29.03.2024

Sosyal bütünleşme açısından din: dinin öznesi Allah mıdır, yoksa insan mı?

1960’lı yılların sonlarından itibaren “Türk Müslümanlığı”ndan uzaklaştırılarak “ithal Müslümanlığa” mahkûm edilmiş insanımız, rahat nefes alabilir; İslam güler yüzlü ve yumuşak huylu özüne döndüğünde siyâset ve çıkarların nesnesi olmaktan kurtulur


Molla Fazlullah-Taliban lideri

XIX. yüzyıla gelindiğinde…

XIX. yüzyıla gelindiğinde, doğuş dönemlerinde bilginin ve sürekli gelişmenin öncüsü olan ve inananlarını heyecanla ve coşku ile araştırmaya teşvik eden Kur’ân, dolayısıyla İslâm kültür ve medeniyeti cehaletin ve hurafelerin harmanında savruluyordu. Müslümanların yaşadığı ülkeler de birçoğu sömürgeleşmiş olarak farklı statülerde Batı’nın “şamar oğlanı” haline sokulmuş bulunuyordu.

Oysa Hz. Peygamber, daha 632’de, Müslümanların komutanlığını, dinî ve dünyevî işlerini yürütecek bir kimseyi kendisine halife tayin etmeden vefat etmişti. Esasen Hz. Muhammed, bütün faaliyetlerinde kendisinin yenilikçi olmadığını ısrarla belirtmişti. Hatta dini bile yeni baştan icat edilmiş değildi çünkü ona göre İslâm, daima var olmuştu ve Hz. Îbrahim ile başlayan önceki peygamberlerin dininden farkı yoktu. O sadece, daha önce gönderilen dinlerin bozulan kısımlarını düzeltiyor ve Allah’ın dinini yine O’nun esaslarına göre var kılıyordu. Hz. Muhammed ile en mükemmel şekline kavuşmuş olan İslâm, ona bağlananlar ve bütün insanlık için refah, adalet, kurtuluş, barış ve esenlik vaat ediyordu. “İnsanî değerler söz konusu olunca bu elbette bir yenilik değildi… Hz. Peygamber’in gerçek yeniliği bu değerleri, her türlü faaliyetinde ümmetin bütün fertleri arasında en sıkı ve ciddi şekilde uygulanır hale sokmuş olmasıdır. Peygamber Muhammed olarak her hususta ve herkes için dayanışma ve yardımlaşmayı kucaklayan bir din kurdu. Önder olarak da bütün insanî münasebetlerde dayanışma ve yardımlaşmaya dayalı bir toplum oluşturdu. Bu toplum yapısında tabiî olarak yeni bir şey yoktu. Yapı kesinlikte Araptı; Arap geleneklerine dayanmış ve Arap esaslarına göre biçimlenmişti. Gerçek yenilik, aslında Hz. Muhammed’in teşkilâtçı dehasında yatar.”[1]

Müslümanlar halife meselesini kendi başına çözmeli

Onun içindir ki Hz. Peygamber, kendisinden sonra ümmetin nasıl devam edeceği ve yerine kimin geçeceğine dair herhangi bir söz söylememiş veya işarette bulanamamıştır. Öyle görünüyor ki o, Müslümanların halife meselesini kendi başlarına çözmelerini istemiştir. Aslında bu anlayış, onun devrinin anlayış ve geleneğine son derece uygundu. Üstelik kendisinden sonra bir peygamber gelmeyecekti. O halde O, Arap geleneğine uygun olarak yeni bir önderin belirlenmesi için kapıyı açık bıraktı. Nitekim sahabe bu konudaki uzun tartışmalardan sonra Hz. Ebubekir’i “Halîletu Resûlillah” (Allah’ın Elçisinin Halifesi) unvanıyla Hz. Peygamber’in yerine geçirdi.[2] Bu arada, unvana dinî bir mahiyet yüklemek maksadıyla “Halifetulah” (Allah’ın Halifesi) unvanı da kullanılmak istenmişse de Hz. Ebûbekir şiddetle itiraz etmiş ve kendisinin ancak Allah’ın elçisinin halîfesi olduğunu söylemiştir[3]. Ancak Halîfe Osman hakkında kullanılmaya başlanan “Allah’ın Halîfesi” unvanı, özelikle Emevîler döneminde yaygın bir şekil kazanmıştır. Bunun amacı Emevîlerin kendilerinin Allah tarafından tayin edilmiş idareci veya vekil oldukları iddiasıyla dinî bir meşruiyyet iddiasıdır. Mamafih Abbasîler de buna benzer şekilde, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi unvanlarla, bu iddiayı devam ettirmişlerdir. Üstelik kelimenin aslında bulunmadığı halde, “Allah’a, Resûle ve ulu’l-emre itaat edin” [4.Nisâ, 59] âyetini halifeye yükleyerek, halifenin görevine ilâhî bir kutsallık verimiştir.

