İnternetime dokunma buzz!

 24.05.2011   İnternetime dokunma eylemi Türkiye’de internet üzerinden teşkilâtlanan en büyük eylemdi. Kendiliğinden böyle bir eylemi düşündükleri, başarıyla planlayıp gerçekleştirdikleri için bu insanları kutlamak isterim. Fakat o eylemcilerin Bilgi Teknolojileri Kurulu’nun protesto ettikleri kararında böyle celallenecek bir şey olmadığını söylersem ayıp etmiş mi olurum? Geçen Pazar, Türkiye’nin 31 şehrinde “İnternetime dokunma!” yürüyüşü yapıldı. Bu, Türkiye’de internet […]


Paylaşın:

 
24.05.2011 
 
İnternetime dokunma eylemi Türkiye’de internet üzerinden teşkilâtlanan en büyük eylemdi. Kendiliğinden böyle bir eylemi düşündükleri, başarıyla planlayıp gerçekleştirdikleri için bu insanları kutlamak isterim. Fakat o eylemcilerin Bilgi Teknolojileri Kurulu’nun protesto ettikleri kararında böyle celallenecek bir şey olmadığını söylersem ayıp etmiş mi olurum?

Geçen Pazar, Türkiye’nin 31 şehrinde “İnternetime dokunma!” yürüyüşü yapıldı. Bu, Türkiye’de internet üzerinden teşkilâtlanan en büyük eylemdi. Kendi kendilerine durumdan vazife çıkaran, çoğunluğu genç insanlar, birbirlerine danışarak hazırladıkları son derece yaratıcı, cıvıl cıvıl pankartlarla protestolarını planladılar ve gerçekleştirdiler. Kendiliğinden, parti veya yer altı veya yer üstü teşkilatı falan olmadan böyle bir eylemi düşündükleri, başarıyla planlayıp gerçekleştirdikleri için bu insanları kutlamak isterim. Niçin kutlamak isterim? En azından, dünyayı değiştirebileceklerini, çevrelerine etki yapabileceklerini düşünüp bu düşünceyi eyleme döktükleri için. Ben bir kişiyim, gitsem ne olacak, gitmesem ne olacak demedikleri için. Artık klişe hâline gelmiş “bu deniz yıldızı için fark etti” hikâyesinin ruhuna uygun davrandıkları için. Ve bence, Hazreti Peygamber’den nakledilen “İmanın kırk çeşidi vardır, en basiti, yoldaki taşı kaldırmaktır” sözüne uydukları için.

Bütün bu tebrik ve övgülerden sonra, o eylemcilerin Bilgi Teknolojileri Kurulu’nun protesto ettikleri kararında böyle celallenecek bir şey olmadığını söylersem ayıp etmiş mi olurum?

Hizmet çeşitleniyor

22 Ağustos’ta yürürlüğe girecek karar, İnternet Servis Sağlayıcıları (İSS) için emredici.  Abonelerine dört farklı İnternet paketi sunmalarını ön görüyor: Standart, çocuk, aile ve yurt içi. Birincisi hâriç son üçünde bazı sitelere girmeyi engelleyecek filtre var. Standartta yok. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) bu kararı, İSS’lerin müşterilerine sunmakla yükümlü oldukları bir hizmet şeklinde planlamış. Bu “hizmet”i istemeyenler standart paketi seçecekler ki bunun bugünkü uygulamadan farkı yok. Kullanıcı istediği zaman, kendisine verilen şifreyi kullanarak bir paketten diğerine geçebilecek. Yanılmıyorsam birçok İSS buna benzer filtre sistemlerini zaten sunmaktaydı. “İnternetime Dokunma” eylemini destekleyen internet dırdırında (hani “buzz” deniyor. Türkçesi henüz çıkmadı. “Dırdır “ teklifimdir) yasaklanan sitelere DNS değiştirerek, tüneller, proksiler, VPN’ler kullanarak girmenin de 22 Ağustos’tan sonra cezalandırılacağı söylenmekteydi. Bunun kesinlikle aslı olamaz, çünkü vatandaşlara ceza ancak kanunla ihdas edilir ve BTK’nın böyle bir yetkisi yoktur. En iyisi siz, “İnternetin Güvenli Kullanımına Dair Usul ve Esaslar” başlığını Google’layın ve işin aslını aslından okuyun.

Peki, bütün bu gürültü yanlış anlamadan doğmuş bir hatadan ibaret miydi? Hani kalabalıkların hikmeti? 31 şehirde on binlerce kişi yanlış mı yaptı? Hayır, sanmıyorum. BTK kararı bardağı taşıran damlaydı ve binlerce sitenin yasaklanmasına duyulan tepkinin patlamasında yanlış mazeret oldu.

İnternet’i önce hiç algılamadık.

Bu anlaşılır bir hataydı. Telgrafın yaygınlaşması 1877-78 Türk-Rus harbine (93 Harbi) tesadüf eder ve tabi, harbin başlangıcındaki Plevne Muharebesi’ne. İlk defa bu harpte gazeteciler günü gününe haber geçmişler, gazeteler savaş haberlerini o muharebe tarih olmadan yayınlayabilmişlerdir.  Ve son defa… Çünkü ne Ruslar ne de biz, harp muhabirlerine sansür uygulamayı akıl edebilmiştik. Sansür bundan sonraki harplerde uygulanacaktır.

