Yükleniyor...
Şu ana kadar, İslâm mesajının aslî ve öz yapısı içinde yeniden tanınması ve tanıtılması için, bu dinin esaslarının çok iyi bilinmesi gerektiğine işaret etmeye çalıştık.
Bir de onun “evrensel” ve “değişmez” olan yanı ile tarihî, mahallî ve değişebilir olan yanlarının ya da “sabit din” ile “dinamik şeriat”ın[1] Kur’ân’ın tarihî bütünlüğü içinde yeniden okunup değerlendirilmesi ve bunu yaparken de tarih tenkitçiliği usullerine hassasiyetle riayet edilmesi şarttır.
Şüphesiz bazı istisnaları bulunmakla beraber sanki bir genel kuralmışçasına şu husus zikredilebilir:
Muamelât yani dünya işi olarak mütalaa edilen yapıp-etmeler, hakkında nass bulunanlar da dâhil, tamamı ictihadî’dir. Bunlarla ilgili hususlarda, içinde bulunulan şartlara göre gerekli düzenleme ve uygulamalarda bulunma yetki ve sorumluluğu Devlet’e aittir. Başka bir deyişle, nass‘larla yani Allah’ın ya da Hz. Peygamber’in emri ile bildirilen muamelât hükümleri, îman ve ibadetle ilgili olanları hariç, örf ve âdetlerin değişmesi ile değişebilir.
Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “… Sizden her biriniz için bir yol (şir‘aten) ve bir yöntem (minhâcen) belirledik…” [Maide 5/ 48].
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu ayeti şöyle yorumlar: Şir‘a, zaman, mekân ve şartların değişmesiyle değişebilen fürû‘-i din; minhâc da değişmeyen, açık ve sonsuza dek kalıcı olan usûl-i dîn’dir. Yani her milletin mensup olduğu peygambere indirilen ahkâm-ı mahsûsa/özel hükümler (muamelât) birer şir‘a; Allah’a, peygambere, ahirete îmân gibi dinlerin hepsinin ortak ve bir oldukları usûl de minhâc ‘ dır.
Buna göre ‘ed-din’in evrenselliği/tarih-üstü oluşu Kur’ân-ı Kerîm’de çok açık bir biçimde ortaya konmuştur:
“Allah, Nuh’a emrettiği, sana da vahyettiğimiz, ayrıca İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz dini, sizin için de din kıldı. O dini dosdoğru uygulayın, o konuda asla ayrılığa düşmeyin. Senin davet ettiğin bu din/tevhid inancı müşriklere ağır geldi. Oysa Allah dilediğini/ hidayet yolunu tercih edeni bu din için seçer ve kendisine yönelenleri doğru yola ulaştırır.” [Şûrâ 42/ 13].
Nitekim meşhur tarihçi ve müfessir Taberî de bu ayetin açıklamasını yaparken Katade’den naklen, Tevrat, İncil ve Kur’ân’ın kendi şeriatları bulunduğunu, ama ‘din’in, tevhîd ve Allah’ı birleme anlamında, bütün peygamberler tarafından getirilmiş bir ve aynı din olduğunu söyler.[2]
Esasen bu ayetle Allah, her peygambere farklı biçimler içinde bildirilen kanun/kanun yapma ve yol/yordam anlamında “ş e r e‘a / ş i r‘a” ile bütün peygamberler için aynı ve tarih boyunca hiç değişmemiş olan Allah’ı birleme/tevhîd anlamındaki “e d – d î n” arasında kesin bir ayırım yapmıştır. Buna göre “dîn” tek, “şerî‘at”lar ise muhtelif ve çoktur. İmam Âzam Ebû Hanife, dinin birliği ve şerî‘atların farklılığı konusunda, el-Âlim ve’l-Müte‘allim adlı eserinde bu meseleleri çok güzel açıklığa kavuşturur.[3]
Başka bir ifadeyle İslâm mesajının özünün ne olduğu meselesine son derece titiz ve özenli bir biçimde ve yepyeni bir bakış açısı ile ve cesaretle eğilinmesi ve yeniden keşfedilmesi; en önemlisi de bugüne kadar Kur’ân-ı Kerîm‘in Müslümanlar tarafından hayata geçirilme yolu ve yöntemlerinin tenkitçi bir gözle; cesaret ve açıklıkla ortaya konması ve gerektiğinde “tabu”ların yıkılması, ezberlerin bozulması, en azından ciddî biçimde sarsılması gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk inen ayetleri ve sureleri, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Mekke toplumunun hayatî meselelerinin şirk (puta tapma), fakirlerin sömürülmesi, ticarî ve toplumsal ahlâksızlık ve topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu apaçık bir biçimde gösterir. O kadar ki, İslâm’ın beş temel şartı bile sosyal adâlete ve insanların eşitliğine, sorumluluk bilincine/takvâya, îmana, ahlâka ve bilgiye dayalı model bir toplum kurmayı hedeflediğinin özetidir.[4]