İşler karşılıklı danışma yoluyla çözülmeli

İşin aslına bakılacak olursa, İslâm, Müslümanların işlerinin şûrâ yani karşılıklı danışma yoluyla yürütülmesini emreder. Halîfenin, genişlemiş ve muhtelif ırklar, kültürler ve coğrafyadan oluşan bir imparatorluk haline gelmiş bir yapının, mahiyeti gereği tek başına üstesinden gelmesi ve bu sistemin Kur’ân’ın isteği barış ve düzen içinde bir topluluk oluşturması beklenemezdi. Nitekim Hz. Ömer, Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, çok açık bir biçimde bu problemi görmüştü. Esasen o, işlerin şumulü karşısında, daima bir danışmanlar kadrosu bulundurmuştu. Kaldı ki İslâm’ın şurâ emri, dikkate alındığında, devlet başkanına halkın iradesini temsil eden bir yasama meclisinin yardımcı olması, son derece tabiîdir” çünkü İslâm’da devlet kurumu, vekâletnamesini halktan alır[4]. Ancak yukarıda da temas ettiğimiz gibi, “halife” kavramının Hz. Peygamber’in vefat ettiği 632 tarihinden Hz. Ömer’in vefat ettiği 644 tarihine kadar sahip olduğu anlamın, bu tarihten sonra ciddi bir anlam değişikliğine uğratılarak inanç esaslarıyla ilgili dinî bir muhtevaya büründürülmesi hem İslâm dini düşünce tarihi hem de İslâm ülkeleri için daima bir problem olmuştur.

İslâm’da siyasi egemenliğin dinle paylaşılması yoktur

İslâm dininde teşkilâtlanmış ve egemenlik iddiasında olan bir Kilise ve dolayısıyla ruhban sınıfı, yani Allah adına O’nun gücünü ve iktidarını paylaşacak bir “din adamları” sınıfı bulunmadığı için, iktidarın yani siyasî egemenliğin “din” adına paylaşılması da söz konusu değildir.

Dolayısıyla Kur’an’da siyasî egemenlik, yeryüzü egemenliği bütünüyle insana verilmiştir ve bu egemenlik hakkını özgür iradesi ile nasıl kullanacağı açıkça bildirilmiştir. [5]

Hal böyle olmasına rağmen Emevîler ve sonraki idareciler, Haricîlerin Dördüncü halife olan Ali ibn Ebî Tâlib’e karşı isyanlarında kullandıkları (hâkimiyet/ hüküm Allah’ındır) [6] sözünü sloganlaştırdılar. Sonra da bu iddia ile yola çıkarak kendi anlayış ve yorumlarını Allah’ın iradesi saymaya ve olup bitenleri Allah tarafından önceden belirlenmiş “kader” olarak görmeye ve göstermeye başladılar. Böylece insanları âciz ve edilgen kılarak kandırdılar ve uyuşturdular.

Önceden yazılmış kader yoktur, akıl ve irade vardır

Oysa Allah tarafından önceden belirlenmiş değişmez bir “kader”, bir “alın yazısı” yoktur. İnsanın aklı ve özgür iradesi vardır; yapıp-etmelerinden dolayı sorumlu olması da işte bu yüzdendir.

Sorumluluktan kaçarak her şeyi Allah’a havale etmenin sonucu, Kur’ân’da 610–632 yılları arasındaki Mekke ve Medine toplumunun ihtiyaçlarına ve o günün âdetlerine göre belirlenmiş muâmelat, yani dünya işlerine ait düzenlemeler, yani şerîat ile Hz. Peygamber’in Sünneti, yani o günün şartları içindeki kendi uygulamaları ve hattâ sahabe tarafından yapılmış yorumlardan oluşan bir tarihî kültür malzemesi kutsallaştırıldı; dokunulmazlık zırhına büründürüldü ve inanç alanına sokuldu.

Başka bir deyişle “zaman” ve “tarih” donduruldu; kutsallaştırıldı; dokunulmaz kılındı.

“Hakimiyet Allah’ındır.” yanlış yorumlandı

Bu ise, o dönemlerin yöneticilerinin dini kullanarak kendi saltanatlarını sağlama almalarının yolunu açmak demekti. Çünkü “Hâkimiyet Allah’ındır!” iddiası ile insanları yönetmeye kalkmak, o yöneticiyi sorgulama dışında bırakmak ve gerektiğinde değiştirilmek endişesinden kurtarmak demekti.

Nitekim böyle de oldu.

Oysa bu anlayış ve uygulama, Kur’ân’ın mesajına tamamen zıt bir yaklaşımdır. Çünkü biliyoruz ki Allah, egemenlik yetkisini tek tek insana vermiş ve ondan bu yetkisini mutlaka adâlet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde kullanmasını istemiştir.

Kuşkusuz evrende tek ve mutlak egemen, güç ve kudret sahibi sadece ve sadece Allah’tır.

