Yükleniyor...
Semerkand’da Uluğ Bey Rasathânesi’ni görmek heyecan vericidir. Gerçi bugün elde kalan Rasathâne’nin çok küçük bir kısmı.
Semerkand merkezinden 5-6 kilometre kadar gidince Kuhek tepesi…. Çoban Ata da diyorlar.
1970 yılında ziyarete açılan Rasathâne külliyesi son derece itinalı yapılmış. Uluğ Bey’in heykeliyle girilen bir park. Biz oradayken gelin ve damatlar vardı. Aynı anda altı çift saydım. Tâzimle geliyorlar, Uluğ Bey’in heykeline yaklaşıyorlar, ellerindeki çiçekleri bırakıp başlarını eğip kısa bir dua ediyorlar. Çevrede akrabaları. Fotoğraflar, vidyolar çekiliyor.
Uluğ Bey… Timur’un oğlu Şahruh’un oğlu. Yani Emir Timur’un torunu. Asıl adıyla Muhammed Taragay. Babası Şahruh’un hükümdarlığı döneminde Semerkand merkezli Mâverâünnehir bölgesinin valisi idi. (1409-1447) Otuz sekiz sene. Semerkand’dan dünyaya bilim ışığının yayıldığı otuz sekiz sene. Keşke hep vali kalsaydı! Zira babası Şahruh’un ölümünden sonra tahta geçmesiyle birlikte büyük oğlu ile arasının açılması hayatının trajik sonunu getirdi. 1447-1449 arasında iki yıl hükümdarlık yaptı, oğlu onu tahttan indirdi, ölüm fermanını verdi. Hacca gitmek üzere yola çıkmıştı ki, Semerkand’ın hemen dışında öz oğlunun kiraladığı adam kafasını kesti.
Yazılanlardan anladığımıza göre Uluğ Bey dedesine çekmemişti! Seferlere çıkmak, ülkeler fethetmek, sınırlarını genişletmek onun esas “işi” değildi, kendisini bilime adadı. Bunu kendisi de açıkça söylemiştir: “İlmin hâkim olduğu bir ülkede, ilimle uğraşan bir kişi olmayı, hükümdarlığa tercih ederim.”
Yeryüzünün sınırlarından çok, gökyüzünün sınırsızlığıyla ilgilendi. Semerkand Registan Meydanı’nda yaptırdığı, zamanın en meşhur ilim yuvalarından biri olan medresesinde bile çini tezyinatta yıldız motiflerinin ağır bastığı görülür. Bugün Uluğ Bey adı bir devlet adamından ziyade bir bilim adamını çağrıştırır bize. Astronom, matematikçi… Medresesi ve rasathânesi Semerkand’a matematik ve astronomide bir altın çağ yaşatmıştır.
Külliyenin girişinde, oturmuş, bakışlarını size dikmiş Uluğ Bey’in cesim heykeli ile karşılandıktan sonra merdivenlerle tepeye doğru çıkıyorsunuz. Çok yüksek bir yer değil, yine de Semerkand’ın firûze kubbeleri, devâsa taç kapıları önünüze açılıyor.
Parkın bu üst kısmında şimdiye kadar görmediğimiz biçimde bir yapı… Yarı yarıya yere gömülü upuzun, tahminen kırk metre, yere yatmış silindirik bir yapı. Ayak bastığımız yerden bir metre kadar yüksekte taştan, tuğladan örülü çok geniş daire şeklindeki bir taban üzerine yerleşmiş, dairenin çapını hemen hemen kaplamış, iki ucunda iki çinili taç kapı, yere uzanmış simsiyah bir gövde… İşte rasathâneden kalan! Kapılar da belli ki sonradan ilâve edilmiş.
Onbeşinci asrın sonları ile onaltıncı asrın ilk yarısında Bâbür Şah’ın kaleme aldığı, devrini, çevresini anlattığı Babürnâme’den anlaşıldığına göre zamanında rasathâne üç katlı bir bina imiş. 46 metre çapında ve 30 metre yükseklikte. Bu gördüğümüz daire taban demek ki binanın -elbette yenilenmiş- temeli. Üzerinde silindirik yükselen üç katı hayal ediyorum. Yapılan kazılar da binanın şeklini ortaya çıkarmış. O üç kattan geriye kalan bu kısım eserin muazzamlığını gözler önüne seriyor. Taç kapının büyük olanından içeri giriyoruz. (Öteki uçta, küçük olan zaten pencereymiş). Taş duvarlar arasında, uzun ve dar dehlizde yarıya kadar yere gömülü görünen, taştan yay gibi dev bir ölçüm aleti. Gözümüzü alamıyoruz. Meridyen yayı biçimli bu dev alet silindirik binanın içinde yerleşikti. Uluğ Bey ünlü Zîc’ini bu aletle yaptığı gözlemler sonunda yazdı. Kaynaklar bu aletin astronomi tarihinde yapılmış, bu cins aletlerin en büyüğü olduğunu yazıyor. Fahri sekstant yahut Südüs-i fahri deniyormuş adına. “Südüs” ya da “sekstant,” her ikisi de “altıda bir” demek. Biri Arapça, biri Latince. Dairenin altıda biri büyüklüğünde olduğu için böyle adlandırılmış.
Teleskobun icadından 200 sene önce.
Galile’den 200 sene önce.
Türkolog ve şarkiyatçı Wilhelm Barthold, Uluğ Bey’in çalışmaları için der ki:“Orta zamandaki astronominin en son sözü ve ilmin teleskop icat edilinceye kadar erişmiş olduğu en son derecesidir.”
1420’li yılların başlarında kurulan rasathânesine Uluğ Bey 60’dan fazla bilim adamı toplamıştır. Bursalı Kadızâde-i Rumi, Giyâseddin Cemşid El Kâşi, Ali Kuşçu onlardan bazıları. Ölümünden sonra, kalleşçe “öldürülmesinden” kısa bir müddet sonra 1449’da rasathâne yerle bir edildi. Türk tarihinin apaydınlık bir dönemine kapkara bir sayfa eklendi.
Rasathânenin keşfedilip gün yüzüne çıkarılması 1908 yılında olmuştur. Beşyüz sene sonra! Rus arkeolog Vassily Vyatkin bu çevredeki bazı mülklerin tapu senedlerini bulur. Tapulardan birinde, gayrimenkulun yeri belirlenirken “rasathânenin bitişiği” yazmaktadır. Bu cümleden yola çıkar. Babürnâme’de ve başka eski yazmalarda da bir rasathânenin varlığından söz edilmektedir. Ayrıca Zîc’deki yıldız tablolarının incelenmesi ile bu gözlemlerin hangi enlem ve boylamlardan yapılmış olduğu da anlaşılmıştır. Böylece Rus arkeologlar kolları sıvar, tesbit edilen bölgede kazılar başlar ve bugün gördüğümüz sekstantın toprak altına yerleştirilmiş olan bölümü hiç bozulmamış halde ortaya çıkarılır.
Vassily Vyatkin öldüğünde buraya gömülmek istemiş; şimdi mezarı rasathânenin bahçesinde.
Dev sekstantı barındıran yapının karşısında Semerkand’ın tarihî binalarının üslûbunda, çinilerle tezyin edilmiş bir taç kapı ile girilen müze var. Uluğ Bey’in kullandığı astronomi ve matematik araç-gereçlerinin, okunan-okutulan kitapların yanı sıra meşhur yıldız atlası, Zîc-i Uluğ Bey’in bir nüshası da sergileniyor. Bu eser “Zîc-i Gürgânî, Zîc-i Sultanî” diye de bilinir. Farsça olarak yazılmıştır. Güneş, ay, gezegenlerin hareketleri, güneş ve ay tutulmaları, ayın ve güneşin yerküreye uzaklığının tesbiti, tekvimler gibi konuların yanısıra 1018 yıldız koordinatlarıyla belirlenmiştir. Uluğ Bey bir yılı 365 gün 6 saat 10 dakika 8 saniye olarak hesaplamıştır. Modern ölçümlerin hesabı ile arasındaki yanılma farkı 1 dakikadan azdır.
