Yükleniyor...
Bu yazı, Devlet Eski Bakanı ve
Millî Düşünce Merkezi Genel Başkanı
Sadi Somuncuoğlu’nun
“Patrikhane ve 551 Yıllık Hesap:
İstanbul’da Yeni Roma İmparatorluğu”
kitabından alınmıştır.
İstanbul Projesine, Avrupa Birliği de resmen 1999’da müdahil olmuştur. Bu tarihte İstanbul’un “Kültür Başkenti” olmasının yolu açılırken, ilginç tesadüfler ve detaylar göze çarpmıştır. Peki, nedir bu Kültür Başkentleri Projesi? AB Bakanlar Konseyi’nin 1985’de hayata geçirdiği bu projeyle ilk kültür başkenti Atina olmuştur. Bu tarihten bu yana da her yıl bir veya birkaç Avrupa şehri, o yılın Kültür Başkenti olarak seçilmektedir. Seçim genelde AB üyesi veya AB’nin ortaklık ilişkisi olan ülkelerden yapılmaktadır. Söz konusu projeninin fikir babasının Yunanistan’ın eski Kültür Bakanı Melina Mercuri olduğunu da vurgulamamız gerekmektedir.
İstanbul’un neden ve nasıl “Kültür Başkenti” seçildiğinden önce bunun zamanlamasına dikkat çekmek gerekmektedir. Avrupa Parlamentosu’nun 25 Mayıs 1999’da aldığı, 1 Temmuz’da da AB Resmi Gazetesi’nde yayınlanan bir kararla, Avrupa Kültür Başkenti Projesine aday ülkelerin de katılabilmesi öngörülmüştür. Bunun üzerine çeşitli kişi ve kuruluşların oluşturduğu “Girişim Grubu” İstanbul’un projeye adaylığı için çalışmalara başlamıştır. Ancak bilindiği gibi Türkiye, Aralık 1999’da aday ülke ilan edilmiştir. Türkiye ile ilgili her konuda ayak sürüyen, antlaşmalardan kaynaklanan haklarını dahi vermeyen AB’nin daha Türkiye aday ülke bile değilken, aday ülkelere projeye katılma imkanı vermesi ve ilk etapta da İstanbul’un gündeme gelmesi anlamlıdır. İstanbul’un Kültür Başkenti olması ile ilgili gelişmeler daha sonra şöyle bir seyir izlemiştir:
13 Haziran 2001’de Dışişleri Bakanlığı temsilcilerinin de katılımıyla İstanbul’da bir toplantı yapılmış, projenin çok önemli bir girişim olduğunu vurgulayan Dışişleri Bakanlığı, çalışmaların hızlandırılmasını kararlaştırmıştır.
17 Nisan 2002’de bu kez Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan toplantıda, “Girişim Grubu”nun hazırladığı proje detaylandırılmış, Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan araştırma raporu da “Girişim Grubu”na verilmiştir.
Girişim Grubu, Ocak ve Şubat 2003’te ise 58. Hükümetin desteğini almak üzere Ankara’da görüşmeler yapmış, “Dışişleri, Turizm, Kültür ve Maliye Bakanlıkları ile MGK’nın desteğinin en üst düzeyde alındığı” açıklanmıştır.
Türkiye’nin projeye müracaat için 2007 yılı belirlenmiş, buna ilişkin niyet mektubu da AB Parlamentosu ve Konseye ulaştırılmıştır. Ancak “Başvuru dosyasının daha geniş bir katılımla hazırlanması konusunda mutabakata varılmış”, bunun üzerine her nedense başvurunun 2010 yılında Almanya ile birlikte yapılması uygun görülmüştür.
İstanbul’un Kültür Başkenti adaylığının sebebi ise şu çok dikkat çekici cümlelerle açıklanmıştır:
“Varoluşundan bu yana farklı kültürler, dinler ve dilleri yaşatan ve onların sentezini yapabilmiş bir dünya kenti olarak, böyle bir sürecin getirmiş olduğu kültürel zenginliğin eşsiz bir örneğini teşkil eden İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecine önemli katkı sağlayacaktır. Zira Avrupa’nın genişlemesi anlayışı, sadece ortak siyasi ve ekonomik çıkarlar zemininde biçimlenen stratejik boyutu ile özetlenemez. Genişleme aynı zamanda ortak ve ortaklığın içinde değişik kültürel değerlere sahip ülke ve topluluklara seslenmektedir.” [1]
Görüldüğü gibi, Çiller ve Erdoğan’ın İstanbul projeleri hem hedef “Kültür Başkenti”, hem zamanlama itibariyle “2010 yılı”, AB’nin projesiyle de örtüşmektedir. Burada da iki hususun vurgulanması gerekmektedir. Çiller’in projesi açıklandığında AB’ye aday ülkelerin de bu projeye katılması kararını almıştı ve ne de Türkiye aday ülke idi. Çiller’in projesi daha çok ABD patentli olduğuna göre, ABD ile AB’nin İstanbul’la ilgili aynı niyetlere sahip olup, benzer projeler geliştirmesinin bir tesadüf diye nitelendirilmesi mümkün müdür? Nitekim Çiller’in projesine destek verenler listesinde, “ABD, Dünya Bankası, Dünya Kiliseler Birliği ve UNESCO” nun yanı sıra AB adı da zikredilmiştir. Erdoğan’ın projesi açıklandığında ise İstanbul’un AB’nin Kültür Başkenti Projesine katılacağı belliydi ve epey de mesafe alınmıştı. Buna rağmen Erdoğan’ın bu projeye hiç atıfta bulunmaması dikkat çekicidir.