Bu sebepten insanın egemenliğinin, elbette kozmik ve ontik anlamda mutlak olması düşünülemez. Her şeyi ile sınırlı ve sonlu bir varlığın, mutlak sınırsızlığından, mutlak hâkimiyetinden söz edilemez. Ancak o, “yeryüzündeki bir halife” sıfatıyla, emrine verilmiş olan “yeryüzü”ne/“evren”e hâkim olmalıdır;[7] çünkü yeryüzü de evren de insana boyun eğebilecek biçimde yaratılmıştır.

O halde insan, aklı ve özgür iradesi ile dünyaya egemen olmalı; kendisine “emanet” olarak verilen ve “teshîr” edebileceği/ boyun eğdirebileceği bu varlığı, teshîr kelimesindeki olumlu anlam çerçevesinde, ona zarar vermeden, var kılınış dengesini bozmadan geliştirip zenginleştirerek en iyi şekilde yönetmelidir.

Taklit hastalığına mutlak son vermeli

Bunun yolu da sorup sorgulamadan ataların yolunu izleme anlayışına, kısaca taklit hastalığına mutlak son vermek ve araştırma, sorma, sorgulama ve öğrenme yoluna girmektir; çünkü inanmanın ilk adımı ilimdir / bilgidir.

Akılcı İslâm düşünürlerinin de apaçık bir biçimde ortaya koydukları gibi, îmân için, inanmak için önce bilmek / ma‘rifet gerekir.

Bu bakımdan İslâm inancının “bilgi+îmân=amel/iş” formülüne dayandığını söylemek, kesinlikle abartı değildir.

Hal böyle olmasına rağmen, daha Muaviye ile birlikte Kur’ân’ın şiddetle karşı çıktığı Arap kabile zihniyeti hortlatılmıştır.

Böylece yöneticiler, “Allah’ın takdiri”, “Allah’ın yazgısı” ve “Allah’ın halîfesinin buyruğu” yalanının ardına sığınarak yüzyıllar boyu dokunulmazlık zırhına bürünmüşler ve Müslümanları sömürmüşlerdir; sanki onları kendilerine kul-köle kılmışlardır.

Neticede İslâm dünyasında, yeryüzü egemenliğinin anahtarı demek olan yaratıcı ve üretici bilgi her geçen gün toplumdan uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış ve tarih, değişmezlik anlayışıyla âdeta dondurulmuştur.

Dindarlığı kıyafette, sakalda, giyim-kuşamda arayan bir zümrenin doğuşu

Böylesi bir fikrî katılık ve durgunluk, Müslümanlığı sadece şekilde gören ya da şeklin görünür kılınması olarak algılayan, dindarlığı kıyafette, sakalda, giyim-kuşamda arayan bir zümrenin doğuşuna da ortam hazırlamıştır.

Oysa toplumun çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek, her türlü gelişmenin kapılarını açacak sağlam bilgi ve anlayışla donatılması, her şeyden önce Kur’ân’ ın emrettiği bir iştir.

Dinlerin amacı

Aslında hiç unutulmaması gereken temel ilke şudur: Allah’ın insanlık tarihi boyunca vahyettiği bütün dinlerin amacı, doğrudan adâlet ve ihsanla/iyilikle donanacak ahlâklı insanı var kılmaktır. Vahiy, insanlara gönderdiği peygamberler aracılığı ile adâleti, iyiliği/Allah’ı görür gibi yaşamayı, kötülük ve zulümden uzak kalmanın yollarını göstermiş ve yine insanlara, “Tevhîd/Birlik, adâlet, iyilik, ahlâk ve barışın her açıdan egemenliğini sağlama “yol”unu vazgeçilemez bir amaç olarak sunmuştur. Geçen yıl Aydın’da sohbet ederken Burdurlu bir öğrencimin, emekli İlâhiyatçı hemşehrim Ayhan Kaya’nın ifadeleriyle,

“Ancak zaman içerisinde bu asıl yol ve maksat/amaç yerine, bu yolda asıl maksada ulaşmak için rehber, furkan, hidayet ve öğüt olan (yani araç olan) ‘Kitab’ın kendisi yer değiştirmiştir. Bizatihi ‘din’ olarak telakki edilen kurumlaşmış kurallar bütününün kendisini savunmak ve egemen kılmak ‘maksat’ haline gelmiştir. Din, peygamber ve Kur’an-ı kerim, insanlara bir yol göstermekte, insanlar ise bu yolda gitmek yerine bu yolu ‘gösteren’ parmağa bağlanmayı ‘dindarlık’ olarak telakki etmektedirler.

