Yükleniyor...
Okuduklarımızın yazdıklarımızı etkilediği kesin. Bunu açıklamaya gerek yok. Fakat yazdıklarımız da okuduklarımızı belirliyor. Bu o kadar açık değil. Anlatayım.
Şimdi ben, köşe yazmaya çalışıyorum. Bu muhakkak elimdeki zamandan bir şeyler çalıyor. Herhâlde pek velud bir yazar değilim ki haftada iki köşe, benim yaklaşık dört günümü alıyor. (Not: “Velud” doğurgan demek. Eser verenler için kullanılır. Üretken falan yazabilirdim ama doğrusu bu kelime.) Bu, dört gün boyunca yazı yazdığım anlamına gelmez. Fakat hazırlığı, sonra düzeltmesi, sonra tekrar düzeltmesi… Yazmaya yeni başlayanlar bir yazının bir kerede yazıldığını zannedebilir. Yazarın kabiliyetine göre iki, üç diye gider bu sayı. Benim gibi çok hata yapanlar üç defa yazar. Sonra yazı yayımlanınca da bir bakıp, daha önce atladığı hataları görüp, “Hay Allah!” der.
Bir de bilgisayarın başında değilken- eskiden daktilo başında değilken- aklınıza gelenleri zapt etme problemi vardır. İnsanın aklından gün boyunca yüzlerce düşünce geçer. Köşe yazıyorsanız bunlar arasında, yazı olacakları yakalayıp sıkı sıkı tutmanız gerekir. Tutmazsanız, bittecrübe sabittir, uçar, gider; kaybolurlar. “Neydi o müthiş fikrim?” diye kıvranıp durursunuz. Gerçekten de hiç olmazsa bende, köşe yazmanın en güç yönü okuyucunun da sevip ilgileneceği konuları bulmaktır. İşte o düşünce akışlarını kaçırmamak için on yıllar önce küçük bir not defteri ve kalem taşırdım. Şimdi bunun yerini akıllı telefon ve bugünlerde Google’ın “Keep” notları aldı. Oraya aldığınız notları hem bilgisayarınızda hem tabletinizde görebiliyorsunuz.
Demek ki köşe yazıyorsanız bir kitaba kapanıp bir hafta boyunca sabahtan akşama onu okumanız mümkün değil. Kitabın başından kalkıp fıkrayı yazmak zorundasınız. 1970’lerde sosyalist devrim nöbetine kapılmamış, hâlâ aklı başında birkaç akademisyenden biri, gerçek bilim adamı, sevgili dostum rahmetli Erol Güngör de yazmanın zamanından çalmasından yakınırdı. Bir gün kendisinden Töre’ye yazı istediğimizde, o muzip tebessümü ile, “Böyle giderse dünyada okuduğundan çok yazan ilk insan olacağım!” demişti.
Rahmetli Tarık Buğra da aynı hâlden şikâyetçiydi. O günün diliyle, “Fıkra yazmak sanatı engelliyor mu?” diye sorduğumda, “Kesinlikle!” diye cevap vermişti. O, “fıkra” yazacağına birkaç Küçük Ağa, birkaç İbiş’in Rüyası daha yazmak isterdi.
Fakat köşe yazarlığının ve “kurgu dışı” kitap yazarlığının sıkıntısı zamana el koymasından ibaret değil. Köşe yazmanın getirdiği bir başka sınırlama daha var: Ne yazarsanız onu okuyorsunuz. Geçen yılın sonuna doğru, “Öfke mi aptallıktan, aptallık mı öfkeden?” başlıklı yazımı düşünürken – yine – ta 1978’den kalma bir bilim kurgu romanını hatırlamıştım. Arthur Herzog’un, IQ 83’ünü. Romanda bir virüs, dünyanın zekâ ortalamasını 83’e düşürüveriyordu. Aptallaşan insanlarda en açık belirti öfke ve kavgaydı. Trafikte, evde, sokakta… Yazımı hazırlarken bu eski romana bir göz atayım dedim ve 300 sayfaya yakın eseri bir günde okuyup bitirdim. (Yalan olmasın: Bir öğleden sonra başlayıp öbür öğleden sonra bitirdim.) Virüs vs. ayrıntısını bu ikinci okuyuştan sonra hatırladım tabii.
Bu okuma, bazı şeylere gözümü açtı. Bir kere ne göreyim, ben on yıllardan beri roman okumamışım! Bir zamanlar, haftada iki roman okuyan, hele 1960’ların, 1970’lerin hiçbir bilim kurgu eserini kaçırmayan, hikâyeleri iki farklı bilim kurgu dergisinden izleyen ben, edebiyatla ilişkimi kesmişim! Varsa yoksa popüler sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve daha birçok “oloji”. Bir miktar da tarih tabii. Fakat hiç “kurgu” yok! Dediğim gibi, ne yazarsanız onu okuyorsunuz ve okuma dünyanız daralıyor.
Bir şeye daha uyandım. Edebi eserler daha çabuk okunuyordu. 300 sayfalık bir popüler sosyal bilim kitabını bir günde okuyamazdım. Bu, yazarına göre bir hafta veya haftalar sürebilirdi. Edebiyatta, tam tersine, öyle bir romanı birkaç haftada okumak olmaz. Çünkü roman sizi alıp kendi dünyasında yaşatır. Bu da taksitle yapılabilecek bir iş değildir. Ne lütuftur ki iyi bir roman, kendisini tam-gün okumanızı kolaylaştırıyor. Unuttuğum bu okuyuşu bu yıl, Emine Işınsu Roman Ödülü’nün güçlü eserlerinde tekrar keşfettim. Ödülün sahibi Ülkü Demiray’ın, Cümbezin Kızı’nı ve mansiyon diyebileceğimiz Üzeyir Karahasanoğlu’nun Gece Hep Gece ve Özlem Kıvanç Kurt’un Serin’ini. Bunları da bir, en fazla üç günde okudum. Cümbezin Kızı zaten bir mensur şiir gibi. Önümüzdeki aylarda okuyucuyla buluşacak.
Harp ve Sulh gibi destansılar istisna, roman birkaç gün içinde okunup bitirilmeli. Yoksa romanın kurduğu dünya incelir, dağılır, uçar gider. Romancı tabiidir ki romanı birkaç günde yazamaz. O, kurduğu dünyayı aylar boyunca zihninde ve yüreğinde tutabilmelidir. Onun ustalığı, sihri budur işte. Romancılar destanları anlatan âşıkların, onlar da şamanların çocuklarıdır. Soyları mağarada, ateş başında masal anlatan büyükannelere, kurt dedelere, insanlığın doğuşuna kadar uzanır.
Okumanın, yazmanın geleceği ne acaba? Bu nasıl soru demeyin. Roman da köşe yazısı da görece yeni türler. Roman taş çatlasa iki-üç asırlık. Fıkra = köşe yazısı daha da yeni olmalı. Acaba gelecek neler getirecek? Bu ciddi bir sorudur. Cevabını bilmiyorum. Bildiğim bir şey var: Gelecek farklı olacak.