin elektrik giderleri için ödenek konmuş ancak Buca Protestan Kilisesi, kendilerinin elektrik giderlerinin de karşılanması için Diyanet’e başvurmuştur. Başkanlık hukukçuları, azınlık ibadethanelerinin Diyanet’e bağlı olmadığı, bu sebeple söz konusu talebin karşılanamayacağı görüşünü bildirmiştir. Bunun üzerine adı geçen kilise Diyanet İşleri Başkanlığı aleyhine dava açmış ve kazanmıştır. Diyanet’in trilyonlarca lirayı aşan bu faturaları karşılama imkanının olup olmaması bir yana, azınlık vakıfları temsilcileri, kendilerinin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vergi verdiğini, bu vergilerin sadece camilere gidemeyeceğini iddia ederek, faturalarının ödenmesi gerektiğinde ısrar etmişlerdir. [10] Bazı aydınlarımızın da bu talebi desteklemesi üzerine AKP hükümeti, yine AB’ye uyum gerekçesiyle harekete geçmiştir. Oysa burada dikkate alınması gereken öncelikli husus, Türkiye’de hiç kimseden ibadethaneler için ayrıca bir vergi alınmadığı, tüm vergilerin genel bütçe içerisinde kurumlara tahsisinin yapıldığı, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin de böyle hazırlandığı gerçeğidir. Bir diğer temel ölçü de AB ülkelerindeki uygulamalardır. AB ülkelerinde kiliseler için ayrıca vergi alınmakta ve kiliselerin masrafları bu vergiden karşılanmaktadır. Ancak hiçbir AB ülkesinde camilerin yapımı veya masrafları devlet tarafından üstlenilmediği gibi Avusturya ve Almanya’nın Berlin eyaleti dışında İslamiyeti resmi din olarak tanıyan ülke dahi bulunmamaktadır.
Önümüzdeki tablo, bir yandan çeşitli yollarla edinilen mülkler ve yeni yeni tesis edilen kurumlarla fiili durum yaratılması, öte yandan “istim arkadan gelsin” misali TBMM eliyle veya AHİM üzerinden hukuki kılıf hazırlanmasıdır. Bir program dahilinde, yerli-yabancı çeşitli kollarca yürütülen bu çalışmaların zamanlaması ve koordinasyonundaki uyum hem şaşırtıcı, hem dikkat çekicidir. Bu haliyle de ancak bir büyük projenin uygulanması olarak görülmelidir. Söz konusu proje ise Batı’nın değişmez hedefi gayrimüslim azınlıklar ve İstanbul projesinden başkası değildir. Sevr’de başarıya ulaşamayan, Lozan’da engellenen bu proje, 1950’lerden sonra Sevr’de olduğu gibi yine ağırlıklı olarak ABD tarafından gündeme getirilmiştir. Gerek Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş yıllarındaki tüm ihtilaflara rağmen, gerekse bugün ülkemizdeki Rumların sayısı bin 500’e kadar düştüğü halde hala Patrikhane’nin İstanbul’da kalıp, çeşitli statülerle donatılmasında neden bu kadar ısrar edildiğinin tam olarak anlaşılabilmesi için mutlaka ve öncelikle İstanbul’un, Avrupa ve ABD için tarihi öneminin dikkate alınması gerekmektedir. Gerçekte bu projede, azınlık haklarının korunması daima araç olmuş, Yunanistan ve Patrikhane ile de menfaatlerin kesişmesi sayesinde, dün olduğu gibi bugün de Patrikhane merkezli bir omurga meydana getirilmiştir.
AB ve ABD bugün, Türkiye’nin ne ölçüde uygar ve hoşgörülü olduğunu ispatlamasını istemektedir ama bunun kriteri de nedense Patrikhane’dir. AB Komisyonu’nun Türkiye Temsilcisi Kretschmer’ın, Kasım 2003’te, Türkiye’nin kültürler ve inançlar arasında tarihi köprü rolünü hatırlatarak, dini azınlıkların hakları konusunda gerekenin yapılmadığı iddiasında bulunması, Ruhban Okulunun açılmasıyla ilgili olarak da, “Büyük çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip Türkiye gibi bir ülke, gayrimüslim azınlıklara tam serbesti içinde ibadet etme fırsatını tanıma gücünü ve güvenini göstermelidir.” demesi, Batı’nın Sevr’den bu yana değil konuya bakış açısı, seçtiği kelimelerin dahi değişmediğinin somut bir göstergesidir. Ancak işin boyutları, “ispat veya teşvikten”, en hafif ifadesiyle “şiddetli istek veya sıkıştırmaya” varmıştır. ABD’nin 2003-2004 İnsan Hakları Raporu’ndaki ifade basınımıza, “ABD, en üst düzeyde, Türk hükümetini, Heybeliada’daki ekümenik ruhban okulunu yeniden açmaya çağırıyor” diye yansımıştır. Gerçekte, kullanılan ifade “zorlama, sıkıştırma” anlamındadır.
İşte Patrikhanenin yapısı, faaliyetleri, devletler üstü gücü ve bu gücün Türkiye üzerindeki etkisi ile son dönemde dört bir koldan yürütülen hazırlıklardan oluşan fotoğrafı tamamlayacak son karenin bulunup, bu fotoğrafın tam adının konulabilmesi için Yunanistan ile Batı dünyasının İstanbul ve Boğazlar’a ilişkin hesaplarının çok iyi bilinmesi gerekmektedir.
Kaynakça
1. http://www.kibris.gen.tr/turkce/sorun/sorunun_kokeni.html
2. Sami EMİRHAN, Fener Rum Patrikhanesinin Dünü-Bugünü Yarını, Harp Akademileri Yayını.
3. Yeni Batı Trakya Aktüel/Tarih ve Kültür Dergisi,Yıl:20-2003, Sayı 177.
4. Elçin MACAR, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi (İletişim Yayınlan, l.baskı-2003).
5. Uğur YILDIRIM, Dünden Bugüne Patrikhane, Kaynak YayınIarı-2004.
6. M. Emin DEĞER, Türk Kültür ve Politika Merkezi Bülteni, 1 Aralık 2002.
7. NTV-MSNBC, 9 Ağustos 2004.
8. Affaıre Instıtut de Prâtres Françaıs et Autres, Turquıe, (Regueten 26308/ 95) 14 Decembre 2000, REF00002115
9. Milliyet, 26 Eylül 2003.
10.Hürriyet, Ertuğrul Özkök-Sinagogların Elektrik Parasını Diyanet Öder mi?, 11 Ağustos 2004, Cumhuriyet-12 Ağustos 2004.