Örneğin Kuran, “hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin” demekte ama bazı yorumcular “Kur’an’la hükmet”meyi savunmaktadırlar. Yani “Kur’an’a uymak” bizatihi bir amaçmış gibi psikolojik bir ifade haline gelmiştir ve muhtevasından kopmuştur. Oysa adalet ve iyiliği üstün tutmak, kötülük ve zulmü engellemek zaten (en genel anlamda) Kur’an’a uymaktır. Bu nedenle de müslümanlar Kuran’a uymak için “Adaletle nasıl hükmederiz, iyiliği nasıl üstün tutarız, doğru ve güzel olanı nasıl tespit ederiz” diyerek düşünmek ve bu soruların çağdaş koşullarda çeşitli ve çok örnekli cevaplarını bulma çabası göstermek yerine sadece ‘Kur’an’ı hakim kılmak’ yada ‘Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek’ten bahsetmeyi (ya da dayatmayı) tercih etmektedirler.”

Dinin öznesi kimdir?

Bu amaç ve araç anlayışının yer değiştirmesi nedeniyle Müslümanlar dinlerinden her sorularına cevap bulmak, her sorularını çözmesini beklemek ve bunu da insanlara dayatmak gibi “üretilmiş bir davranış” sergiler olmuşlardır. Nitekim Ayhan Kaya buna bağlı olarak, şu soru da devreye girmektedir, diyor:

“Dinin öznesi Allah mıdır, yoksa insan mı?

“Burada ‘dinin öznesi ve sahibi’ olma sorunu devreye girmektedir. Din’in sahibi Allah ve öznesi yani temel konusu ve problemi de insandır. Oysa İslam düşüncesi olarak gelişen çağdaş yorumlarda bu yer değiştirmiş, dinin sahibi Müslümanlar, öznesi de Allah yapılmıştır. Bunun sonucunda ise Müslümanlar ‘din uğruna savaşan, din adına hareket eden, din’i yaşatmaya ve korumaya çalışan, din’den yola çıkarak hayatı tanzim etmeye çalışan insan’lar konumuna gelmiştir. Oysa din Allah’ındır, Müslümanların onu korumak ve yaşatmak diye bir sorunu yoktur. Dini koruyacak ve kıyamete kadar yaşatacak olan Allah’tır. Müslümanlar, Dinin (yolun) sadece mensubudur. O yol’dan yürüyerek kendileri için dünya ve âhirette hayırlı olacak bir tercih yapar ve sorunlarını iyilik ve adalet lehine çözmeye gayret ederler. Yol’un kendisi bir maksat olmadığı için ve yol Allah’a ait olduğu için, Müslümanlara düşen; sadece bu yolda yürümek ve sapmamaya çalışmaktır.”

İslam’ın öznesi insandır

Bu çerçevede ana fikir şudur: İslâm’ın öznesi insandır; İslâm insanı temel alır. İnsan açısından olaylara bakar ve insanın dünyevî ve uhrevî kurtuluşu, mutluluğu esas alınır. Oysa şimdi, bu anlayış Müslümanların zihninde yer değiştirmiş, özne “Allah” haline getirilerek adeta Allah’la insan karşı karşıya getirilmiştir. Öyle ki ilahî ve beşerî ayrımı yapılarak, insanın ürettiği her şey ile “ilahî olan”, ayrı ve karşıt konumlara konulmuştur.

Bu bakış açısı; insanı aşağılamayı, ona güvenmemeyi ve karşısına da Allah’ı koyarak adeta yarıştırmayı doğurmuştur. “İslâm”la bazı düşünce akımlarının (sosyalizm, milliyetçilik, liberalizm) yarıştırılması, İslâm’ın hâkimiyeti ile Allah’ın hâkimiyetinin yarıştırılması, vahiyle aklın karşı karşıya getirilmesi gibi bir dizi tartışma konusunun kaynağı da işte bu yanlış din, Allah ve insan telakkisidir.

İnsan-iblis çatışması

Oysa Kur’an-ı Kerîm’de yaratılışın anlatıldığı ayetlerde, Allah’la insan değil, hatta Allah’la iblis de değil; insanla iblis çatışmıştır ve Allah bu çatışmada insandan yana tavır alarak insanı yüceltmiş (eşref-i mahlûkāt), iblis ise insanı aşağılamıştır (çamurdan yaratıldığını öne sürerek ona secde etmemiş). Bu yüzden de iblis kovulmuştur. İnsandan üstün olduğu iddiasını ispat için “imtihan” bağlamında ona mühlet verilmiştir.

Yani insanı aşağılayan ve Allah’ın karşısına dikmeye uğraşan, ona güvenmeyen, onun varlığından rahatsızlık duyan iblistir. İnsanı yaratıp şereflendiren, onu savunan, güvenen, diğer yaratılmışlardan üstün yapan ise Allah’tır.

Bu apaçık varlık telakkisine rağmen Kur’an’ı okuyup yaşama geçirme mücadelesi verdiğini iddia eden insanların, tam tersi bir “çelişki ve mücadele” yorumu yapması ancak sosyolojik, siyasî ve psikolojik saiklerle izah edilebilir ama Kur’an’la asla izah edilemez.