İnternet’i sonra yanlış algıladık.

İnternet’in ilk günlerinde İnternet Kafe Kanunu çıkarma girişimleri vardı. İnternet’in hanelere penetrasyonu yüzde 50’ye varırken bu gündemden düştü galiba. Sonra İnternet’i bir cins gazete veya televizyon sandık ve Basın Kanunu’yla kontrol altına almaya çalıştık. Sonra engellemeler başladı. Birkaç video için Youtube’u, bir blog için Blogspot’u yasakladık. Bu hareketler, meselâ birisi telefon açıp sağa sola küfrediyor diye Türkcell’i veya Türk Telekom’u kapatmaya benziyor. Mahkemeler, “biz kanunu uyguluyoruz” diyor. Gerçekten kanunlarımız bu kadar teknoloji cahili midir? Hâkimlerimizin karar alanı bu kadar sınırlı mıdır? Hiç takdir marjları yok mudur?

Yeni bir teknolojiyi eskilere benzetmek anlaşılır bir hatadır. İnsanlar, sinemayı tiyatronun yeni bir şekli, televizyonu da sinemanın yeni bir şekli sanmışlardır. Hâlbuki gerek kullanılışı gerekse— çok daha önemlisi— topluma tesiri açısından bu benzetmeler büyük hatalar taşır. Televizyon ABD’ye Vietnam savaşını kaybettirmiştir. Sinema veya tiyatronun böyle bir tesiri düşünülemez. İnternet, rejimleri ve devletlerin başındaki “güçlü adam”ları deviriyor. Bunu beceren televizyon veya gazete var mı?

İlk kitlesel iletişim teknolojisi

İnternet daha önceki iletişim teknolojilerinden hiç birinin yeni bir şekli değildir. İnternet ilk “kitlesel iletişim” teknolojisidir. Bu ne demek? Telefon “iletişim” yapar ama “kitlesel” değildir. İki bilemediniz birkaç kişiyi karşılıklı konuşturur. Radyo, televizyon, gazete “kitlesel iletişim” yapmaz mı? Yapmaz. Bunlar “kitlesel” ama yaptıkları “iletişim” değil. Sinema, kitap, gazete, televizyon… Bunlar kitlelere bir şeyler iletir. Kitlesel “iletim” kanallarıdır. İletişim değil. Gazetede gazete muhabirinin, yazarının, gazete mutfağının size sunduğunu okursunuz, görürsünüz. Televizyonda da televizyon şirketinin mutfağının. “Okuyucu köşeleri” ve “canlı bağlantı”lara rağmen temelde iletişim değil, iletim vardır. Onlardan size. “İletim” tek yönlü bir fiildir.

Halbuki İnternet, hele sosyal ağ denilen, Web 2.0 denilen hâliyle hakkıyla hem kitleseldir, hem de iletişimdir. Youtube’ün, Facebook’un, Twitter’in yayıncısı ile tüketicisi birebir aynı insanlardır. Bunların içeriğini kullanıcısı üretiyor. Ne gazete, ne radyo ne de televizyonda bu özellik vardır. Kitle kitle olalı böyle iletişim görmedi! “İletişim” dönüşümlü bir fiildir. “Hem okudum, hem de yazdım” demektir!

İnternetle başımız belada!

Yanlış anladık, doğru anladık… Bir gerçek var ki heybetle karşımızda duruyor. İnternetle başımız belada ve uyguladığımız yasaklamalar, sınırlamalar bizi İran, Suudî Arabistan ve Çin ile aynı lige sokuyor. Bunda bir terslik var.

Kırk yıl önce, “Bu televizyon bir belâ… İnsanımızı nasıl koruyacağız?” deniyordu. Otuz yıl önce, “Bu video bir bela…” lâflarını duyardık. O televizyondan, videodan korumak için endişelendiğimiz gençler şimdi ihtiyarlamışlar, oturmuşlar kendi gençleri için, “Bu İnternet bir belâ… İnsanları nasıl koruyacağız?” diye konuşuyorlar.

1980’li yıllar biterken İstanbul’da, “Dördüncü Milliyetçiler Büyük Kurultayı” toplanmıştı. İlgili komisyonda uzun uzun “ne olacak bu televizyon, ne olacak bu video” tartışıldıktan sonra şu doğru sonuca varılmıştı: “Televizyon ve video nötr vasıtalardır. Siz içine ne koyarsanız ona hizmet eder. Yapmamız gereken iyi şeyler üretip bunların içine koymaktır. “

Bu İnternet için de geçerlidir. İnternet nötrdür. Siz içine ne koyarsanız ona hizmet eder. Yapmanız gereken iyi şeyler üretip onları İnternet’e koymaktır. Doğru… Fakat kâfi değil. Asıl yapılacak şey, iyi şeyleri korumak istediğimiz o çocukların içine yerleştirmektir. İşte bizi ve İran’ı ve Çin’i ve Suudi Arabistan’ı dünyanın geri kalanından ayıran bu! Demek bizim kendi insanımıza itimadımız yok ki bir fiskede yanlış yola sapacağından, bir bakışta mahvolup gideceğinden endişeleniyoruz.