Değişik dönemlerde, değişik isimler altında gündeme getirilen bu projelerde İstanbul’un farklı dinler, diller ve kültürler merkezi olmasının ön plana çıkartılması tesadüf müdür? Öngörülen yeni yapılanmada İstanbul’un Türk-İslam kimliği korunacak mı, yoksa Bizanslılık ve Yunanlılık mı ön plana çıkartılacak? Neden böylesine devasa bir proje, neden böylesi büyük bir “destek”, neden sadece İstanbul? Ve gerçekten Türkiye’nin AB’ye katılım sürecine katkısı olacak mı?.. lnternational Herald Tribüne Gazetesi‘nde yayınlanan, “AB’nin genişlemesi” başlıklı makaledeki şu satırlar, bu sorularımızın bir kısmını cevaplandırırken, Batının İstanbul’a ve de Anadolu’ya bakışını bir kez daha ortaya koymaktadır:
“Türkiye yalnızca İstanbul’dan ibaret olsaydı çoktan birliğe üye olurdu. Üç imparatorluğa başkentlik eden İstanbul için Napolyon da, ‘Dünya tek bir devlet olsa, başkenti İstanbul olurdu.’ demişti. Ancak tüm Türkiye, İstanbul değil; Türkler genelde küçük kent, kasaba ve köylerde yaşıyor.”[2]
Tüm bu bilgilerden sonra İstanbul’da birleşen menfaatleri görmek ve bir sonuca varabilmek için birbiriyle ilgisiz gibi gözüken şu görüş ve tespitleri de alt alta sıralamak istiyoruz:
1982’de Selanik’te 3.Kolordu Karargahı kilisesinde ellerini göğe açan papaz, “Ayasofya’nın 62 çanı, milyonlarca canlı ve ölü Yunanlıya, Fatih’in toplarının gürlemesi ile o gece Konstantinopolis’te yarım kalan ayine devam edileceğini müjdelemek için bir gün yine coşku ile çalacak. Bu efsaneyi gerçekleştirecek siz Yunan askerleri olacaksınız. Meryem Ana sizleri Türklerin mermilerinden koruyacak.”[3] demiştir.
ABD Başkanı Bill Clinton, “İslam dünyasının bir başı yok. Hıristiyanlığın Papalık gibi bir kuruluşu var. İslam dininin gerçek bir lideri olsa, onu Beyaz Saray’a çağırır diyalog başlatırdık” demiş, Clinton’dan hemen sonra Fener Rum Patriği Bartholomeos’a büyük destek veren iş adamı Rahmi Koç da “Müslümanların da bir başı olması lazım. Tek söz sahibi olan, tek güç olan, tek patron olan, tek din lideri olan birisinin olması lazım. Çünkü her ülkenin kendine göre bir dini lideri var. Bakın bizde bu yok ve bu bir eksikliktir diye ben hissediyorum. Çünkü, bütün dünyadaki dini liderleri bir tarafa topluyorlar, Müslümanlardan yok. Müslüman camiasının bir patronu yok; dini patronu.”[4] şeklinde konuşmuştur. Ancak, Clinton ve Koç’un telaffuz ettiği bu görüşlerin, arka plandaki gerçek niyetler de hesaba katılarak, mutlaka ve dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Aslında Batı projesinin bir parçası olan bu teklif, bir nevi Halifeliği çağrıştırdığından Türkiye’de birçok kesime son derece sempatik gelebilecektir. Ancak yeterince büyük ve ağır meselelerle uğraşan Türkiye’nin, bir de dış dünyada özellikle Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında İslam Dünyası ile karşı karşıya getirileceği, ülke içinde ise büyük bir çatışma ortamına sürükleneceği düşünülmelidir. Mahiyeti itibariyle daha ilk etapta böylesi sonuçlara yol açabilecek bu projenin adeta bir yem olarak sunulması da, zamanlaması da çok dikkat çekicidir.