Rasathâne tahribedildiği zaman kütüphâne de yağmalanıyor. Şehirden çekip gitmek zorunda kalan bilginler yanlarında ne götürebildilerse onlar kurtuluyor. Zîc Ali Kuşçu sayesinde bugüne kadar ulaşmıştır. Ali Kuşçu olup bitenler üzerine Zîc’i de alıp Semerkand’ı terkedip Tebriz’e gidiyor. Sonra İstanbul…. Fatih Sultan Mehmet.
Uluğ Bey’in Zîc’i Avrupa’da onaltıncı yüzyıl sonunda yeni gözlemler yapılıncaya kadar, bir buçuk asır boyunca sahasının bir numaralı kaynağı olmuştur.
Uluğ Bey’in Registan Meydanı’ndaki medresesinde de Timurlu Devleti dağılıp hanlıklar dönemi başladığında eğitim faaliyetlerinin durduğunu, binanın bakımsız kaldığını, hatta hububat deposu olarak kullanılmaya başlandığını tarihî kaynaklar yazıyor. Onsekizinci yüzyılın sonlarında tekrar faaliyete geçmiştir.
Uluğ Bey’in dev sekstantının sergilendiği binanın kapısında orta yaşını geride bırakmış bir Özbek bekçi. Onunla iki çift lâf etmemek olur mu?
“Ne büyük adammış Uluğ Bey?!”
“Öyle.
“Amerikalılar onun açtığı yoldan gittiler gökte. Onun çalışmaları ışık tuttu. Ayda bir kratere onun adını verdiler. Ayda Uluğ Bey tepesi var.”
Adam yüzünü ekşitti.
“Aya çıkıldığı yalan! Siz de mi inanıyorsunuz? Aldatıyorlar insanları.”
Haydaa! Uluğ Bey Rasathânesi’nin bekçisi!
“Ama görüntüler var. Filimler var. Hem de kaç defa gittiler.”
“Hepsi yalan!”
Daha fazla, daha teferruatlı konuşmaya, ikna etmeye çalışmaya ne zamanımız yeterli, ne dilimiz. Üstelik bir hayal kırıklığı, gönül kırgınlığı bizde… Onbeşinci yüzyılda dünyanın en büyük rasathânesini kurmuş, çalışmaları kendisinden sonra kaç asır rağbet görmüş, hâlâ görmekte, tarihin en büyük astronomları arasında selâmlanmakta olan Uluğ Bey’in eşiğinde….
O dakika kim akla gelir? Elbette Mehmet Âkif!
O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, «Kovalım şeytanı kalkın! » diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra rasathâne yerle bir edildi, kütüphâne yağmalandı, âlimler dağıldı gitti. Peki… Uluğ Bey’i saltanat davası uğruna öldürdünüz; rasathâneyi niçin yıktınız, yok ettiniz? Onun izlerini silmek için mi? Onun ilmî çalışmalarına iyi gözle bakmadığınız için mi? Ay tutulduğunda dümbelek çalmaya devam etmek için mi? Kime sorabilirim ki bu soruyu?! Kimin yakasına yapışayım?!
Âkif, Safahat’ta Süleymaniye Kürsüsünde Abdürreşit İbrahim Efendi’ye yukarıdaki mısraları söylettiğinde yirminci asrın başıdır.
Bana öyle geliyor ki İslâm toprakları üzerinde bilimin ışığı Uluğ Bey’in ölümüyle beraber sönmüştür. Semerkand’dan dört bir tarafa yayılan talebeler bir müddet daha ışımaya devam etse de…
Başlayan karanlık bütün İslâm topraklarını etkilemiştir.
Hâlâ etkilemektedir.