Bu bahsettiğime İslâmiyet’te takva deniyor. Korunma diye tercüme edenler de var… En iyisi kendi adıyla, “takva” diye bırakmak ama manasını iyi anlamak. Takva dışınıza giydiğiniz bir zırh değil; içinize giydirdiğiniz bir zırh. İsterseniz buna şahsiyet deyiniz, ahlâk deyiniz. Yasakların dışında, sansürlerin dışında kişilik sahibi insanı kötülükten koruyan, kimse görmese, duymasa bile koruyan zırh. İşte biz kendi insanımızda bunun eksikliğinden endişeliyiz.

İnsan ne zaman yetişkin olur? Basitleştirilmiş hikâye şöyledir: Anne, çocuğun elinden tutmuş, kavşağa gelmiştir. “Dur!” der çocuğa, “kırmızıda geçilmez”. Bu defalarca tekrarlanır… Çocuğun, çocukluktan çıkıp yetişkin olması, yanında, elinden tutan annesi yokken de içinden bir sesin, “Dur! Kırmızıda geçilmez!” dediği andır. Buna isterseniz şahsiyetin, isterseniz takvanın teşekkül ettiği an diyebilirsiniz. Anne, baba yokken de kırmızıda durmak. Trafik polisi – veya şimdilerde kamera-yokken de kırmızıda durmak! Takva ve ahlâk asıl kimse görmezken yapılan veya yapılmayandır. Başkalarına, ama daha önemlisi kendine de yalan söylememektir. Bu şahsiyettir. Bunlar yoksa şahsiyet yoktur.

Suudî Arabistan’da geçirdiğim altı yılın birinde, arkeologlar bir kazıda küçük heykelcikler keşfetmişlerdi. Sonra haberlerde öğünerek bu heykelciklerin başına gelen anlatıldı. Mutavva denilen dinî polis, derhal kazı yerine çökmüş ve tarih öncesine ait heykelleri tek tek kırmıştı. Çünkü onlar puttu! Bakınız, bunlar dünyanın yüzde doksanında put değildir; arkeolojik buluntudur… Hatta sanat eseridir. Ama sizin içiniz hâlâ put aramaktaysa veya gençlerinizin bu putlara bakıp sapmaları mümkünse onlar sizin için gerçekten puttur. Amerikalı profesör arkadaşım, öfkeyle konuşmuştu: “İki çarpık çurpuk heykeli görünce insanlar derhal onlara secde edecek demek! On dört asırlık din, on dört asırlık kültür bir anda uçup gidecek… Öyle mi?”

Fıtrata filtre uygulamak…

Birkaç yıl önce Afganistan’da Taliban’ın Buda heykellerini tahrip ettiğini hatırlarsınız. İçleri zayıfmış ki onlardan da bir tehdit görmüşler. Afganistan bin yıldır Müslüman’dır. Hazreti Mevlâna’nın doğduğu yerdir. O heykeller o Müslüman bin yılda orda değil miydi? Niçin bin yıldır kimseyi rahatsız etmedi de şimdi tehdit oldu ki?

Youtube galiba Atatürk’e hakaret edilen videolar yüzünden yasaklanmıştı. Atatürk veya milliyetimiz veya dinimiz… Bizim gençlerimiz, yaşlılarımıza Atatürk’e, Türklüğe, dinimize hakaret eden bir blog, bir video, bir resim; her ne ise; gördüklerinde bu bizde gerçekten yıkıcı bir tesir yapıyorsa başımız ciddî dertte demektir. Yok, yapmıyorsa, bırakın it ürüsün, kervan yürüsün. Washington’a, Napolyon’a, Hazreti İsa’ya hakaret eden videolar, yazılar Amerikanları, Fransızları, Hıristiyanları mahvediyor, milliyetten, dinden mi çıkarıyor?  Bu fikirlerimin bir tek istisnası var: Çocuklar. Özellikle pornonun çocuklar üzerinde travmatik etkisi bilinir. Onlar için anne-babanın kolayca ulaşabileceği bir filtre hizmeti sunulmasında geç bile kalındı diyebiliriz. Gerçi bazı İSS’ler böyle filtreleri, mevzuat zorlamazken de sunuyorlardı.

Fakat insanımız içi takvayla zırhlanacak yaşa geldikten sonra sansürdü, yasaktı, filtreydi… Beyhudedir. Değilse, sizin bütün cemiyetinizde ölümcül hastalık var demektir. İnsanınız şahsiyetsiz demektir. Eğer öyle ise, hiçbir filtrenin yararı olamaz.

Hepinizi, Facebook’taki Sansüre Sansür Grubu’na, bu grubun sansuresansur.org sitesine beklerim. Karşınıza çıkacak “Bu siteye giriş kendi kararıyla engellenmiştir” esprisine aldanmayın ve kapıyı tıklayıp girin.
 
 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar