Nasıl da mağrurdu… Nasıl da kurnaz, nasıl da acımasızdı… Yanında büyük bir saygı ile duran adamlarına göz ucuyla baktı. Hepsi de çok iyi yetişmiş, iyi düzen kurucu, birlikte çalışmayı çok iyi bilen komutanlardı.
Sonra Irmağın yanındaki ovaya yerleşmiş askerlerine baktı. Düşündü: “Yüz bir çeriye hükmeden bir baş komutanım ben. Bu orduyu kim yenebilir ki? “
Komutanları da adama baktılar. Nasıl da asil ve cesur duruyordu. Zırhından çizmelere, kılıcından, kalkanına kadar görkemli bir görünüşü vardı. Şimdiye kadar girdiği bütün savaşları neredeyse hinlikle kazanmış, savaşmayı çok iyi bilen bir cengâverdi o. Aslına bir hilekârdı, bir kaygan zemin adamıydı, bir istilacı idi…
Karşılarındaki ordu sayıca azdı. Ama çok farklı savaş usulleri vardı. Komutanları genç sayılan esmer bir adamdı. Kısa kesilmiş sakalı, beyaz elbisesi ve sarığı ile askerlerinden pek de farkı yoktu. Uzun bacaklı, güzeller güzeli atının üstünde ileriye bakıp mırıldandı:
“-Allah bizimledir, Yüce Rabbim elbette bizi yalnız bırakmayacaktır.”
Kara gözleriyle ufku taradı. Karşı taraftaki kalabalığı gördü. Bütün kalbi ile dua etti:
“-Ya Rabbi, bizi muzaffer kıl. “
Kalabalık ordunun mağrur başkomutanı bu duayı duymuş gibi kibirle gülümsedi:
“-Sen mi yardım sözü verdin bu askerinle, dedi. Bu savaşın sonunda bütün dünya kapılarını bize ardına kadar açmaya mecbur kalacak! ”
Ve… Saldırı işareti verdi. Askerleri çekirgeler gibi üşüştüler karşı tarafa. Kıran kırana bir savaş başladı! Kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, nara sesleri arasında inlemeler ve haykırışlar yeri göğü inletmeye başladı. Kopan kafalar, yerlere serilen askerlere bakmaksızın iki ordu kıyasıya dövüşüyordu.
Kara gözlü, beyaz elbiseli adamın ordusundaki askerler canını dişine takmış, ölümüne savaşıyordu. Ama karşı taraf öylesine çoktu ki.
Lâkin…
Bu savaşı gören bir yiğit daha vardı, elbette ordusuyla birlikte. Küçük bir tepeciğin üzerindeydi.. Dim dimdik vücuduyla, uzun yeleli, çok güçlü, bir o kadar da zarif görünen atıyla efsanelerden çıkıp gelmiş gibiydi. iki orduyu dikkatle seyrediyordu.
Temmuz rüzgârında dalgalanan uzun, siyah saçları omuzlarını aşmıştı. Kırk yaşlarında görünüyordu. Değirmi yüzlü, iri badem gözlü, beyaz tenli idi. Dudak kıyılarından aşağı inen siyah bıyıkları ve seyrek kısa sakalı, geniş omuzları ile pek heybetli idi.
Önce saf saf dizilen, beyazlar giyinmiş orduyu seyretti. Birbirlerine sımsıkı kenetlenmişlerdi. Ölümden endişeleri yok gibiydi. Belli ki ölümsüzlüğü baş tacı etmişlerdi.
Kalabalık orduya bakıp düşündü: “ Kibirli, kurnaz başkomutan! Ezeli düşman! Kardeşi kardeşe kırdırttın! Sonra bizi tek tek avlamaya başladın. Kendine çok güvenirsin değil mi? Şimdi seni ve imparatorunu durdurma zamanıdır. Mazluma yardıma gelen ve bu zalimle canla başla savaşanlara yardım etmek gerek. Bize de bu yaraşır! Bizim, Tanrı için yardıma gelmiş, yardım için saf tutmuşların yanında gerekirse uçmağa varmamız, safları sıklaştırmamız gerek!”
Elini kaldırdı… İndirmesiyle birlikte savaşanlara tam ters yönde hareket eden atlılar kalabalık orduyu arkadan sarmaya başladılar.
Beyaz elbiseli adam kısa bir müddet sonra bu durumu fark edip düşman ordusundaki dalgalanmayı gördü. Sevinçle gülümsedi. O tarafa bakarak bağırdı:
“-Türkler! Karluk Türkleri! (1) Yardıma geldiler! Allah’ım, sana şükürler olsun!”
Kalabalık ordunun mağrur başkomutanına da adamları haberi getirdiler. Sarı ve yusyuvarlak yüzü bembeyaz oldu kibirli ve sinsi adamın. Farkında olmadan konuştu:
“-En iyi cengâverleri arkaya gönderin! Türkleri durdurmamız şart! Yoksa mahvoluruz!”
Ama…
Ama Kader ağlarını örüyor, beş gün süren , çok çetin ve kanlı olan bu muharebede Türklerin yaman savaş taktikleri ile 100 bin kişilik dünyanın en güçlü ordusu perişan ediliyordu!
Evet…
Yıllardan yıl 751 yılı idi…
Aylardan Temmuz ayı…
Yer, Talas Irmağı kıyıları…
Kalabalık ordu Çin ordusu, baş komutanı Kao Şien-Çe idi. (2)Son derece hırslı, son derece kurnaz olan bu komutan kimi kaynaklara göre Kuça valiliği sırasında Taşkent ’de sefer yapmış, burada hüküm süren Türkeş Kağanı Bağatur Tudun’u hile ile esir edip öldürmüştü.
Bu sefer Çin’in başında bulunan Tang sülalesine mensup İmparator Hivang- Çang’ın dünyayı istila etme hedefinin küçük bir adımı idi. (3)Türkler daima bu hedefe engel olmuşlardı.
Ama… Çin kurnazlık ve hile konusunda hakikaten inatçı siyaset izliyor, büyük bir sabırla, kuşaklar sürecek düzenlerle, gerektiğinde çok yakın dost görünerek en büyük düşman kabul ettiği Göktürk asilzadelerini birbirine düşürüp bölüyor, bu bölünenleri zayıf av haline getirdikten sonra istila ile katlediyordu.
Göktürk imparatorluğunu işte böyle kurnazlıklarla parçalamış, bu müthiş Türk İmparatorluğuna bağlı boyları birbirine düşürmüştü… Birbirine savaş açan ve benlik iddiasına giren boylar artık Çin için kolay lokma idi. (4)
Ama Çin’in hiç sevmediği bir gelişme meydana gelmiş, Müslümanlar Orta Asya’da ilerlemeye başlamıştı. Ol bu sebeple istilayı hızlandırmak gerektiği kanaatine varan İmparator Hivang- Çang hemen kolları sıvamıştı. Zira İmparatorun en büyük emeli ebedi olarak Türk coğrafyasının tamamına yerleşmek ve bir daha çıkmamak, dünya siyasetinde tek güç olmaktı. İşte bu büyük ve güç hedefin önemli bir bölümü olan Taşkent’e yapılan seferdi. Bu seferle güzelim Türk şehri yağmalanmıştı.
Taşkent Kağanın oğlu canını zor kurtarıp kaçmış, Horasan Valisi ile diğer Türk boylarından yardım istemişti. Lâkin kendi dertleri ile meşgul olan Türk boylarından yardım gelmemişti.
Ancak Yüce Allah’ın Türk’e bahşettiği o muhteşem kaderdeki en önemli ve en sırlı dönüm noktalarından birinin şartları hızla oluşuyor, ceberut Emevi Hanedanının sona erişinde, Abbasilerin başa geçmelerinde çok büyük rol oynayan ve aslen Oğuz Türkü olan, Azerbaycan’da doğan Horasan valisi Ebu Müslim Horasani bu şehzadeye yardıma karar veriyordu.
Yani Yüce Rabbin Saffat Suresinde (5) yemin ettiği saflar gibi saflar artık iyice berraklaşıyor, istilacı Çin’in karşısında samimiyetle yardıma gelenler tertemiz bir saf oluşturuyordu.
Ve….
