Yükleniyor...
415.Bilgi şöleni ses kaydı çözümlenmiş halidir:
Bu yazı, Prof. Dr Abdullah Gündoğdu’nun
“Yusuf Akçura ve Türk Milliyetçiliği” konulu konuşmasının bir derlemesidir.
Kabakçı Konağı, Hamamönü (Ankara), 19.03.2018
(Deşifre: Selin Danalar)
(Editör: Mustafa Çağrı Parmaksız)
“Türk ordusu diyebilmek,
aslında yüz küsur yıl önce kolay değildi.
Türk ordusu, Türk hakanı, Türk Devleti denmişse,
Türk aydınlanması önemli bir ivme kazanmışsa
bunda Akçura’nın büyük emeği vardır.”
Aslında öncelikli olarak Akçura kuşağı üzerinde durmak lazım. Akçura’yı yetiştiren hem coğrafi hem de siyasî çerçeveye değinmek gerekiyor.
19.yüzyılın ikinci yarısı, Türk tarihinin önemli şahsiyetlerini yarattığı bir yarı ülke olarak görülebilir. Hakikaten giderek artan sayıda Türk kahramanları, Türk panteonunda bir resmigeçit yapıyor gibidirler. Onlar 19.yüzyılın ikinci yarısından başlayarak bir bir arzı endam etmişlerdir.
19.yüzyıl, Dünya açısından tarihin hız kazandığı bir yüzyıl. Aynı zamanda da milliyetçilik çağı. Dünya küresel bir bütünlük kazanıyor. Bu önemli çünkü büyük hareketlenmeler bununla bağlantılı. 1869’da Süveyş Kanalı açılıyor; dolayısıyla dünya, taşımacılık yönünden küresel bir bütünlüğe doğru gidiyor. Hobsbawm’ın bir değerlendirmesi vardır: Büyük savaşları, büyük coğrafi derslere benzetir. Yani hiç duymadığımız yerlerin, mevzilerin, cephelerin isimlerini biz savaşlarda öğreniriz, böylece kulağımıza dolar. Nitekim Türk Ordusunun Afrin’deki harekâtı ile bile yakın çevremizdeki bu küçük coğrafyanın bilgisini edindik ki; bu tür askeri hareketlilik, bize bir anlamda coğrafya dersi vermiş oluyor.
1850 yılından sonra İsmail Gaspıralı’yı, Abdürreşid İbrahimleri; daha sonra Türkiye’deki Türk aydınlanmacıları, Namık Kemalleri görüyoruz. Türk genleşmesinin, Türk aydınlanmasının kahramanları bu yüzyılda yavaş yavaş kendilerini göstermeye başlarlar. İşte Akçura, Ziya Gökalp’le birlikte Türk aydınlanmasının, Türk devriminin- ki bu terimi havadan değil, bilinçli olarak kullanır- kurucu babalarındandır. Gökalp de 1876 yılında dünyaya geldi. Ayrı yerlerde bulunmuş olsalar da aslında bu, farklı merkezlerden belirli bir havuza akarcasına, Türk aydınlanma çabasında birleşmeye ve büyük Türk çağdaşlaşmasının düşüncesini oluşturmaya yarayacaktır. İşte bu büyük mesainin, büyük birikimin simge isimlerinden, kurucu babalarından– “kurucu baba” Amerikan aydınlanması ya da bazı İngiliz aydınlanmaları esas alınarak yapılan tanımlamalara ait bir söylem olsa da, Akçura da Gökalp de bu söyleme uygun şahsiyetlerdir. Ancak Akçura daha sonraları, mesela Niyazi Berkes’in 1976 yılında yayımladığı “Unutulan Adam” başlıklı makalesinde de anlatıldığı gibi hakettiği değeri görmemiştir.
Onun doğduğu siyasi çevre, Kırım Savaşı (1853-1856) ile birlikte Rusya’da Batı karşıtı bir dalganın yükseldiği Çar II. ve III. Aleksandr dönemine denk gelir. Rusya’da yükselen aşırı hareketler Çarı suikastla ortadan kaldırmıştır. Çar, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın hasılatını bile toplayamadan öldürülmüştür. Bu, Rusya Türkleri için bir dönüm noktasıdır aynı zamanda. Biz belki buradan çok iyi duymamışızdır o dönem için ama bu 93 Harbi, Rusya Türkleri için bir dönüm noktası oldu. Akçura için de öyle oldu. Ailesinin hayatta kalan tek çocuğu olmasından dolayı (Geçirdiği bazı sağlık sorunlarına bağlı olarak), babası duyduğu sevinçle, 93 Harbi’nde esir düşen Türk askerlerine yardım etmiştir. Askerlerden biri de onun babasına bir kese armağan eder, babası da bu keseyi oğluna verir. Akçura, bu armağanı hayatı boyunca saklayacaktır ve adeta onun yazgısının gizlendiği bir kese oluyor bu. Yani bir Türk köylüsünün, askerin esir olarak Rusya’da Simbir bölgesinde bırakmış olduğu bu kese ile ilginç bir yol kesişmesi yaşayacaktır.