İnsanın karşıtı Allah değildir

Din’in öznesi insandır ve insanın karşıtı Allah değil, şeytandır (kötülük). İnsanın varoluşu; şeytandan (kötülükten) arınma(berae) ve ilahî ruhundan gelen adalet, iyilik ve barıştan yana tercih yaparak kötülüklerden özgürleşme çabası olarak anlamlandırılmıştır. İmtihan, işte bu özgürleşme (Tevhîd – La ilahe illallah) çabası içerisinde verilmektedir.

İnsan merkezli bu bakış açısı ve din’in sahipliğini Allah’a has kılarak insan-Allah ve din’i yerli yerine oturtan bu yorum tarzı, peygamberin bütün bir hayatı ile teferruatlı ve pratik bir şahitliğe sahiptir. Resullullah, “yürüyen Kur’an” olarak, “Allah’ın öğütlediği yolda yürüme çabası”nın ve bizatihi “yaşamın anlamı”nın öğrenileceği bir öğretmendir. “Rahman ve Rahim olan Allah”, insanı merkeze koyarak iyilik ve adaleti egemen kılmanın, üstün tutmanın, kötülük ve zulümleri de alt etmenin mücadelesini, peygamberlerinin hayatıyla insanlara göstermiştir. İşte bu nedenle Resullullah Medine’yi kendisine yurt edindiğinde yani “Medine’de İslâm/şeriat ilan edildiğinde”, zalimlerden başkası korkmamış ve Müslüman olsun olmasın tüm Medine halkı, Medine’ye “barış, esenlik, adalet ve iyilik” geliyor diye Hz. Peygamberi heyecan ve aşkla karşılamışlardır.

Din amaç olmamalıdır

Müslümanlar, çağdaş dünyada “Dinlerini kendilerine ve insanlığa bir zindan ve zahmete” dönüştüren yorumlardan arınarak, gerçekten bir “rahmet ve felah” yolu olarak kavramanın fıkhı (çabası) içinde olmalıdır. Bunun yolu da öncelikle dini amaç olmaktan çıkartıp sadece gerçek amaç için, yani insanı eşrefi mahlûkat yapacak, gerçekten kötülüğü alt ederek insanlaştıracak, kötülüğü insandan tenzih edecek bir “yol” olarak telakki eden ve insanı merkeze alarak, ona güvenerek ve aklın doğru çalışmasını sağlayarak sorunları çözmenin örneklerini göstermektir.

Aksi halde din, Allahın adını kullanarak “yasalar ve yasaklarla” özdeşleşen, yaşanan hayatı kavrayamayıp izah edemeyen, tarım toplumu çağının pratik kural ve ilkelerini bilgi toplumunda hâkim kılmaya çalışan, Allah adına zulümlerin işlenebildiği “tehlikeli bir iktidar silahı” olmaktan kurtulamayacaktır.

İslâm hayata dairdir

Evet, İslam bütün hayata dair, hayatın her boyutuna hitap eden ilke ve değerler vaazetmiştir ancak esas olan bu ilke ve değerlerin maksadını tespit ederek onları hâkim kılmanın “İslâm’a uymak” “Dindar olmak” ve “Allah’ın rızasını kazanmak” anlamına geldiğini kavramaktır. Bu ilke ve değerleri sosyolojik, psikolojik ya da siyasî saiklerle yanlış yorumlayarak insanlığa dayatmanın adı ise ne yazık ki dindar olmak, daha iyi Müslüman olmak ya da İslam’ı/Allah’ı hâkim kılmak değil, sadece Allah adına zulmetmektir. Ve maalesef İslâm dünyası bu mantığın ürünü olan örneklerle doludur. O halde siyasî ya da toplumsal bir proje, Müslüman bir zihin açısından İslam’ın iyilik, adalet, barış ve özgürlük gibi maksatlarına uyup uymama ölçüsüyle üretilebilir veya tartışılabilir hale gelmelidir. Yani ölçü, İslâm’dan yola çıkarak bir proje üretmek değil, pratik hayattan yola çıkarak İslâm’ın ilke ve değerlerinin maksatlarına uygun (en azından açıkça bu değerlere ters düşmeyen) fikir ve pratikler üretmek olmalıdır. Bunu tespit ve tayin edecek olanlar ise farklı yorum ve usullere sahip ilim sahipleridir. Onaylayacak ya da reddedecek olan ise insanlar (toplum ya da millet)dir. Bu anlamda icma-i ümmet”, bir fıkıh kuralı olarak ulemanın ittifakı şeklinde değil, bir siyaset felsefesi olarak, Zümer:39/18. ayette buyurulduğu gibi, bir toplumun özgür iradesiyle çeşitli görüş ve yorumları dinleyip birine ağırlık koyması şeklinde yeniden tanımlanabilir.