İşte o beyaz elbiseli komutan Horasan’ın Abbasi valisi Ebu Muslim Horasani’nin komutanı Ziyad İbni Sâlih, (6) elbette ordusu da Horasan ordusu idi, onlar o tertemiz safların mensuplarıydı.
Uzatmayalım, kıran kırana geçen bu ünlü savaş Çin ordusunun hezimeti ile neticeleniyor, sonrasında Çin’de çok büyük isyanlar baş gösteriyor, belini doğrultabilmesi için çok zaman geçmesi gerekiyordu.
Yüce Allah, Müslüman Horasan ordusuna ve bu ordu ile birleşen, ama henüz Müslüman olmamış Karluklara ve Yağma Türklerine bu eşsiz zaferini yaşatıyor, Türklere dünya tarihini bir kere daha değiştirmeyi kader olarak hediye ediyordu. Neticede Karluklar devletini kuruyor, hızla Müslüman oluyor, yani safını Türk- İslam’dan yana seçiyordu. Neticesinde ünlü Karahanlılar tarih sahnesine çıkmaya hazırlanıyordu.
Yüce Allah yine bu necip millete muhteşem bir vazife verip baş rolü ona layık görüyor ve Talas Zaferi ile Türkler Çin’in Orta Asya’ya bin yıl boyunca yayılmasını önlemiş oluyorlardı.(7)
Evet…
Talas zaferiyle birlikte sağlam ve samimi safların sahibi olan Türkler Türk İslam dünyasına efsanevi ve efsunlu nice kapılar açarken safı hep sağlam tutmak gerekmiştir.
Saflar ne zaman gevşemiş, ne zaman aralara hin yabancılar sızmışsa Türkler büyük acılar yaşamışlardır.
Dünyada bu kadar destansı kültüre sahip olan, bu kadar güzelliklerle, iyiliklerle, adaletle ve kahramanlıklarla dolu gerçek tarihi bulunan başka bir millet yok ve bu kadar yaralanan, hırpalanan, yok edilmek istenen de…
Ne dersiniz, günümüzden misallere bakalım mı?
Bir destan kahramanı olarak anlatılacak olan Rauf Dentaş… Alah rahmet eylesin, kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olsun, Kıbrıs Türkünün büyük atası…
Bu muhteşem kahramanı destanlar öyle anlatacak. Hukuk mezunu idi, avukatlık yapıp İngiltere’ye yerleşebilir, hayatı çok farklı geçebilirdi. Ama o Türk tarihine geçmeyi tercih etti, yani safını dosdoğru seçti. O da Kür Şad gibi daldı o zorlu ve efsanevi hayatın ve Rum keferesinin içine.
Zaman geçip hainler ve hainlikleri, ahmaklar ve ahmaklıkları, gafiller ve gafillikleri ile tarihin tozlu sayfalarında yok olup giderken, gerçekler nurlarla bezenmiş olarak ortaya çıkacak, gelecek kuşaklar Kıbrıs destanını gözleri yaşararak okuyacaklar…
Niye mi? Rauf Denktaş da az ihanet görmedi… “Çav çav bella” cılardan tutun ana vatanda kimi yanlış saf seçenlere kadar arkadan hançerlediler. O yanlış safları seçenler Denktaş’ı ne çok üzdü…
Yanlış safı seçmek… Faturası batı Türklüğünü önce bölünme, sonra yok olma noktasına getirmek… Nasıl bir haldir bu?
Nasıl bir şeydir kendi safına ihanet etmek?
Aslında saflar belli! Emperyalist batı bir saf, haçlı seferlerinden bu tarafa Türk ve Müslüman coğrafyalarında kan döküyor, insanları birbirine kırdırıyor, Afganistan’dan Kıbrıs’a , Bosna’dan Irak’a kadar …
İnsanlar Arap baharı yaveleriyle birbirine boğazlatılıyor… Her türlü ayrımcılık kullanılarak önce halkın bir kısmı kışkırtılıp isyan için gereken ortam sağlanıyor. Emperyalist silahıyla kardeş kardeşi vuruyor, vurdurtuluyor…
Ambargolar uygulanıyor diz çöktürmek için… Misal mi: Kıbrıs harekatından sonra bize uygulanan rezil ambargo yüzünden ne çok sıkıntı yaşamıştık. Ama kefere devletlerin saflarından başka ne bekleyebilirdik ki?