Onun bu talebi, esas itibariyle, Hz. Peygamber’in önderliğinde ve otoritesi altında yirmi üç yıl gibi kısa ve baş döndürücü bir hızla ve toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere paralel olarak ortaya konmaya çalışılmış ve birçok alanda da başarılı olunmuştur, denebilir.[5]
Hz. Peygamber’in Allah’ın Elçisi olarak görevini tamamladıktan sonra toplumun yönetimini üstlenen ilk dört halife, Kur’ân’ın temel ilkeleri çerçevesinde ferdin ve toplumun ihtiyacı olan meselelere cevap bulmakta kendilerini rahat hissetmişlerdir; çünkü onlar, Hz. Peygamber’in sahip olduğu bütün vasıfları, en azından peygamberliği şahıslarında toplayamayacaklarını biliyorlardı.
Hal böyle olmasına rağmen maalesef çok erken dönemlerden itibaren ulema, yani İslâm bilginleri, ilk dört halifenin, özellikle Hz. Ömer’in zihniyet ve uygulamalarını bir kenara koyarak, şerîat’ın da sabit ve evrensel olduğu, sadece indirildiği 610–632 dönemini değil bütün zamanları kapsadığı yanlış kanaatine ulaşmışlardır. Meselâ bu türlü düşünenlere göre, Kur’ân’daki kavramlar, İslâm öncesi dönemde belli bir evrim sürecinden geçerek mevcut halini almış ve vahiy içerisinde kullanıldıktan sonra bu gelişimini sürdürecek kavramlar değil; Tanrı’nın indindeki mutlak hakikati temsil eden kavramlardır. Bu yüzden de sonsuza kadar geçerli ve değişmezdir.[6]
Daha baştan itibaren İslâm’da îmân ve ibadet hükümleri dışındaki muamelât ile ilgili şerîat hükümlerinin her zaman değişime açık ictihadî konular olduğu hususu, konunun akl-ı selîm sahibi uzmanları tarafından sürekli yazılmış çizilmiştir. Buna rağmen, yöneticiler tarafından, akılcı İmam Mâturidî ve Mu‘tezile mezhebinin anlayışı ve görüşü yerine “statükocu” ve insanı “edilgen” kılan Eş‘arî öğretisinin Allah ve insan görüşü egemen kılınınca, dinin yatay boyutunu oluşturan muamelât hükümlerinden ibaret “şerîat” da, maalesef, tıpkı “ed-dîn” gibi “değişmez”lik zırhına büründürülmüştür. Bununla da yetinilmemiş, Hz. Peygamber’in Sünneti ile sahabenin ve ilk devir ulemasının sözleri ve görüşleri de “dokunulmazlık” sınırları içine alınarak tıpkı “şerîat” gibi “değişmez”lik imtiyazına kavuşturulmuştur.
İslâm dünyasının bu fevkalâde yanlış ve hatalı anlayış ve uygulamasının bedelini ne kadar ağır bir biçimde ödediği ortadadır. Yanlıştan dönülmediği takdirde yine aynı bedeli, belki daha da ağır, acı ve acıklı bir biçimde ödemeye devam edeceği de görülmektedir.
Hâsılı özellikle miladî 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar, hukuk, felsefe, kelâm/teoloji, tarih, coğrafya ve edebiyat alanlarında çok sayıda farklı ve önemli düşünce okulları doğmuş; asıl ve çok önemli olarak da fen bilimleri, astronomi, tıp ve tabiat bilimleri alanında çok ciddî çalışmalar yapılmış ve yeniliklere imza atılmıştır. Başka bir ifade ile o asırlarda İslâm dünyası akıl egemen bir düşüncenin aydınlığında yaşamış ve onurunu paylaşmıştır. Onun içindir ki, o dönem, İslâm düşüncesinin Altın Çağı olarak isimlendirilir.
İslâm düşüncesinin teşekkül döneminden sonra, İslâm dünyasına, maalesef, yaşanan zamana, mekâna, toplumsal yapı ve şartlara, hattâ o dine mensup toplumların etnik, antropolojik, ekonomik, siyasî ve coğrafî şartlarına göre değişen, değişebilen ve değişmesi son derece tabiî ve hattâ şart olan “şerîat”ın, sanki insanlığın müşterek değerleri ve ahlâkî “normlar” bakımından değişmez olan “ed-din” imişçesine çok katı ve kesin bir biçimde değişmez ve sabit olduğunu ileri süren menfî bir zihniyet egemen olmuştur.
Siyasî ve idarî hayata egemen olan bu kötü zihniyet, sadece Allah’ın bir Müslüman için îmanının ilk şartı olarak belirlediği “aklı” değil, mantık dışı bir tutumla “zamanı”, yani “tarihi” de nerede ise bir soğutucuya atıp orada donmaya terk etmiştir. Ayrıca bu zavallı “kafa”, seleften bize intikal eden dinî metinlerin her türlü ihtiyaca cevap vereceğini ve vermekte olduğunu iddia edebilecek derecede kalıplaşmış ve katılaşmış kör bir taassuba ve cehalete demir atmıştır.
Aslında bu zihniyet mensupları, yani “nass”ların ve tarihî mirasın kesinlikle değişmezliğine ve sonsuza kadar “yeterliliğine” inanmış olan “ulema” ve “siyasî yapı” ittifakı, sırtlarını, meşhur “mevrid-i nasda ictihada mesâğ yoktur” hükmüne dayayarak Allah’ın kutsallığını değil, kendi kutsallıklarını koruma altına almak istemişler ve almışlardır da.
Acaba bugün, İslâm düşüncesinin Altın Çağı’nı ihyâ edebilmek adına, cesurca bir adım atılarak ilk ve sonraki nesillerin zengin tarihî mirası da değerlendirilerek Kur’ân’ın özüne giden anayola çıkılamaz mı?
Bana göre yapılabilir, yapılmalıdır da.. Ama bunun için öncelikle ve önemle, Kur’ân’ın aslâ yer vermemesine rağmen, teşekkül döneminden sonra insanı ve insanları da “mutlak ve gerçek ilim otoritesi”[7] olarak kabul eden ve tarihî mirasın değişmezliğini bir “din” haline getirmiş olan mevcut ve maalesef yaygın zihniyete karşı amansız bir savaş açılmalı; çetin ve sürekli bir fikrî mücadeleye, bilgi savaşına girişilmelidir.
Oysa biliyoruz ki, İslâm düşüncesinin temeli, bilimsel düşünce, araştırma, sorma ve sorgulamadır. İşte, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de apaçık ifadelerle yasaklamasına rağmen, atalarını körü körüne taklit eden, olayların ve olguların sebep-sonuç ilişkilerine itibar etmeyen ve zanna göre hüküm veren, bilmediği şeyin ardına düşen ve aklın reddedeceği benzeri olumsuz davranışları benimseyenler, akıllarını kullanarak sormayı, sorgulamayı ve araştırmayı bırakıp yerine geleneğe sarılmışlardır. Neticede de düşüncenin dondurulması, taklit, gözlem yerine tasavvur, dar görüşlülük ve dinin yöneticiler eliyle siyasallaştırılması doğal hale sokulmuştur.
Öncelikle bu Kur’ân dışı zihniyete karşı çok kapsamlı ve dikkatli bir mücadeleye girişilmelidir.
Girişilecek bu mücadelenin ilk adımı da, bütün dinlerin merkezini oluşturan tanrı ile ona muhatap olan insanın İslâm’daki yerlerinin akılcı bir yaklaşımla ve isabetli bir biçimde tespit edilmesi ve tezahürlerinin çok iyi görülüp gösterilmesi ile atılmalıdır. Çünkü dinlerin iyi okunup “doğru” anlaşılması ve anlatılabilmesi, o dinin tanrı-insan-evren tasavvuru ile doğrudan ilgilidir.