Din, insanlaşma aracıdır

Din, son tahlilde insanlaşmak için bir araçtır. İnsan, kötülüğe eğilimli beşer yanının kendisini yönetmesinden arınarak, Allah’ın gösterdiği yola, yani iyiliğin ve adaletin yoluna din sayesinde girer. Bu yol, tabii ki, kolay olmayan, insan nefsine ağır gelen, beşerî içgüdü ve reflekslerin sürekli kontrolünü gerektiren zahmetli bir yoldur. İnsan olmanın, Âdem olmanın/ adam olmanın başka bir yolu da yoktur. Dünya hayatının geçiciliği, âhiretin ise ebedî oluşu unutulmadan, bu zahmetin insanı olgunlaştırıcı özelliğinin idrakiyle ahlaklı bir hayat yaşamak, kendine, başkalarına ve Allahın rahmet dileğine sırt çevirip zulmetmekten daha zahmetsizdir.

İnsan, varlık şuurunu ve yaşama amacını unutunca ya da ancak tüm insanlar için geçerli bir amaç sahibi olmayınca zalimleşmekte, başka hiçbir canlıda olmayan bir vahşet ve yıkıcılık güdüsü açığa çıkmaktadır. Savaşlar, zulümler, işkenceler, sömürü, yalan, yolsuzluk, hırsızlık ve diğer kötülükler, Allah ve âdem/insan şuurunun unutulmasının ürünüdür. Allah sevgisi ve korkusu, âdem/insan olma idraki ve sorumluluğu, insanın bu vahşi yanlarını terbiye eden tek yoldur. Tarih boyunca bu ilahî mesajlar sayesinde insanlık medenî bir düzene kavuşmuş, bu mesajların istismarını da içeren istismarcı, sömürücü hâkim sınıfların egemenlik dönemleri ise kan ve gözyaşı getirmiştir. İnsanların maddî uygarlık düzeyleri yükselse de Allah ve âdem/insanlık şuurunu kaybedince, bu uygarlık düzeyinde insanı kullaştırmanın rafine biçimleri bu kez egemen olmaktadır. Bu anlamda din, her tür yaşam tarzı ve sosyolojik farklılığa rağmen tüm insanlar için iyilik ve adâlet yolunu gösteren, hatırlatan ve öğreten bir insan olma kılavuzudur.

Din, sömürü aracı yapılmamalıdır

Dinlerin zaman içinde statükoların birer parçasına dönüşmesi, kurumsallaşarak yaşanan hayatın dondurulmasını sağlayan muhafazakâr kültürün temeli olması, insanın huzur ve mutluluğu yerine içsel gerilim ve politik çatışmaların kaynağına dönüşmesi, tarihte bolca görülen bir sapma örneğidir.

Bu bağlamda, dinin özüne ve asıl maksadına vurgu yapan, sömürü, zulüm, kula kulluk ve insanları bir birbirine düşüren her tür fitneyi ortadan kaldıracak bir özgürlükçü din anlayışının geliştirilmesi şarttır.

Tevhid neden önemli

Tevhîd, bu manada, insanlığın içinde boğulduğu kapitalist dünyanın aşılması, insanca yaşanacak başka bir dünya kurulması ve kötülüklerin alt edilmesi için gerekli şuurun özünü ifade eder. Allah’tan başka ilâh yoktur şiarı, her tür insanüstü, insanı aşağılayan, insana karşı ve insanı yok edici düşünce ve davranışın terk edilmesi demektir. Kula kulluğun reddi, adâletli bir devlet, adâlet ve eşitliğe dayalı bir ekonomi ve özgürleştirici bir dünya görüşüne dayalı dinamik bir kültür doğuracaktır. İnsanların bütün farklılıkları, etnik, dinî, mezhebî ve felsefî ayrılıkları, ancak ve sadece Tevhîd şuuru sayesinde çatışma nedenleri olmaktan çıkacak, farklılıklar tek bir insan tözü ve tek bir yaratıcının varlığı idrakiyle tabii insanlık zenginliklerine dönüşebilecektir. Vahşi kapitalist rekabet mekanizmaları yerine, hayırda yarış ve dayanışma dinamikleri öne çıkacaktır.

Öte yandan 2000’li yıllara doğru Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevîlik gibi dinlerin bir yükselişe geçtiği ve bu sürenin devam edeceği hususu, artık bir vâkıa olarak söyleniyor, yazılıyor[8] ve hattâ yaşanıyor.

Dinlerdeki bu hareketlilik, İslâm gibi bünyesinde bir ruhban sınıfına yer vermeyen ve her türlü olumlu dinî, ilmî, ahlâkî ve estetik tecrübe karşısında, aklını kullanarak inanan kişiyi özgür ve açık tutmuş bir dinde elbette çok daha gürültülü, keyfîliğe sapabilecek kadar disiplinsiz olabiliyor ve bundan dolayı da ürkütücü görünebiliyor.

Din ile aklın farklı alanları vardır

Bu durum karşısında telaşa kapılmamak ve din görünümü altında kamuya teklif edilen sağlıksız görüş ve davranışları ilmî açıdan iyice değerlendirerek geniş kütlelere doğru dini ve doğru laikliği en kapsamlı biçimde iletmek şarttır.