Kefere safını seçiyor ve bundan da asla taviz vermiyor. İşte son misal: Yahudi anneli Sarkozy’ye bakın: Hiç de seçim yatırımı diye kimse gerçeği gizlemesin. Fransa haçlı seferlerinden beri safını asla değiştirmedi.
Evet… Biz de safımızı artık seçip “ La France, adieu!” diyebilecek miyiz? Yoksa bir “one minute” masalı daha mı var sırada?
Bakın Belçika’ya, Danimarka’ya, İslam düşmanı, safını çoktan seçti, yerini buldu…
Ve… Büyük oyunda bütün haçlılar tek saf olarak karşımızda.
Şimdi sıra İran’da, Suriye’de… El uzatamadığı İslam coğrafyalarını tek tek avlamaya çalışıyor.
Acaba safımız doğru seçiyor muyuz?
Yoksa Çinlilerin tuzağına düşen ve bu yüzden devletini zayıflatıp düşman tahriki ile isyan eden kimi Göktürk asilleri gibi miyiz?
Yanlış saf seçip Avrupa’nın her dediği yapılırsa Osmanlı kurtulur zanneden, yıkılma emareleriyle birlikte batmakta olan gemiyi terk eden fareler misali tası tarağı toplayıp Avrupa’ya kaçıp orada hicran içinde ölen ahmak ve gafil Osmanlı aydını gibi miyiz ?
İslam’a ihanet edip ABD ve Siyonist İsrail’in uşağı olan kimi Arap devletçikleri gibi yanlış safta mıyız?
Kendi safımıza ihanet mi ediyoruz, binlerce yıllık muhteşem kültürümüzü küçümseyip hatta inkâr mı ediyoruz?
“Türkiye’de ancak %3 Türk var “ deyip hainleri de geçen bir ahmaklığı itiraf edenlerle aynı safta olmak nicedir?
İran ile, Suriye ile niye bozuşuyoruz? Bu da kefere kaynaklı İran açılımı mı yoksa?
Oval Ofisteki o görüşmede mi karara bağlandı? Bu saf tercihi doğru saf tercihi midir?
Hani sıfır sorundu, ne oldu Ermenistan açılımı?
Keferenin önümüze koyduğu düzende kimin kanı akacak? New York’lu Boby’nin mi yoksa Hama’lı Mustafa mı? Kim kimi öldürüyor?
İslam ve Türk coğrafyalarında yapay olarak yaratılan belaların çözümü nedir? Çözüm, bu belayı başımıza saran emperyalist kefere ABD ve AB ‘nin maşası olup şu masum milletin başını büyük dertlere sokmak, sağlam duran Türkiye’nin temellerini kaydırmak mıdır?
Ah! Sahi ne oldu Piri Reis?
35 insanımızın ölümüne sebep olan yanlış ve kasıtlı verilen istihbaratın sahiplerine bir” one minute” demek yok mu?
Ne diyelim fikir ihsanı için dua etmekten gayrı, Yüce Allah Saffat Suresinde saflara yemin etmişken….
KAYNAKLAR
1 -T. Yılmaz Öztuna: Türkiye Tarihi I, Hayat Kitapları, 1963, s. 190-192
2-Prof. Dr. Osman Turan: Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken, 2010, İstanbul, s. 157
3-Dr Wolfram Eberhard: Çin Tarihi, TTK, Ankara, 1987, s. 187-250
4- Ahmet Taşağıl: Gök-Türkler I,TTK, 2003, Ankara 36-96
5-Kur’an-ı Kerim, Saffat Suresi, 1-182. Ayetler, Tefsir, IV cilt, DİB, Ankara, 2007, s. 518-562
6-Ord. Prof. Dr Zeki Velidi Togan: Umumi Türk Tarihine Giriş, Cild I, Enderun Kitapevi, İstanbul, 1981, s. 55
7- Ord. Prof. Dr Zeki Velidi Togan: a.g.e. s.55-71