Şu anda ülkemiz Müslümanları dâhil dünya Müslümanlarının çok büyük bir çoğunluğunun Allah tasavvuru, Eş’arî kelâmının belirlediği ölçüler çerçevesinde Allah’ı “Mutlak Güç ve Kudret” ile aynîleştiren ve dolayısıyla O’nu bu yolla tenzih eden bir anlayıştır. Kendilerini “amelde Hanefî, îtikadda Mâturidî” olarak kabul eden Türk insanının Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden bu yana bu anlayışı bugün de ısrarla sürdürmeleri, doğrusu “ironik” bir durumdur.[8]
Ontik olarak Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olması son derece doğrudur, mantıkîdir ve kesindir. Ancak Eş’arî kelâmı ve onu kullanan siyaset, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi yeryüzü egemenliğinde insana atfedilen “halife” metaforuna yükleyerek “ilâhî güç” ile “siyasî güç” arasında kopmaz bir ilişkinin varlığını kullanma hatasına düşmüştür.
Nitekim bunun ilk çirkin örneğini, Emevî Devleti’nin ilk sultanı Muaviye b. Ebî Sufyan, önce Hz. Ali’ye hemen sonra da Hâricîlere ve diğer Müslümanlara karşı sergilediği adâletten uzak, haksız ve zulüm dolu icraatını, fütursuzca “Allah’ın kaderi/Allah’ın iradesi” olarak O’na yüklemekle ortaya koymuştur. Artık o, “Allah’ın Halifesi” sıfatıyla giriştiği her keyfî icraatını, “Allah’ın kaderi/Allah’ın iradesi” olarak “hikmetinden sual edilemeyen Allah”a havale etmekle, yani ilişkideki Allah’ın fiillerinin sınırını ortadan kaldırmakla, kendine, yani insana ait olması gereken sorumluluk ve yükümlülükten kurtulacağını sanmıştır.
Oysa biz biliyoruz ki, Mu’tezile ve Mâturidî kelâmına göre Allah ile insan arasında tamamen hür/özgür iradeye dayanan, kuralları ve sınırları belli ahlâkî bir ilişki söz konusudur. Şüphesiz Allah, varlıksal olarak / ontik anlamda, mutlak güç ve kudret, mutlak ilim ve mutlak irade sahibidir; ama insanla ilişkisi kesinlikle sadece güç ve kudrete değil, hikmet ve marifete, sevgi ve merhamete, adâlet ve ahlâka, yani sünnetullah’a, yani son derece düzgün ve sağlam kurallar çerçevesinde işleyen Allah’ın koyduğu değişmez kanun ve kurallara dayanır.
O halde daha önce sorduğumuz soruyu burada yeniden sorabiliriz:
Acaba bugün, cesurca bir adım atarak Kur’ân’ı inzal edildiği dönemin şartları çerçevesinde anlayamaz mıyız? Ve yine Kur’ân yeniden keşfedilerek içinde bulunduğumuz şartlara göre cesaretle ve serbestçe okunamaz ve yorumlanamaz mı?
Bana göre bunlar pekâlâ mümkün olabilir ve mutlaka da “mümkün” kılınmalıdır. Bildiğimiz gibi, İslâm tarihinin sayfaları, maalesef, Kur’ân’ın engin, derin ve bir o kadar da parlak yüzünün önce Hâricîler, daha sonra sırasıyla Sünnîler ve Şiîler tarafından, ağırlıklı olarak kendi siyasî ve zaman zaman da îtikādî ihtirasları ya da dar kalıplara hasredilmiş kısır görüşleriyle nasıl dondurulduğunun, karartıldığının, sığ, yetersiz, kaba, hoyrat ve itici hale düşürüldüğünün sayısız örnekleri ile doludur.
Bu yetersizlik, sığlık ve kabalık, bugün, dinde aşırılıkla zirveye ulaşmıştır. Artık ibadette, günümüz teknolojisi ile yarışır, hattâ onu aşar bir şekilde “otomasyon” gerçek kılınmıştır. Şekle ve görünürlüğe dayalı dindarlık, her alanda egemendir. O kadar ki, merhum Ömer Lütfi Mete’nin araştırmasının kapağına koyduğu “Aşksız, Zevksiz… Allah’sız Müslümanlık” başlığı, günümüz Müslümanlığının durumunu anlatmaya yeter.
Hemen her vesile ile gündeme getirdiğimiz bir husus, bir kere de burada tekrar edilmelidir:
Çağdaş bilimin çok büyük gelişme kaydettiği, ama bu bilimi kullanan ya da satın alma durumunda olan kitlelerin de ahlâksızlık, insafsızlık ve adaletsizliği akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir biçimde yaygınlaştırdıkları bir dönemde, yani küreselleşme kıskacına takılmış İslâm dünyasının içinde bulunduğu bu zavallı ve ezik durumdan kurtarılması; İslâm düşüncesinde bir yeniden doğuşun gerçekleştirilebilmesi için bütün gücümüzle uğraşmak hayatî bir zarurettir; ama aynı zamanda mutlak anlamda bir îman borcudur.
Gerçi ülkemizde yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana, Kur’ân’ı anlama ve anlatma, İslâm düşüncesini yeniden okuma, inşa etme ve benzeri konularda, yaşlı-genç akademisyenler tarafından çok önemli ve ümit verici çalışmalar yapılmış ve yapılmaktadır.
Ancak bu çalışmaların, ülkemizin resmî ya da gayr-i resmî mercîlerinde gönül hoşluğu ile kabul gördüğünü söyleyebilmek maalesef mümkün değildir.
Tam tersine bazı kesimler, Kur’ân’ın yeniden okunması ve onun talep ettiği model bir ahlâk ve bilgi toplumu esaslarının yeniden ortaya konması ve İslâm düşüncesinin küreselleşmenin tasallutundan kurtarılması; genelde îtikādın özelde de “Allah”ın “teslimiyetçi” kadercilikten tenzîh edilmesi, aklanması; İslâm düşüncesine inanan herkesin “Allah’ın ayetleri” olarak bildirilen evrenin sırlarını çözmek için her alanda üretici ve yaratıcı olmaları gerektiğini savunan araştırıcılara, yapmakta oldukları çalışmalarının ya da tekliflerinin eğer varsa yanlışlıklarını gündeme getirip tartışacakları yerde, cehaletin ve “bedevî zihniyeti”nin tipik refleksi ile, “zındık”, “kâfir” ve en hafif olarak da “müsteşrık bozması” yaftası yapıştırmakta ve dolayısıyla bu genç insanların cesaretlerini kırmaya çalışmaktadırlar.
Meseleyi bu çerçevede gören ve bu sakîm zihniyeti sözde “din” adına baş tacı edenler, aslında Nadim Macit’in[9], “İslâm dünyası, ekonomik, teknolojik ve politik alanda insani bir model geliştirememiş olmasına rağmen, kendisinin manen, ahlaken ve toplumsal olarak sağlıklı olduğunu tereddütsüz kabul etmekte ve bunu ısrarla savunmaktadır. Kendi kendini aldatmanın somut verisi olan bu durum, çağın en büyük yalanıdır,” sözleriyle özetlenebilecek tespitine tıpatıp uygundurlar.
Maamafih bu hususlarda Müslümanların bir kesimini kendi “din”lerine bağlamış ve tartışmasız aşılmaz îman ve ilim otoriteleri olarak kabul edilen “şeyh”ler, “hoca”lar, “efendi”ler ve “cemâat”ları şimdilik bir yana bırakalım; asıl üzerinde durulması gereken kurum, bize göre, ülkemizde din hizmetlerini resmen yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu kurumun merkez teşkilâtındaki birçok değerli ismin, yukarıdan beri sıralamaya çalıştığımız görüşlerin önemli bir bölümünü paylaştıklarını, yaptıkları çalışmalarından biliyoruz.
Eğer paylaşılan bu görüşler ve teklifler doğru, uygun ve yerinde ise, onlara cesaretle sahip çıkılmalı, savunulmalı ve ülke çapında resmîleştirilmelidir. Bu işe, başta icracı bir kurum olduğu için Diyanet İşleri Başkanlığı ile ülkemiz İlâhiyat fakültelerindeki değişim ve gelişime kafa yorabilen, aklını kullanabilen ve “din”i ciddîye alabilme ferâset ve dirâyetine ulaşmış “aydın” araştırmacıların sahip çıkmaları gerekir.
Bunun için de;
Bana göre, yapılan ve yaptığımız yanlışlardan dönülebilmesi ve “doğru din”in ikame edilebilmesi için tutulacak en gerçekçi yol-yordam ve yöntem, akl-ı selîm sahibi kimselerin üzerinde çok büyük ölçüde ittifak ettikleri bu yaklaşım ve anlayışın mutlaka hayata geçirilmesidir. Çünkü tekrar edelim ki, bir kişiye Müslüman deniyorsa, hem söyleyenler olarak bizim hem de bu hitaba muhatap olanın şu hususu çok iyi bilmesi ve idrak etmesi şarttır:
Müslüman, “İslâm” kelimesinin gerek sözlük gerek Kur’an’daki anlamına dayalı olarak Allah ile ve insan ile barış yapmış ve biliş tutmuş biridir. Allah ile barış yapmak demek O’nun Emrine ve İrâdesine mutlak teslim olmadır. İnsan ile barış yapmak ise, sâdece başkalarına kötülük etmek ve onları incitmekten kaçınma değil, aynı zamanda onlara iyi ve hoşgörülü davranma ve iyilik yapma demektir.
Bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilir : “Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri Rabbi’nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” [Bakara 2/112].
Aslında barış ve esenlik, İslâm’da hâkim fikirdir ve İslâm’ın gösterdiği hedef, çağırdığı amaç “esenlik yurdu” (dâru’s-selâm) dur [Yûnus 10/25]. Böylece İslâm, özü itibariyle bir barış ve esenlik dinidir.
Allah böyle buyurmasına rağmen, bugün ülkemizde ve diğer bütün İslâm ülkelerinde İslâm böyle mi anlaşılıyor, böyle mi yaşanıyor?
Maalesef İslâm dünyasının her köşesi terör üreten, Firavun’a taş çıkartacak derecede kendi yarattığı putlara tapan ve dîni de, hâşâ Allah’ı da kendi hevâ ve heveslerine âlet eden -gûya- liberal kapitalist din tüccarlarıyla dolu…
Ne hazindir ki yeryüzü egemenliğini hem bilimsel hem de güç itibarıyla elinde tutması üzerlerine farz kılınmış olan Müslümanlar, bugün Batı dünyasının şamar oğlanı gibi görülüyorlar. Ve en önemlisi de, insanlığın eşitliğini, refah ve mutluluğunu sağlayacak bir ahlâk ve ilim medeniyetinin inşasını gerçek kılmak görevi üzerlerine bir farz olarak yüklenmiş bulunan Müslümanlar Kur’an’ın emirlerini ve Resûlullah’ın yaşayan sünnetini, dilleriyle tekrar etmenin ötesinde hiçbir şekil ve surette yaşamıyorlar.
Her şey ortada… Yalan, hile, sahtekârlık, dünya menfaatı için fitne ve fücur peşinde koşmak, başkalarının ayağını kaydırmak ya da kendi hırslarını beslemek için dedi-kodu, iftira, yalan, düzen ve akla gelmez oyunlar oynamak ve bunların hepsini icra ederken yüce dînimizi ve ulvî değerlerini istismar etmekten çekinmemek, hurafelerden, ne idükleri belirsiz hacılardan-hocalardan, şeyhlerden, pîrlerden, efendilerden medet ummak gibi zavallılıklar ve saçmalıklar, artık bugün Müslümanlar için ahvâl-i âdiyeden oldu…
İnanıyorum ki, aklı başında kadın-erkek her inanan, her Müslüman bu duruma fevkalâde üzülmekte ve utanç duymaktadır. Çünkü dînimizin temeli ahlâktır, adâlettir, doğruluktur, fazilettir, ihsandır, insanları ve bütün yaradılmışları sevmektir. Ama bunları sadece söylemek değil bizzat işlemektir, yapmaktır, yaşamaktır. Nitekim ülkemizde her Cuma günü imamlar okudukları hutbelerin sonunda Cenâb-ı Allah’ın şu ayetini hatırlatırlar:
“Hiç şüphe yok ki, Allah insanlara adâleti, iyiliği/güzelliği, yakınlardan başlayarak vermeyi/yardım etmeyi/aslında her ne kadar O’nu görmüyorsak da Allah’ı görür gibi yaşamayı emreder. Hayâsızlığı/çirkinliği, her türlü kötülüğü/başkasının hakkına tecavüzü ve taşkınlığı/zorbalığı yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size böylece öğüt verir.” [Nahl 90/90].
Bu ayette geçen “’adâlet” ve “ihsan” kelimeleri, Kur’ân’ın temel kavramlarından ikisidir. Adâlet, hepimizin üzerindeki ittifak edeceğimiz üzre, hayatın her alanında, hak ve hukukun söz konusu edileceği her alanda ve her anda, bizzat kendi nefsimizde ya da karşılıklı insan ilişkilerinde, önemi ve değeri söz ile ifade edilemeyecek derecede büyüktür, eşsizdir.
“İhsan” kelimesi ise, maalesef genel olarak yardım etmek, bağışta bulunmak gibi günlük davranışlara indirgenerek sıradan bir sadaka kültürünün ürünü haline sokulmuştur. Oysa ihsan, Resulullah’ın diliyle “Allah’ı görür gibi yaşamak” demektir. İmanın en temiz ve en duru haliyle insanda tecelli etmesi ve mü’min olmanın ağırlık ve azametinin davranış olarak müşahhas bir biçimde insanın etinde ve kemiğinde var olması ve sadece kendini değil bütün çevresini ve insanlığı kapsaması demektir.
İslâm’ın temel kavramlarından biri de insanların eşitliği hususudur. Esasen Allah, Müslümanlara şöyle buyurmaktadır: ” Kitab ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde tartışın ve şöyle deyin: Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir, biz O’na teslîm olmuşuzdur.”[Ankebut 29/46]. Bu ise, İslâm’ın Ehl-i Kitab’ı bir ve aynı dinî kardeş olarak kabul ettiğinin ifadesidir. Bu bakımdan Kur’ân’ın ana konularından birinin, insanlığın evrensel kardeşliğine dâvet olduğu hususu belirtilmelidir.
Kur’ân der ki : ” Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır…” [Hucurât 49/13]
Bu âyetteki hitap, dikkat edilirse, “inananlar ” değil, bütün “insanlar”dır. Onların bir ailenin bireyleri oldukları ve milletler, kabileler ve aileler halindeki ayrılıkları, birbirlerinden soğumalarına ve uzaklaşmalarına ya da düşmanca duygular taşımalarına sebep olmamalıdır.
Bu geniş kardeşlik dünyasında birinin diğerine üstünlüğü, maddî güç-kuvvet, milliyet, zenginlik, rütbe ve benzeri şeylere değil, sâdece ahlâkî yüceliğe dayanır ve dayanmalıdır; çünkü bütün insanlık, aynı kaynaktan gelmiştir ve görevimiz, sınırsız eşitlik temellerine dayalı özgür düşünce ortamı içinde adâlet, iyilik, güzellik, hoşgörü ve dayanışmayı gerçek kılacak insanî değerleri yüceltmek ve onları geliştirerek yaşanır kılmaktır ve’s-selâm v’Allāhu a‘lem bi’s-sevāb…
[1] İ. Güler, Sabit Din Dinamik Şerîat, Ankara: Ankara Okulu Yay. 2002², 9-37.
[2] Krş. N. Calder- M.B. Hooker, “Shariah”, EI², IX, 321(CD-ROM Edition).
[3] “Bilmiyor musun ki, Allah’ın resûlleri –Allah hepsine salât ve selâm eylesin- muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resûlün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resûl kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki resûlün şeriatına uymaktan nehyediyordu; zira resûllerin şeriatları çok muhteliftir. Bundan dolayı, Allah, Kur’an-ı Kerîm’de “Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı” (Maide 5/48) buyurmuştur. Allah, bütün peygamberlere tevhid demek olan dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de ayrılmamalarını emretmiştir. “O, size, dinden Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve ondan ayrılığa düşmeyin diye, kanun yaptı.” (Şûrâ 42/13). “Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Ben’den başka hiçbir ilâh yoktur, ancak Bana ibadet edin’, diye vahyetmiş olmayalım” (Enbiya 21/15), “Allah’ın yarattığı değiştirilmez, en doğru din budur” (Rum 30/30). Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zira birtakım şeyler bazı insanlar için helâl iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır. Birçok emir vardır ki, Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde, şeriatler çok ve muhteliftir. Şeraitler, farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün nehyettiklerinden kaçınmak din olsa idi; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi bir şeyi işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kâfir olmuş olurdu. Bu durumda kâfir olan kimsenin de Müslümanlarla kendi arasında cereyan eden nikâhlanma, miras, cenazesinin peşinden gitmek, kestiklerini yemek ve benzeri hususlar ortadan kalkmış olurdu. Oysaki Allah, mü’minler arasında can ve mallarının korunup haram kılınmasının sebebi olan îman dolayısıyla bu hususları farz kılmıştır. Allah, mü’minlere farz olan şeyleri, onların dini kabul etmelerinden sonra emretmiştir: “İman eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar.”(İbrahim 14/31) “Ey îman edenler, size kısas farz kılındı…” (Bakara 2/178), “Ey îman edenler, Allah’ı çok anın…” (Ahzab 33/41) âyetleri ve benzerleri bu hususu belirtmektedir. Eğer farz kılınan şeyler bizatihi îman olsaydı, Allah o amelleri işleyinceye kadar kullarını mü’min olarak isimlendirmezdi. Oysa ki Allah, îman ve ameli ayırmıştır. “Îman eden ve salih ameller işleyenler…” (Asr 103/2vd.), “Hayır, kim muhsin olarak îmanıyla bütün varlığını Allah’a teslim ederse…” (Bakara 2/112), “Kim de mü’min olarak âhireti diler ve onun için çalışırsa…” (İsrâ 17/19) âyetlerinde îmanın amel olmadığı tesbit edilmiştir. O halde mü’minler, îmanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacceder ve Allah’ı zikrederler. Yoksa namaz, zekât, oruç ve haccetmekten dolayı îman etmiş olmazlar. Bu onların îman ettikten sonra amel işleme durumlarını ortaya koyar… Bkz. İmam Âzam’ın Beş Eseri: El-Âlim ve’l-Müte‘allim, çev. Mustafa Öz, İstanbul 1992, 12–13.
[4] Krş. Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık (İslâm Eğitim Tarihinde Fikrî Bir Geleneğin Değişimi), çev. Alpaslan Açıkgenç-M.Hayri Kırbaşoğlu, Ankara: Fecr Yayınevi 1990; Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, İstanbul: Pınar Yay.1990; aynı yazar, İslâm’ın Va’dettikleri, çev. S. Akdemir, İstanbul: Pınar Yay.1984; aynı yazar, Entegrizm, çev. K.Bilgin Çileçöp, İstanbul 1995; E.R.Fığlalı, Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler, 2001; aynı yazar, Günümüz İslâm Mezhepleri, İzmir: İzmir İ.F.V.Yay. 2008, 37 vd.
[5] Krş. M.A. Shaban, Islamic History: A New Interpretation, I, Cambridge 1971, s.15. Ayr. krş. Hamid Dabaşî, Peygamber’in Gelişinden Emevî İdaresine Kadar İslâm’da Otorite, çev. Süleyman E. Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları 1995, 15 vd., 39 vd., 63 vd., 83 vd.
[6] Smith, “The Concept of Shari’a Among Some Mutakallimun”, Arabic and Islamic Studies in Honor of Hamilton A.R.Gibb, ed. George Makdisi, Leiden 1965, 586, 590’dan İ. Güler, aynı eser, 29–30.
[7] Bkz. Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar. IV, Ankara: Semih Ofset 1995, 84–104.
[8] Süleyman Uludağ, “Osmanlı ulemasının eserlerini, şerhlerini ve haşiyelerini medreselerde çağlar boyu okutmuş olduğu müelliflerden hiç biri Maturidî mezhebinden değildir… Osmanlı uleması ismen Maturidîdir, ama aslında ve hakikatte Eş’arîdir…” dedikten sonra Osmanlının Eş’arî oluşunu da şöyle açıklar: “İlk defa medreseleri kurmuş olan Nizamulmülk’ün Eş’arî olması, yaptığı ve açtığı “Nizamiye Medreseleri’nde Eş’arî âlimlerini görevlendirmesi [Rektörlüğüne Gazzali atanmıştı. İ.G.] bu geleneğin Büyük Selçuklu Devleti’nden sonra Anadolu Selçuklu medreselerinde de aynen devam etmesi, Osmanlı medreselerinin ve ulemasının bu ilim ve eğitim geleneğinin dışına çıkamamasında etkili olmuştur.” Kelam İlmi ve İslam Akaidi, İst.1980, 23, 34’ten İ. Güler, aynı eser, 26, 27.
[9] Nadim Macit, Dünya Kurmak: Eylem ve Değişim –İslâm Dünyasının Geleceği-, Ankara: Berikan Yayınevi 2009², 521. Bu konuda ayrıca krş.: N.Macit, Küresel Güç Politikaları: Türkiye ve İslâm, Ankara: Sarkaç Yayınları 2011 (4.Bs.).