Unutulmamalıdır ki din ile aklın alanları ayrıdır. İslâm akla, araştırmaya, sebep-sonuç ilişkisine dayalı inanmaya, bilgiye ve bilime, sorgulamaya çok fazla yer ve “farz” derecesinde önem veren, bilgiyi imanının ayrılmaz şartı kabul eden bir dindir. İslam gibi bir din ile birlikte sağlıklı eleştirel akıl, insanımızın ve insanlığın daha güzel, daha çağdaş, daha hoşgörülü ve daha barışsever bir hayatı tercih etmesine ciddi anlamda katkı sağlayabilir.

Özellikle günümüzde doğru dini anlatmak, hayatî bir zaruret arz etmektedir çünkü adı ve özü “esenlik”, “barış” ve “sevgi” olan İslâm, birtakım yanlış takdimler, algılamalar ve sözde dinî görüntülü sağlıksız uygulamalar yüzünden kaba, hoyrat, itici, ürkütücü ve militan bir konuma sokulmaktadır. İslâm adına bu haksız ve yanıltıcı kanaatin doğmasına sebep olanlar ise, maalesef kendilerini “Allah’ın buyruklarını” uygulayan ve işlerini de “Allah adına” yaptıklarını iddia eden gerçek “Müslümanlar” olarak takdim etmektedirler ki bu iddia, din açısından fevkalâde yanlış ve tehlikelidir.

Kur’an’ın mesajı önemlidir

Tekrar hatırlatalım ki dini anlama ve yorumlama konusunda hemen belirtilmesi gereken çok önemli bir ilke ve yöntem meselesi vardır: O da Kur’an’ın mesajıyla bu mesajın uygulanmasının özdeşleştirilip özdeşleştirilemeyeceği meselesidir. Bir mesajın uygulanmasında mesajın kendisi kadar onun uygulayıcısı durumundaki insan da fevkalâde önemlidir. Allah’ın mesajının muhatabı insandır. İnsan da aldığı eğitim, mensup olduğu toplum, içinde yaşadığı coğrafya, tarihî, ekonomik ve kültürel durumu, kısaca kabiliyet ve kapasitesi itibariyle farklılıklar içindedir. Bu bakımdan Allah’ın mesajını anlaması, idrak etmesi de kendi aklına ve kabiliyetine göre olacaktır. İbn Haldun’un da Kur’an’ın mesajından hareketle ortaya koyduğu “bedevî” ile “hadarî”nin anlayışları ve yorumları elbette aynı değildir. Bu ise, aynı ayete dayanmalarına rağmen, insanların pekâlâ farklı kararlara ulaşabileceklerini gösterir. Artık bu durumda Allah’ın mesajı, insanların yorumlarından dolayı ilâhîlikten çıkmakta ve insânîleşmektedir. Yani mesajın kendisi ilâhî, anlaşılması ve uygulanması ise insânî olmakta ve izâfîleşmektedir.

Onun için “Allah’ın buyruğunu” tatbik ettiğini iddia eden bir insan aslında Allah’ın emrini değil, bu emirden kendi anladığını uygulamıştır.[9] Bu açıdan “Allah’ın buyruğu/hükmü budur!” ya da “Şerîat böyle emrediyor!” iddialarıyla yola çıkan biri bilmelidir ki itikad ve ibâdet konularında, din ile laik devletin anlayış ve yaklaşımları arasında her hangi bir sorun yoktur. Sorun, “muâmelât” dediğimiz dinin dünyaya dönük yüzü, yani insanlar arası ilişkilerin düzenlenmesindedir. Bu düzenleme de, daha önce açıkladığımız gibi, “Şerîat” ya da “Allah’ın hükmü budur!” iddiası ile değil, insanların ya da toplumun ihtiyacı bunu gerektirmektedir yaklaşımı esas alınarak yapılır.[10]

Diyanet İşleri Başkanlığı

İşte çok hayatî öneme hâiz bu işin sorumluluğu, Anayasa gereği görevi, öncelikle ve doğrudan halkı din konusunda aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşer. İslâm’ın saf ve berrak yüzünü kararttıklarını hiç düşünmeden silaha sarılan teröristlerin nemalandığı maddî ve fikrî kaynaklar ile kadın, evlenme-boşanma, giyim-kuşam ve benzeri günlük hayatla ilgili sözde “dinî emir” dayatmaları, kesinlikle, birer îman esası değil, tamamen “ictihâdî”, yani dinin özüne ve aslına dâhil olmayan ve toplumun şartları ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yorumlanabilecek meselelerdir. Bu gerçek, halkımıza, önce her kesimden siyasetçiler ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkez ve hemen hemen her beldede bulunan resmî görevlileri tarafından her vesile ile ve samimiyetle inanarak anlatılmalı, iknâ edilmeleri sağlanmalıdır. Bu faaliyet, hem Cumhuriyetimizin bekaası için, hem de halkımızın cahil ve çıkarcı sözde “şeyh” veya “hoca”ların insafına terk edilmemeleri için şarttır.