Akçura’nın mensubu olduğu aile aslında Türk-Tatar burjuvazisinin önde gelen bir ailesiydi. Muharrem Feyzi Togay, onun hakkında ilk ciddi eseri yazmıştır. Onun çok yakınında bulunmuş biri olarak onun ailesinin Kırım’dan göç etmiş olduğunu söyler.
Akçura, aslında Türk milliyetçiliğinin ya da Türk idealizminin sürüklemiş olduğu aydınlanma hareketinin karakterine adeta sirayet etmiş bir simge isimdir. Gökalp ile Akçura aslında iki ekolü birden temsil eder: Biri, Türkiye Türkçülüğünün, diğeri ise Rusya’daki Türklerin sembolü olarak belki değerlendirilebilir. Elbette Azerbaycan’dan, Ural bölgelerinden de çok değerli isimler var ama Akçura’yı biraz daha simgeleyebiliyoruz. Çünkü Akçura’nın özel yaşam öyküsünde buna uygun örnekler bulabiliyoruz. Bugün de konumuz o olduğu için biraz daha Akçura üzerinde değerlendireceğiz elbette. Diğerlerinin de yeri geldikçe adlarını anmak gerekiyor.
Belki Akçura’yı iyi anlayabilmek için ya da Türk aydınlanmasına katkısını iyi anlayabilmek için, onun temsil ettiği toplumsal ve iktisadi tabanı iyi anlamamız gerekiyor. Rusya’da siyasi, iktisadi, toplumsal koşullara bağlı olarak ortaya çıkan bir sınıf var. Bu sınıf daha öncesinden Rusya’nın mahkûmu olmuş, çok ağır, kıyıcı davranışlara uğramışlardır. Eski Altınorda bakiyesi olan “Türk Tatarlar”, merkezlerini kaybetmişler ve Rusya, Altınorda’nın tüm mirası üzerine konarak, 16. yüzyıldan sonra Türk illeri sahasında sürekli bir biçimde genişlemiştir. İşte meşhurdur; Kazan şehri boşaltılmış, zorla camiler yıkılmış, ticari hayatları söndürülmüş, maddi varlıklarına el konulmuş çok ağır baskılardan geçmiş, üstüne üstlük Kazan Türklerinin kendi merkezlerine 40-50 kilometreden fazla yaklaşması bile yasaklanmıştır.
Bu uzun baskı döneminde Rusya’nın emperyalist bir imparatorluğa dönüşmesi, gelişen düşünce akımları, demokratik devrimler ve sanayi devrimlerine bağlı olarak Rusya’da Türk uyruklarına birtakım adlar verme gereği duyulmuş ve bazı imtiyazlar ya da doğal hakların bir kısmını vermekle Rusya’nın özellikle Türkistan ve Türk bölgelerindeki ticaretinde daha erken Rus uyruğu haline gelmiş olan Türk Tatarlar; Rusya’yla, Rus burjuvazisiyle işbirliği halinde palazlanmaya başladılar. Önce bunların tercümanlığını yaparak, mümessilliğini yaparak; özellikle Türkistan, Sibirya ve Uzak Doğu’ya giden ticarette, o bölgelerdeki Türk dilli halkların pazarlarına girebilmekte onlarla anlaşabilmekteydiler. Her Rus tüccarın Tatar bir ortağı veya yanında çalıştırdığı biri bulunuyordu. Bu şekilde yavaş yavaş ticareti öğrenerek, biraz da siyasi hayatın yumuşamasından faydalanarak kuvvetli bir Türk Tatar burjuvazisi ortaya çıkmaya başladı. 19. yüzyılın tam da Akçuraların, Gaspıralı’nın doğduğu dönemde kuvvetli bir Türk Tatar burjuvazisi oluşmuştu. Ancak Rusya’nın 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Türkistan bölgesini doğrudan baskısı altına almaya başlamasıyla artık zamanla, bu pazar bölgelerine girmek için Türk Tatarlarının aracılığına pek ihtiyaç duymadılar. Ama kuvvetli bir Türk Tatar burjuvazisi de oluşmuştu. Onlar; çuha, sabun, çay, demir gibi değişik türlü ticari ürünlerin tüccarlığını yapıyorlardı. Çok kuvvetli bir sınıf oluşturmaya başlamışlardı.
Benzemiş gibi, Azerbaycan’da da bir Türk burjuvazisi ortaya çıkmaya başladı- özellikle petrolün ortaya çıkmasıyla beraber. Böylelikle rekabet oluşmuş oldu. Bu kez onlar Ruslarla rekabet ettikçe Rusya, bu bölgede rekabeti kesmek için Rus devletini onlara karşı kışkırtacak ideolojiler çıkardı. Bu ideolojilerin başında Panortodoksluk ve Panslavizm gelmekteydi. Türk Tatarları da bunun karşısında kendilerince, sivil karakterli zenginler; bu durumla rekabet edebilecek gazeteci, öğretmen yetiştirecek okullar açmaya başlayarak bir mücadeleye giriştiler.
İşte Akçura, bu sınıfın temsilcisidir. Türk aydınlanmasına bu sınıfsal birikimi taşıyan; asker, sivil, bürokrat olarak, daha çok devletle iş yaparak kendini göstermiş veya devlette görev alarak kendi gelişimini tamamlamış temsilcilerin yanı başında yer almış bu birikimli Rusya Türk aydınlarının oluşmasına bu burjuvazi katkı sağlayacaktır.
Türk düşünce tarihini Türkiye merkezli okuyanlar, Rusya Türklerinin katkısını görmezden gelirler ve aslında, Türk düşünce hayatının sürükleyici unsuru olan Türk idealizminin bu öncü rolünü görmezden gelirler. Aslında bütün büyük aydınlanma hareketleri gibi; Alman, Fransız, İngiliz, Rus aydınlanma hareketleri gibi kendine özgü büyük bir kitlesi olan ve bu yönüyle aslında eksiklerini de doğal olarak kapatmış, etkinlik alanı ta Hindistan’ın kuzeyinde Orta Asya’yı; Türkistan bölgesinde uzak doğuyu yalayıp geçen, Ortadoğu’yu içine alan ve Balkanlardan Karadeniz’in Kuzeyine, Rusya’nın belli bölgelerini içine alan geniş, özgün karakterli ve dünya uluslaşma tarihinin içerisinde belki son görkemli uluslaşma modeli olarak ifade edebileceğimiz Türk milletleşmesinin, Türk milliyetçiliğinin oluşmasının, bu genişlikte ve özgünlükte olduğunu belirtmek lazım. İşte bu özgünlüğü kendi şahsında ifade eden önemli şahsiyetlerden biri olduğu için Akçura’ya değer verilmesi lazım.
Akçura, iki yaşındayken, babasını bir kızak kazası sonucu kaybeder. Bu kızak kazası annesinin de başına gelecek, uzun süre sağlık sorunlarına yol açacaktır. Babasından kalan mal,mülk alacak verecek sorunları yüzünden ve annesi Fahri Banu Hanım’ın sağlığının da bozulmasıyla, Türkiye’ye göç etmeye karar verirler. 1883 yılında yedi yaşındayken Türkiye’ye göç eder, annesiyle beraber İstanbul’a yerleşirler. İlk tahsil hayatına burada başlayacaktır. Dolayısıyla Akçura, diğer Rusya Müslümanlarından ve de Türklerinden gelen aydınlardan farklı olarak, ilk eğitim hayatını Türkiye’de geçirmiş olacaktır.
O çevre önemlidir, Akçura’nın temsil ettiği görev önemli. Akçura’nın diğer Türkiye yenileşmesine, Türkiye’deki milliyetçilerin yaşadıkları tecrübeye uygun bir hayat geçirmiş olması ilginçtir. Askeri okuldaki süresinde başarılı bir öğrencilik geçirirken -tabii bu dönem hürriyetin kısıtlandığı İstibdat dönemi, Kanuni Esasi’nin kaldırıldığı ve Devri Hamit istibdat zamanı- bir ikilem içerisindedir. Bir yandan imparatorluğun ayakta kalması için, yeni okullar açılmak zorunda, yeniliğe açılmak zorundalar, ama bir yandan da, bu yeni okullardan yetişen nesiller ister ister istemez kendilerini hürriyet, milliyetçilik gibi akımlara kaptırıyorlar. Bu, rejimin de istemediği bir durum. Bu ikilem arasında kalmıştır aslında biraz da.
Hamit rejiminde, Sultan Hamid’in bu ağır baskı rejiminde iki defa askeri okulda sorgulanır. İlkinde, bir süre hücre hapsinden sonra affedilir ama ikincisinde; onda da oluşmuş olan hürriyet fikirleri ve bazı aydınlanma emareleri okul yöneticilerini rahatsız etmiştir ve okuldan tard edilir. Tabii bu arada, öğrencilik hayatı boyunca ata yurduna ziyaretleri olur. Akçura’nın hayatında bu ziyaretler büyük etki bırakmıştır.
Özellikle bu Rusya seyahatlerinde iki hususu öne çıkarmak gerekir. Bunlardan birinde, İdil boyunda yapmış olduğu seyahatte tanıdığı Tatarca konuşan köylüler; böyle kaçgöç yapan, diğer Tatarlarla konuşmaktan kaçınan, sinmiş gruplardır ki bunları tanır. Bunlar Tatardırlar, Kreşin Tatarları ismi veriliyor. Zorla tanassur ettirilmiş, çarlığın zorla Hristiyanlaştırdığı Tatarlardır. Akçura’nın vicdanında, his dünyasında, bu soydaşlarının kendi medeniyet dairesinden çıkarılmış olması ve hızla Ruslaştırılıyor olması gerçeği, onu kuvvetli bir şekilde milliyet fikrine duygusal anlamda itmiş oldu. Daha sonraki dönemde de tabi diğer Türkçü kuşaklar gibi askeri okulda, Türkiye’de almış olduğu eğitimden söz edebiliriz.
Bu dönemde bir de yavaş yavaş, İdil Ural bölgesindeki veya Rusya Türkleri arasındaki eğitimi, gelişme çabalarını gözlemler ve Şehabettin Mercani ile tanışır. Şehabettin Mercani, İdil Ural Türklerinin önde gelen âlimlerinden birisi olarak yeni bir tarih perspektifi ile İdil Bulgar tarihini yazar. Bu yolda hem manevi hem ilmi kültürel yönde yeniliğe daha açık bir pozisyonu vardır ve ulemanın da temsil ettiği bir ekol, Cedidizm akımının doğuşuna katkı yapan sembol isimlerden biridir.
Mercani’yi ve onun tarih anlayışını Türkiye’de tanıtmak ister ve 20’li yaşlarda askeri okuldayken aslında onunla ilgili bir çalışma yapar. Bu da Akçura’nın aslında meslek hayatını bir anlamda belirlemiş olur. Bu yolda Türk düşünce hayatına hem Rusya Türklerinin birikimini hem de Rusya’ya Türkiye’deki aydınların veya manevi milli birikimi taşıyacak bir köprü olacaktır. Yani, tam da bu tarihi semboller, yaşantılar, yaşanmışlıklar, Akçura’yı adeta bu vazifeye doğru iter.
Askeri okuldan atıldıktan sonra bunlar Fizan’a sürülür. Fizan’a Ahmet Ferit Tek ile birlikte seyahat eder. O da onun meslektaşı, kaderdaşı. Ancak Fizan’a gidemez (oradaki taşıma imkânları dolayısıyla) ve Trablusgarp’ta kalır. Aslında o dönem bilgilerini kayda almıştır. Daha sonra dostumuz İsmail Türkoğlu, onun yazılarını toplayıp yeni Türkçe haline uyarladı, böyle değerli bir hizmet yaptı. Suriye ve Filistin Mektupları, bunda II. Meşrutiyet öncesi ve sonrası; Türkiye’nin, Osmanlı devletinin Kuzey Afrika’daki, Ortadoğu’daki durumunu çok çıplak bir şekilde gözler önüne serer. Aslında bunu Türkiye’deki her türlü fikir yelpazesine sahip kuşakların okuması gerekir bu iki eseri de. Akçura’nın uzakları gören adam özelliğini biz burada görüyoruz. Adeta Trablusgarp’taki Osmanlı idaresinin pamuk ipliğine bağlı halini orada tasvir eder. 1911’de karşılaşacağımız manzarayı çok önceden haberdar eder. I. Dünya Harbi’ne giden süreçte Ortadoğu’nun durumunu, Filistin sorununu, Yahudilerin o bölgedeki faaliyetlerini çok açık bir şekilde, ne olacağını, adeta 100 yıl sonrasının panoramasını çizer. Bu açıdan Akçura’nın gözlemleri, uzak görüşlülüğü; hatta savaşın nasıl çıkacağını, I. Dünya Harbi’nin hangi kamplarda olacağını, savaşın sonucunu önceden ifade eder.
Bu yönüyle bu kuşaklar özellikle bu 19. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş, sonlarına doğru yetişen bu kuşakların hakikaten böyle bir özellikleri var ve eğer biz bugün Türk zaferinden Türk devletinden söz edebiliyorsak, milli varlığımızdan, istiklalimizden söz edebiliyorsak; bu kuşakların gayretleriyle olmuştur.
Akçura, burada bir süre sürgündür ve kalebent yani mahkûm olarak kalır ama esas buradaki Osmanlı idaresi zayıftır zaten. Doğru dürüst kışlası bile yoktur onun tasvirlerine göre. Çöl çadırlarında Osmanlı askerleri bir avuç kalmıştır ve oranın iktisadi hayatı tamamen İtalyanlar tarafından ele geçirilmiştir; bankalar, ticaret, her şey adeta semboliktir oradaki Osmanlının idaresi. Bunu gözlemler. Oradan fırsatını bulup, Ahmet Ferit Tek ile birlikte Fransa’ya kaçarlar ve Fransa’da siyasi bilimler fakültesine kaydolur. Albert Sovenner’in bulunduğu, o dönem Fransız milliyetçiliğinin, Fransa jeopolitiğinin büyük kuramcılarının bulunduğu Fakültedir.. Yahya Kemal de biliyorsunuz aynı kaynaktan beslenmiştir. Burada üç yıl ders görür, eğitimini tamamlar ve Türkiye yasaklı olduğu için, okulunu bitirdikten sonra Kazan’a, baba evine, Züyebaşı Köyü’ne döner. 1904 yılında burada, işte çeşitli gazetelerde ve medreselerde-Muhammediye gibi çeşitli medreselerde- hocalık yapar. Siyasi tarih dersleri verir ve Akçura adeta tarihi rolüne dönmüştür burada. Yani iyi Fransızcası, Batı kültürünü iyi özümsemiş, Batının işleyen sisteminin temelini iyi öğrenmiştir. Mesela, Şerafettin Mağmumî diye bir doktor yazar vardı, bizim düşünce hayatımızda önemli bir isim. Bu batılıların ikiyüzlülüğünden dem vurarak, aslında demokrasi, hümanizma gibi değerlerin Batılıların bir maskesi olduğunu vurgulayarak; Batılıların Doğu ve Türk düşmanı olduğu; gerçek güç kazanmanın, batıya rağmen batıya karşı güç kazanmanın zaruretine ilişkin görüşleri Yusuf Akçura’yı etkilemiştir.
Yazı hayatı orada başlamıştır ama esas, onun Türk düşünce hayatında kalıcı ve sürekli etki yapmış olan Üç Tarz-ı Siyaset eseri çok küçük hacimli- Thomas Paine’nin Sağduyu adlı kitapçığı gibi- ama çok kalıcı ve sürekli bir etkiye sahiptir, hâlen o etkiyi taşır. Türkiye’nin önünde beliren üç tarz siyaseti anlatır. Hem siyasi hem kültürel yol ayrımlarını ve bunları hissi yaklaşımların dışında rasyonel, nesnel bir şekilde değerlendirerek seçenek halinde Türk kamuoyuna sunar.
Buna çok ciddi itirazlar, tartışmalar başlar ve bu metin aslında Türk düşünce hayatının temel metinlerinden biri haline gelir. Bu şekli ile siyasal bilimler fakültelerinde, tarih fakültelerinde veya düşünce tarihi ile ilgili pek çok yerde hala okutulan temel metinlerimizden birisidir. Bunda; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğü, Türk tarzı siyaset olarak tartışır ve bunları tartışırken tamamen bilimsel, akli verilerle hareket eder ve bu yönüyle aslında Türk düşünce hayatında, duygulardan uzak, daha nesnel düşünce, analiz yapma geleneğinin öncülerinden olmuştur diyebiliriz.
Onu Kahire’de çıkan Türk Mecmuası’nda yayınlar. Dolayısıyla aslında bu dönem, Bombay’dan Kahire’ye veya işte Fransa’ya veya Kazan’a veya Orenburg’a veya daha uzak Simbir, Ufa gibi pek çok bölgede Türkçe neşriyat, bu neşriyatta da ortak bir dil vücuda gelmektedir. İşte bu Türk aydınlanmasının neredeyse altın çağı olarak görülebilir. Bu özellikle Akçura’nın 1904’ten sonra Rusya Türkleri arasındaki siyasi faaliyetleri ki II. Meşrutiyete değin devam edecektir. Yani 1904’ten 1908’e kadar 4-5 yıllık Rusya’daki mesaisi Türk tarihi için Türk düşünce tarihi için fevkalade önemlidir. Burada hem Türkiye birikimini hem Avrupa birikimini Rusya Müslümanlarına makul, akli, vicdanî, herkesi ikna edebilecek bir teşkilatlanma kabiliyeti ile sunar.(***) Bu dönemde Rusya’nın özellikle uzak doğuda Japonya karşısındaki hezimeti deniz savaşında, 1904-1905 Japon savaşı hezimeti sadece Türk âleminde değil bütün İslam ve doğu âleminde büyük bir umut yaratmıştır. Yani bir batılı gücün çoğu kere insan bile sayılmayan 3. Dünya ülkelerinden birine karşı hezimeti, hala bizim düşünce hayatımızdaki hayranlık haline gelen Japon sempatisinin de temelini oluşturur.
İşte bu iklimde Rusya’da siyasi akımların zorlamasıyla Çarlık, meşrutiyete geçmek durumunda kalır. İşte bu meşruti ortam, Rusya Türkleri için aradıkları bir fırsatı doğurmuştur ve bu dönem 1906- 1907 yılı adeta Akçura’nın bir gövde gösterisi olarak geçer. Akçura, Ali Merdan Topçubaşı gibi, Abdülreşit İbrahim gibi önderlerle; Azerbaycan’dan, İdil Ural bölgesinden, Ufa’dan, diğer bölgelerden çok ciddi kabiliyetli, ufku açık, büyük şahsiyetlerin katkısıyla toplantılar ve bu toplantıların arka planında Rusya Müslüman İttifakı diye bir siyasi grup kurarlar ve sadece Türklerin değil, sadece İdil Ural değil, Azerbaycan, Dağıstan ve diğer Türk Müslümanların da Rusya’da gasp edilmiş hukukunu kazanmak için kongreler tertip ederler ve meclis seçimlerine katılırlar. Akçura burada mesela Müslüman ittifak kongresinde çok stratejik davrandığını görüyoruz. Mesela diğer yetişmiş Rusya Müslümanlarından aydınlar Rusça konuşurlar onlarla ama Akçura, Rus entelejansıyansının (aydınlar topluluğu) da öykündüğü Fransız kültür hayatının, aydınlarının diliyle konuşur. Yani onlara yüksek Fransızcasıyla hitap ederek adeta bir Rusya veya Türkiye bağlantılı Türk olarak onlardan geri kalmadığını-Ruslar orada diğer Türklere “kendilerinin bahşettiği bilgi ve kültürden nasiplenen aydınlar” gözüyle bakıyorlardı- gösterir. Ama Akçura orada, bütün Türk aydınlarının hem Rusya hem Türkiye birikimini hem Batı birikimini şahsında neşretmiş bir figür olarak kuvvetli bir şekilde temsil eder, onları ikna eder ve Türkler hukukunun büyük oranda o siyasi mahfillerde kabulünde önemli başarı kazanır. Hatta bu süreç Akçura döndükten sonra da Rusya Müslümanları arasında önemli bir yol olacaktır. Elbette tek başına bunu Akçura yaptı demiyoruz ama Akçura’nın buradaki örgütçülüğü, ufkunun açık oluşu önemli bir işlev görmüştür. Duma seçimlerinde partinin önemli bir ismi olmasına rağmen sokulmamıştır. Rusya’nın iki kez Duma seçimlerinde; birinde tutuklanacağı için, birinde de hapiste olduğu için seçimlere girememiştir. Ama Türkler bu iki seçimde hatırı sayılır bir başarı kazanmıştır. Daha sonra tabi Rusya Çarlık 1907’den sonra istibdat yönetimine döner, Kanuni Esasi yani meşrutiyeti ihya eder. Akçura da, eniştesi olan yani halasının eşi olan Gaspıralı’nın yanına Kırım’a giderek orada bir süre kalır, çalışır ve daha sonra Türkiye’de II. Meşrutiyet devri patlak verince Türkiye’ye geçerler. Tabii o tek değildir, onunla birlikte Azerbaycan Türkleri, İdil Ural bölgesinden pek çok aydın Türkiye’ye akar ve Türkiye, işte Rusya birikimiyle Türkiye birikiminin harmanlandığı ve Türk milliyetçiliğinin olgunlaştığı bir süreci yaşar. Gerçekten II. Meşrutiyet dönemi öyledir. Akçura tabii döndükten sonra aynı zamanda burada Dârülfünûn’da dersler verir, siyasal olaylardan biraz uzak kalarak entelektüel halle uzaktan belirmeye çalışır. Türk Derneği’nin kuruluşunda görev alır, Türk Yurdu’nu kurar ve Türk Ocağı’nın kuruluşunda yer alır. Böylece aslında Türkiye’nin uzun on on bir yıllık 1911’de başlayan 1923’te biten büyük savaş sürecinde, Milli Mücadele’yi de içine alan, Cihan Harbini de içine alan, Türk insanının ağır kayıplar altında yok olma noktasına geldiği anlarda, kuvvet bulmasını sağlayacak milli inanç, köklerine dönme, duygu düşünce çabalarının önemli bir ortağı olur.
Akçura, Milli Mücadele’ye etkin olarak katılıp I.Dünya savaşında Türk Tatarların hukukunu tanıtmak için Avrupa seyahatlerinde bulunur. Daha sonra, Hilali Ahmer adına, Türk esirlerinin Bolşevik İhtilali’nden sonra kurtarılması için Sibirya’ya kadar gider, Kazan’a gider, hayatı pahasına önemli hizmetler görür ve böylece İstanbul’a gelir. İstanbul’daki şartlar altında 1919’da bir süre kalır, orada Ahmet Ferit Tek’in kurduğu Türk partisine katılır. Türk Yurdu’ndaki, Türk Ocağındaki faaliyetlerinden dolayı burada içeri alınır. İngilizler tarafından bir süre tutuklu kalmasından sonra Ankara’ya göçer ve burada “harp yüzbaşısı” olarak göreve başlar. Sonra Doğu işlerine bakan, milli hükümetin dış işlerinin Doğu İşleri Müdürü diyebileceğimiz bir görevle Milli Mücadele’nin özellikle hayatiyet taşıyan Bolşevik dünyayla veya Doğu halklarıyla ilişkilerinde perspektifliğini korur ve çok değerli katkı yapar. Yani Milli Mücadele’nin dış politikasında, özellikle doğu işlerinin kilit isimlerindendir. Bu yönüyle Milli Mücadele’ye bağlılıkla hizmet eder.
Özetlemek gerekirse 1923’te milletvekilliği; İstanbul, Kars milletvekilliği söz konusu olur ve 1935 yılındaki vefatına kadar aslında milletvekili olarak hizmet eder. 1931’deki Türk tarih çalışmaları çok önemlidir. Yüzlerce makalesi, Tarih-i Siyasi notlarıyla Türk tarihçiliğinin ilmî usullere kavuşması yönünde önemli emek harcar.
Akçura 1919 yılında Harbin sonunda tam mütareke döneminde esirleri rehin vazifesini yerine getirdikten ve İstanbul’a döndükten sonra, Türk Ocağı’nda bir konferans verir. Bu konferansı önemlidir. Bu konferansının önemine nereden vurgu yapmak lazım belki şu yönüyle Akçura ve Türk milliyetçiliği kurarken bunları ifade etmek istiyorum. Konuşmanın başında aslında vurgulamak istiyordum. Size malumun ilanı gibi olacak belki ya da oldu bu anlattıklarımız ama ben burada belki çok üzerinde durulmamış bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Akçura’yla ilgili yakın zamanlarda mesela isim vermek gerekir belki Nadir Özbek’in bir değerlendirmesi var. Tarih Toplum’da ve bu görüş bazılarınca da paylaşılır. Akçura’yı “Kemalist rejime boyun eğmiş” diye ifade ederler ve Akçura’yı adeta sanki 1923’ten sonra gelişmelere-şahsı için- dik durmamış gibi sunuyor ve Zeki Velidi Togan’ın değerlendirmesi üzerinden yapıyor bunu. Aslında Akçura da tam 1919’da Türk Ocağı’nda yapmış olduğu bir konferansta, o dönemde Türkçülüğün önünde beliren iki yolu tarif ediyor. Belki o Cihan Harbi yıllarının ardından mütareke şartları içerisinde biraz daha belli şartlar gözetilerek yapılmış bir konferans ama aslında Akçura’yı Türk milliyetçiliği şahsında veya Türk milliyetçiliğinin özgün ve erdemli yönünü temsil eden bir şahsiyet olarak da tanımlamamız gerekiyor. Bunu Gökalp de hakkıyla temsil eder. Aslında bu eleştiri biraz da Togan’ın Türk Tarih kongresinde itirazları ve yurtdışına çıkmak zorunda kalması sonra dönmesi 1944 olayları gibi soğuk savaş döneminde milliyetçiliğin girmiş olduğu yeni yolla ve aslında bu yola dahil olmayıp da, bu yolda olanların biraz Cumhuriyet ile sorunlu hale gelmiş olmaları, -özellikle 1944 olayları ve diğer onu kastediyorum- kullanmak isteyen grupların yorumudur.
Nadir Özbek’in Boğaziçi üniversitesinde eski bir mühendis olarak tarih eğitimi almış bir akademisyenimiz olarak Akçura’ya yapmış olduğu bence haksız değerlendirmesi, bu 1919’daki Akçura’nın bu değerlendirmesiyle uyuşmuyor çünkü Akçura o dönemde aslında bunu sizinle paylaşmak istedim. Çünkü Akçura’yı tanımlamak için temel metinlerden birisi de budur. Üç Tarz-ı Siyaset nasılsa o da böyle bir metindir. Akçura’nın -tabii- olayları değerlendirirken iktisadi temelli, maddi boyutunu da analizlerine katıyor olması mesela Rıza Nur kültüründen gelen bazı Türkçülerin algısının dışında kalmıştır.
Türk milliyetçiliği genel hatlarıyla diğer aydınlanma hareketleri içerisinde özgün kalabilmiş ve erdemli bir ana akım oluşturabilmiştir. Cumhuriyeti kuran irade de böyledir. Emperyalizm ile ilişki kurmada mesafeli ve kendi bağımsız karakterini koruma, Türk milletinin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutma ve emperyalizm ile ilişkisini rasyonel temellerde ve Türkiye’nin çıkarları perspektifiyle sürekli ölçülü götürme anlayışıdır ve Akçura da, Gökalp de, Atatürk de bu yönüyle aslında bu ta Gaspıralılardan gelen Türk milliyetçiliğinin ana akımını temsil ederler.
Akçura, Türkçülüğün İki Kolu diye 1919’da İstanbul Türk Ocağı’nda verilen bir konferansta şöyle diyor: “Bizde Türkçülük cereyanını şimdi moda olan tabirle ifade etmek istersek birisine ‘demokratik Türkçülük’ diğerine ‘emperyalist Türkçülük’ diyebiliriz.” Demokratik Türkçülük, milliyet esasını her millet için bir hak olarak telakki ediyor ve Türkler için talep ettiği bu hakkı diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyordu. Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nda Arapların, Arnavutların ve diğer milletlerin bu hakka istinaden haklı olarak istediklerinin verilmesine taraftardı. Türk Yurdu, bu nokta-i nazarını Arap meselesinde birkaç defa beyan ve izah etmiştir. Bunun içindir ki meşhur bir Osmanlı muharriri- Abdullah Cevdet’ı kastediyor- Türk Yurdu müdürünü, milliyetperver değil milelperverdir diye tavsif etmiştir. Tabi burada Akçura şunu da devamında belirtiyor, “Kuvvetli zannolunan ve yüz milyonluk devasa bir Slav dünyasının içine katmış olduğu halkları bu şekilde-emperyalist milliyetçiliğiyle- götüremedi çöktü” diyor. Aynı şekilde Pan-Germenizm’in de aynı hezeyanlarla çöküşünü ifade ederek, Türk milliyetçiliğinin taarruzi, saldırgan olmadan insaniyetçi, erdemler manzumesine dayanan bir aydınlanma hareketi olması gerektiğini ama Türklük davasının, Türklerin hukukunun bu perspektifte korunması gerektiğini ve Türklerin imkânı ölçüsünde elbette hukukunun korunması ve geliştirilmesi gerektiğini, bunun için gerekenlerin, şartlara zamana imkânlara göre olması gerektiğini savunuyordu.
Bu yönüyle aslında Mehmet Emin Resulzade, Akçura gibi Türk milliyetçiliğinin sembol bir ismidir bu yönüyle. Çok zor şartlar altında, Azerbaycan Milli Hükümeti düştükten sonra da ona, Polonya’dan Promete Hareketi, işte daha sonra Nazi Almanyası daha sonra İngiltere, Amerika’nın; Türk milliyetçilik davasını, emperyalist beklentilerle uyuşturma çabalarına karşı Resulzade, bağımsız, millî ve Türkiye merkezli, Türk aydınlanma merkezli duruşunu koruyabilmiş büyük bir şahsiyettir. Mehmet Emin Rezulzade’yi burada zikretmek gerekir. Mesela yine Mustafa Çokay, Nazilerin Paris’i işgal ettiği şartlarda bile artık Mustafa Çokay, O, Nazilerin büyülü zaferlerine kapılıp, pekâlâ Türklük mücadelesini, milliyetçilik mücadelesini Nazilerde tevhit edebilirdi. Ama o buna direndiği için, işte -büyük ihtimalle- biyolojik bir suikastla, tifüs mikrobu kendisine zerk edilerek öldürülmüştür.
Akçura, 1925’te Darülfünun’da “Asri Türk devleti ve münevverlerine düşen vazife” başlığıyla bir konferans verir ve ardından bunu Türk Yurdu’nda 1925’te yayınlar. Burada bugünkü çağdaş Türk milletinin, milli, üniter, laik karakterini vurgular. Aslında en başından itibaren Türkiye’de milli Cumhuriyet Akçura’nın perspektifinde olduğu için Akçura Atatürk’ün yanındadır. Ve ona bakışı da şu şekildedir: “Hâsılı, İstiklâl Harbi, şarkın dînî, içtimaî ve siyasî istibdadıyla, garp emperyalizminin iktisadi mezaliminin Türk boynuna taktığı zincirlerden, Türk’ü kurtarmak için girişilen çok mudil (adaletli) ve çok mürekkep (yönlü), millî faaliyet ve harekete alev olmuştur.” diyor. Dolayısıyla Akçura burada onurlu, erdemli, mütebahhir; Türk aydınının, Türk milliyetçiliğinin sembol şahsiyetidir.
Burada onun yakın dostu, Muharrem Feyzi Togay’ın bir değerlendirmesi var: ”Yusuf Akçura merhumu, büyük bir Türkçü, yüksek seciye ve ahlak sahibi, ince bir adam, her hareketi örnek alınmaya layık bir Türk vatandaşı, çok iyi bir aile babası (1920’de bir ara Ahmet Ferit Tek’le bacanak olurlar, eşinin kardeşi A.G.), derin düşünce ve geniş muhakeme sahibi bir mütefekkir ve âlim, ihatalı ve muhakemeli bir tarihçi, fedakâr ve ateşin bir milliyetçi, fikri takip, itam ve sebat sahibi bir münevver, her surette itimada değer bir rehber, daima manevi değeri maddiyatın fevkinde tutan ali cevat sadık bir dost, iyi bir meslektaş ve Türk ırkının halas ve yükselmesine sarsılmaz iman sahibi bir zat olarak tanıdım.” diyor.