Yeni dünya paylaşım sisteminde Türkiye, ABD ve Avrupa tarafından ufak devletçiklere bölünüp, paylaşılacak ülkeler arasındadır. Paylaşılmayan yer İstanbul’dur, buranın finans kapital merkezi olarak işlev görmesidir.[5]
Sonuç olarak, evet Osmanlı da İstanbul’u farklı bir idari yapıda yönetmiştir. Ancak o günün şartlarında İstanbul’un nüfus, din, kültür, ekonomi, sosyal yapı ve ulaşım imkanları böyle bir düzenlemeyi adeta zorunlu hale getirmiştir. Ancak bugün İstanbul’un kültür ve turizm gerekçesiyle bile olsa, özellikle de Suriçi merkezli, böyle bir bölünmeye gerçekten ihtiyacı var mıdır? Bugün İstanbul; nüfusunun tamamına yakınıyla Türklerden oluşan, inanç, kültür ve ekonomik yönden de Türk-İslam temeline oturmuş bir dünya şehridir. Geçmişten günümüze kalan sadece mimari yapılardır. Bu şehrin daha modern bir yapıya kavuşturulup, çeki düzene sokulması elbette ki gereklidir ve yukarıda anlatılan projeler de ilk etapta son derece cazip görülmektedir. Ancak bu projelerin tümünün, kültür, inanç ve turizm temellerine dayandırılması, özellikle de Suriçi’nin boşaltılmasının odak noktası yapılması, söz konusu projelerin üzerinde dikkatle durulmasını gerektirmektedir. Ortodoksluk başta olmak üzere diğer Hıristiyanlık kilise ve kurumlarının canlandırılması, kazı çalışmaları ile belki de Türk-İslam eserlerinin yok edilmesine yol açacak olsa bile Bizans eserlerinin gün yüzüne çıkartılması, en önemlisi de Bizans’ın kurulduğu Suriçi’nin yeniden Bizans kimliğine kavuşturulmasına ilave edilecek tek şey kalacaktır. O da Ayasofya başta, eğitim kurumları ile İstanbul’da geniş topraklara sahip, dünya Ortodokslarını temsil makamı haline getirilecek ekümen Fener Rum Patrikhanesi’nin, tüm ihtişamı ile gelip, buraya yerleşmesidir ki bu da Yeni Roma’nın merkezinin doğuşu olacaktır. Tüm bunları kabul edilebilir hale getirmek, daha doğrusu kamufle etmek için İstanbul’a yüklenilecek misyon da “tüm dinlerin hoşgörü merkezi” unvanı olacaktır.
Hazırlanan projelerde yer alan limanlar, ticaret ve turizm merkezleri ile İstanbul’un adeta uluslararası bir finans merkezi haline getirilmek istendiği de görülmektedir. Böylece idari yapısının yanısıra ekonomik açıdan da açık bir dünya şehri ve serbest bölge konumuna sürüklenecek olan bizim İstanbul’umuzda ne kadar payımız ve rolümüz kalacaktır?
Robert Koleji kurucularından ve müdürlerinden George Washburn’un, “İstanbul’da 50 Yıl ve Robert Kolej Hatıraları” adıyla 1909 yılında yayınladığı kitabında yaptığı şu değerlendirme İstanbul’un dünya için ne anlam ifade ettiğini göstermesi kadar, bugün Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nde neden illa da İstanbul’a görev biçilmek istendiğini de izah eder niteliktedir:
“İstanbul uzun zamandan beri Avrupa’nın kraliçesi olagelmiştir. İstanbul, 1600 yıldır İmparatorlukların başkenti, önceleri Hıristiyanlığın ve Hıristiyan misyonerliğinin merkezi, 1453’ten beri de İslam dünyasının ve Türk İmparatorluğunun başkenti olmuştur. Bu şehir, yüzyıllar boyunca Arabistan’ın Müslüman sürülerine karşı savunma duvarı ve 300 yıl boyunca Avrupa’nın kabusu ve son yüzyılda Doğu meselesi konusunda Avrupa devletlerinin kapışma alanı olan bir yerdir.” [6]
1 http://dergi.istanbul.gov.tr/Default.aspx?pid=518&did=l&sid=17.
2 Sabah,3 Ekim 2003.
3 Sami EMİRHAN, Fener Rum Patrikhanesinin Dünü-Bugünü Yarını, Harp Akademileri Yayını.
4 Uğur YILDIRIM, Dünden Bugüne Patrikhane, Kaynak YaymIarı-2004.
5 Cumhuriyet, Attila İlhan-Her Zaman, Bir Misyoner/Ulus Olagelen, ABD, 14 Temmuz 2004.
6 Prof. Dr. Mustafa KAHRAMANYOL, Türk Yurdu-Ağustos 2004.