Din karşıtlığı veya din-dışılık

Ayrıca din hakkındaki doğru bilgiler kadar, laikliğin de “din karşıtlığı” veya “din-dışılık” olmayıp “insan varlığının en önemli boyutunu teşkil eden farklı duygu, düşünce ve inanç dünyalarının bütün mükemmelliği ve zenginliği ile ortaya çıkabilmesi ve gelişebilmesi için var olduğu veya varlığa getirildiği”[11] ve yukarıda ifade edildiği gibi, laik kişinin, kelimeyi ödünç aldığımız Batı dünyasında ve özellikle Vatikan sözlüğünde, dinsiz ya da dinle ilgisiz değil, sadece kilise görevlisi olmayan fakat tam anlamıyla Hıristiyan olan bir mü’min kişi demek olduğu ve dolayısıyla insanımızı “laik” ve “dindar” şeklinde ikiye ayırmanın bir tuzak veya “laiklik” yahut “din” tercihini dayatmanın son derece sığ ve yersiz bir işgüzarlık ve hattâ kışkırtıcı ve yıkıcı bir yaklaşım olduğu gerçeği, geniş aydın ve halk kütlelerine mutlaka anlatılabilmelidir.

Bunlar yapılabildiği takdirde alaylı ve yetersiz sözde din bilgininin telkin ettiği katı muhafazakârlığın, köktendinciliğin ya da şu veya bu “efendi”nin yahut da ideolojik ve özellikle siyâsî İslâmcının etkisiyle başı dönmüş ve neticede hoyrat, sembolsüz, sert, duygusuz, estetikten uzak, kaba, asık suratlı ve militan bir din anlayışına, kısaca 1960’lı yılların sonlarından itibaren “Türk Müslümanlığı”ndan uzaklaştırılarak “ithal Müslümanlığa” mahkûm edilmiş insanımız, rahat nefes alabilir; dinin sevgi ve ahlâktan ibaret mütebessim ve munis yüzüne yeniden kavuşarak dini siyâsete ve çıkarlarına âlet edenleri bizzat kendisi yargılama gücü ve iradesine kavuşabilir.

Ve neticede İslâm, ülkemizde, sosyal bütünleşmenin tam ve mükemmel anlamda nasıl gerçek kılınabileceğinin örneğini sunmuş olabilir ve’s-selâm…

[1] M.A. Shaban, Islamic History: A. New Interpretation, I, Cambridge University Pres, Cambridge 1971, s.15.

[2] Hz. Ebubekir’in halife seçimi ve tartışrnalar hk. bk.: E. Ruhi Fığlalı, Günümüz İslâm Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yay., İzmir, 2008, s. 69 vd.

[3] İbn Sa’d, et-Tabakatu’l-Kubrâ, Beyrut, trz., III, 183; W.M. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev., Ethem Ruhi Fığlalı,  Sarkaç Yayınları, Ankara, 2010 (3.Baskı), s. 114

[4] Bu hususlarda bk.: Fazlurrahman, “İslâm’da Devlet İdaresi”, Değişim Sürecinde İslâm, ed. J. Donohne- J. Esposito, çev. A.Y. Aydoğan-A. Ünlü, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991, s. 276 vd.

[5] Bu husustaki emirler ve örnekler için bk., E.Ruhi Fığlalı, “Din ve Devlet İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XIII (Temmuz 1997), Sa. 38, s. 593–602.

[6] “Hüküm ancak Allah’ındır” mealindeki bu ifade birçok ayette geçer. (Bkz .6. En’âm, 57, 62; 12. Yûsuf , 40, 67; 28. Kasas  70,88; 40. Mü’min/Ğâfir, 12).

[7]  14. İbrâhim, 32, 33; 16. Nahl, 12, 14; 22. Hac, 65; 31. Lokman, 20; 45. Câsiye , 12.

[8] Msl. bk.  A. Nuri Yurdusev, “Dinin Yükselişi Karşısında Sol Ne Yapacak?” Yeni Yüzyıl, 12.12.1996,  20.

[9] Bu hususta krş. Ahmet Akbulut, “Kur’an-ı Kerîm Açısından Egemenlik Meselesi”, İslâmî Araştırmalar,  8/3-4 (1995), 153-154.

[10] Bu hususlarda bkz. Fahri Demir, İslâm Dini Açısından Din-Devlet İlişkisi (Din ve Laiklik), 67 vd.; E.Ruhi Fığlalı, Din ve Laiklik  Üstüne Düşünceler,216 vd.

[11] A. Arslan, a.g.m., Türkiye Günlüğü,  134.

Yazar

Ethem Ruhi Fığlalı

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar