2012’DEN 3 MAYIS 1944’E

İnsan hafızası son olanları hatırlamaya yatkındır. Dün ne olursan ol bugün dünkü gibi güçlü değilsen, şimdi güçlü ve gösterişli biri çıkarsa hiç tereddüt etmeden dünü unutur. Bir de geçmişte olan acı/tatlı olayları unutmak vardır ki, bu çok önemlidir. Birey veya milletler geçmişinde yaşamış olduğu acı veya tatlı olayları hatırlarsa ondan alacağı haz veya ders başka […]


Paylaşın:

İnsan hafızası son olanları hatırlamaya yatkındır. Dün ne olursan ol bugün dünkü gibi güçlü değilsen, şimdi güçlü ve gösterişli biri çıkarsa hiç tereddüt etmeden dünü unutur.

Bir de geçmişte olan acı/tatlı olayları unutmak vardır ki, bu çok önemlidir. Birey veya milletler geçmişinde yaşamış olduğu acı veya tatlı olayları hatırlarsa ondan alacağı haz veya ders başka olur. Ayrıca birde dünü dış etkiler nedeniyle unutmak vardır ki oda kötülüklerin üzerine ekilen tuz ve biber gibidir.

Bu nedenle, milletler geçmişinde yaşanmış başarı ya da başarısızlıkla sonuçlanmış olayları hatırlamalıdır/hatırlamak zorundadır.  Hatırlandığı sürece yarınlara emin bakılması mümkündür.

Prof. Abdulkadir Çevik,  Ankara’da 25 Şubat günü Rahmetli Muzaffer Özdağ için düzenlenen bir panelde “ Biz Türk Milleti olarak geçmişimizde olan zaferleri hatırlar gururlanırız, övünürüz. Onunla ilgili toplantılar düzenler, anma programları yaparız. Maalesef geçmişimizdeki hataları, yenilgileri hiç hatırlamayız/hatırlamak istemeyiz. Onu bilinçaltımıza atarız. İşte bu sebepledir ki asimile edilmeye veya çabukça özümüzü unutmaya daha yatkınız” [1] mealinde bir konuşma yapmıştı.

Bilindiği gibi, fikirler insanlarla temsil edilirler. Program insanlar tarafından uygulanır. Sorunlar insanların bilgisi, iradesi, çalışması ve liyakatiyle çözülür. Doğru fikir doğru insanla temsil edilir. Doğru fikri eğri insan temsil edemez.

İyi programlar yetersiz kadrolarla uygulanamaz. İnançtan, imandan, bilgiden, iradeden, ahlak ve liyakatten yoksun veya yetersiz insanlar hiçbir sorunu çözemez.

Doğru adam doğru yerde ve doğru zamanda bulunursa orada başarı ve zafer olur.

Bugünden dünü, dündeki bir olayı incelemek, yorumlamak, üzerinde doğru konuşmak kolaydır. Asıl olan dünkü olayı dünün koşulları içinde incelemek, yorumlamak ve ondan bugünler için ders ve tecrübe çıkarabilmektir.

İşte bu bakış açısı ve bu fikir çizgisinden 2012 den, 3 Mayıs 1944’ e bakmaya çalışılmalıdır/çalışacağız.

Osmanlının son dönemleri-1.Dünya savaşı- Kurtuluş savaşı

Osmanlı 1683 Viyana önünde bozguna uğradı. Osmanlı Devleti 500 yıl gibi uzun süre, önünde ciddi bir rakip bulamadı. Tersten düşünülürse 500 yıl gibi uzun bir süre karşısında hiçbir varlık gösteremedikleri Osmanlı İmparatorluğunun Viyana önünde yenilmesi Avrupalılara moral verdi. Osmanlı moralini yitirirken,  Avrupa devletlerinin de “Osmanlıyı yenebilirmişiz”  düşüncesi kendilerine güven duymalarını sağladı. Bunun bir başka sonucu da bu moralle Osmanlıya karşı Avrupalıların tekrar birlik olmasıdır.

Osmanlının hayatının beş yüz yıl gibi uzun bir süresi Batıyı fethetmek,  batı yönüne ilerlemek düşüncesiyle geçmişti. Bunda da ziyadesiyle başarılı olan Osmanlı da bu yenilgi sonrası başarısızlıklar ardı ardına gelmeye başladı. 1699 da yapılan Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybını yaşadı. Tahmin edilen akıbete yolculuk başladı.

Eskiyen her şey güç kaybeder, insanlarda, devletlerde. İnsan eliyle meydana getirilen makineler de öyledir. Tabii günün şartlarına, istek ve taleplerine, gelişmelerine ve değişmelerine özüne bağlı kalarak uymadığın takdirde. Toplum veya o toplumu yönlendiren kesim değişim ve gelişime kapalı, icatlardan ve teknikten uzak, ufuk seviyesi yetersiz olursa sıkıntı olması mukadderdir.

Osmanlının bu duruma düşmesine sebeplerden biri tabii ki bizden olduğunu söyleyip de bizi köstekleyen iç devşirmeler ile ülkeyi parçalamak, yıkmak isteyenlerin kollarına atılan düşük karakterlilerinde payı unutulmamalıdır.

Bu tarihten sonra Osmanlı da başarılar gözükse de genele şamil olamadan parmakla sayılabilecek başarılardır.

Yetersiz ve ufku dar yönetenler, kendini dışa pazarlayarak yarınlarını garantiye almak isteyenler, milli duygulardan yoksunlar, sebebiyle Osmanlı dış borçlanma batağına saplanmasına zemin hazırlandı, öz değerler terk edildi, azınlıklar ön plana çıktı, esas halk geri plana atıldı, onlarla ilgilenilmedi küstürüldü, korkutuldu.

Bunların sonucu hedef kargaşası başladı. Bir millette bu tip endişe başladığı zaman onun önüne geçmek çok ama çok zordur. Önlenebilir mi? Önüne geçilebilinir mi? Bunun gerçekleşmesi için bıkmadan, usanmadan, yılmadan mücadele edecek, moralsiz milleti kendine güven duyar hale getirebilecek bir lider ve kadrosu gereklidir. Tıpkı Atatürk ve arkadaşları gibi. Lider inanacak, inandıracak, çevresi de liderine inanacak ve güvenecek.

1912-1913 Balkan bozgunu ve balkanları kaybetmişiz. Bir avuç etnik çeteler diğer devletlerin de desteği ile Osmanlı ordusunu yenerek Balkanlarda küçük devletlerin kurulmasını sağladılar. Osmanlı bölünmüştü, parçalanmıştı. 600 yıl dünyaya nizam vermiş ordu çetelere yenilmişti. Osmanlı içinde huzurlu, mutlu, rahat ve asimile edilmek gibi bir politika ile karşılaşmayan etnik unsurlar artık kendi adlarıyla anılan devletlerini kurdular.

İşte bu günlerde Sultan Reşat, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet, Hamdullah Suphi’lerin de içinde bulunduğu Türkçüleri makamına çağırıp Türk’ün tanımını sorar. Misafirlerin tanımları birbirleriyle tam uyum içinde değildir. Sultan Reşat;  “İmparatorluk içindeki etnik unsurların hepsi kendi milliyetleri ile ilgili bir tanımlar yaptılar, sadece bu devletin asli unsuru olan Türk Milletinin tanımı yapılmadı. Sizden rica ediyorum, Türk’ün tanımını yapınız ve anlatınız” der[2].

Gerçektende Türk Milleti alicenaplık duygusu ve yönetenlerin ihmali sonucu, mensubu olduğu milletinin özelliklerini konuşmadıkları ve düşünmedikleri için unutmaya/unutulmaya başlanmıştı. Öyle bir duruma gelinmişti ki İmparatorluk içinde ki azınlıkları bile kendilerinden üstün görür duruma gelmişlerdi.

Millet, milliyetçilik, Türklük, Türk kültürü, örf, adet gelenekler, Türk töresi unutulmaya yüz tutmuştu. Türkçe diye ortada küçük bir azınlığın konuştuğu dil kalmıştı. Türk, Türkçe konuşmuyordu. Arapça, Farsça, Osmanlıca hâkimdi. İzzettin İYİGÜN;  “Bir devlet; halkı, yönetenleri, düşünürleri, basını, sanatçıları, tüccarı, hâkimi, öğretmeni, kırsalda ve şehirde çalışanı; Kanun toplumu oluşturan bütün kesimlerin anlayacağı, yazacağı, okuyup anlatabileceği ortak bir dilin varlığı ile ayakta durabilir. Ortak bir dil yoksa o toplumun ne bugünü, ne de geleceği olabilir. Beyinler durur ve halkın yönetime, yönetimden halka düşünce akımı kesilir” diyor[3]. (3).

Bu olumsuzluklar içindeyken 1.Dünya savaşı yapıldı. Yenildik ve 785 milyon metre karelik küçük bir toprağa sıkıştırıldık, buralar bile çok görüldü. Bunu da Kurtuluş Savaşında milyonlarca can vererek kazandık. Ve yeni kurulan devlete Türk adı verildi ve Türklük felsefesiyle kuruluşu yapıldı.

Türkiye Devletinin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK şöyle diyor; “ Bana olağanüstülük atfetmeyiniz. Doğuşumda ki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir” diyerek yeni kurduğu devletin felsefesini özetlemiş oluyor.

Cumhuriyet dönemi

Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün etkin olduğu yıllarda açıkça millet olarak Türklüğü, devlet olarak ta Türk Devleti vurgusunu öne çıkardı.  Bu topluluk kendisinin Türk olduğunu, kurduğu devletin asli unsurunun Türk olduğu bilinci verilmeye çalışıldı.

Türk kelimesi ırkçı görüşle ele alınmamış bin yıllık kardeşliğin verdiği duyguyu da öne çıkaran çalışmalar ortaya koymuştur.  Türkiye Devleti,  Türklük şuuru üzerine inşa edilmektedir.  Dini İslam’dır. Laiklik kabul edilmiş din de, din görevlileri de devlette rahatlatılmıştır.  Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve bu konularla ilgili teoriler, çalışmalar Atatürk zamanında yapılmıştır. Bu çalışmalar, unutulmaya yüz tutmuş milli hasletimize, milli benliğimize dönüşün müjdecisidir.

1938… Türkiye yasta, Türklük yasta çünkü Türklük âlemi büyük bir liderini, deha bir devlet adamı kaybetti. Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’nin millilik çizgisinde sapmalar oldu.  Artık onun önem verdiği şeyler öncül olmaktan çıkıp geri plana atıldı.  Örneğin milliyet, millilik, Türk tarihi,  töre, inanç vs. ana değerler tali konular olarak değerlendirilir oldu.

1940 II. Dünya Savaşı… II. Dünya Savaşının tarafları Türkiye’yi kendi saflarına çekmek için gayret gösterdiler. Çünkü Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya stratejik açıdan önemli bir coğrafyadır. O günkü yönetim II. Dünya savaşı süresince milleti sıkıntıya sokmayacak politikalar izlemiştir. Bu savaşta Almanya’nın mağlubiyeti sebebiyle savaşın diğer tarafı güçlenmiş kendine olan güveni artmıştı. Türkiye Devleti de o yöne doğru eğim göstermeye başladı.  Bu dönemde Sovyetlerde komünizm rejimi hüküm sürmekte, müthiş çalışmalarla bu rejim diğer devletlere ihraç edilmek için efor sarf edilmekteydi. Artık öyle hale gelmiş ki komünizm Türkiye’de taraftar bulan, savunulur durumda olan bir fikir olmuştu. Taraftarı vardı, savunucuları ve yayıcıları mevcuttu. Hatta bunlar devletin içinde, devleti idare eden partinin içinde de mevcuttu. Bakanlık seviyesine gelmiş insanların bazıları bu fikrin etkisi altındaydı.

Türklük müşkül duruma düştüğünde Türkler, Türk milliyetçileri ortaya çıkar.  İşte bu dönemde de Türkçü, Türk Milliyetçisi bir avuç aydın mücadele bayrağını açtı vatan müdafaasına başladılar.  Orkun, Bozkurt, Gök Börü, Tanrıdağ, Çınaraltı dergileri bu dönemde çıkan dergilerdir. En etkili mücadele Hüseyin Nihal ATSIZ hocanın çıkardığı “Orkun” dergisiyle verilir. Mücadele öyle yoğun yaşanmaktadır ki 1944 yılı Nisan ayında ATSIZ Bey,  Orkun dergisinde açık mektup yayınlamaya başlar. Mektuptaki amaç  “Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş haline gelmediğini sormak ve Türkçülüğün tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını ” anlatmaktır.

Bu mektubunun arkasından II. mektubu yayınlar. Bu mektubunda daha açık söylemekte, Milli Eğitim Bakanlığındaki komünist kadrolaşmadan bahsetmektedir.

Dönemin M.E. Bakanı Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali ve Falih Rıfkı’yı kışkırtarak Atsız aleyhine dava açtırır. Bu davanın ikinci celsesinin olduğu gün yani 3 Mayıs 1944 tarihinde olaylar patlak verir. Atsız Hocanın konuşması sırasında dinleyici gençlerden birinin “Kahrolsun komünistler”  diye bağırmasını oradaki insanlar yüksek sesle tekrarlar ve Ulus meydanına doğru yürüyüşe geçerler. Artık ok yaydan çıkmıştır. Orkun dergisi okuyanlar gözaltına alınmıştır. Irkçılık, Turancılık suçlamasıyla açılan davada 23 tutuklu yargılanmıştır. Bu tutuklular 23 yaşındaki genç bir teğmen olan Alparslan TÜRKEŞ’ İNDE içinde bulunduğu Hasan Ferit CANSEVER, Fethi TEVETOĞLU, Nurullah BARIMAN,  Zeki ÖZGÜR, Fazıl HİSARCIKLI, Necdet SANCAR, Saim BAYRAK, İsmet Rasim TÜMTÜRK, Cihat SAVAŞFER, Muzaffer ERİŞ, Ferihman ALTAN, Yusuf KADIGİL, Cebbar ŞENEL, Zeki Velidi TOĞAN, Orhan Şaik GÖKYAY, Hikmet TANYU, Reha Oğuz TÜRKKAN, Hamza Sadi ÖZBEK, Cemal Oğuz ÖCAL, Sait BİLGİÇ ve ve Hüseyin Nihal ATSIZ’dır.

3 Mayıs 1944 Türkçülük olayını sebebini Alparslan TÜRKEŞ şöyle açıklamaktadır. “3 Mayıs (1944) büsbütün ayrı bir düşüncenin sonucudur.  İç düşman olan, kılık değiştirerek milletin içine giren ve hükümetin gafletinden yararlanan komünizme karşı Türkçü gençlerin bir uyarma yürüyüşüdür.”

Mahkemede tutuklulardan hepside savunmalarını güzel yaparlar. 23 yaşında ki genç bir Teğmen olan Alparslan Türkeş’te ifadesinde Irkçılığı kesinlikle kabul etmez, reddeder. Turancılık için ise şunları söyler.” Biz, Milliyetçiyiz. Biz dünyada yaşayan bütün Türklerin mutlu olmasını, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir Turancılıksa bu fikri taşıyoruz. Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi beğenmediğimiz siyasi ve iktisadi bir görüştür. Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. Onun için Orkun dergisine yazı gönderdim. Nihal Atsız Bey ile zaman zaman memleket meseleleri üzerinde mektuplaştık”  diyerek bu işin içinde olduğunu mertçe haykırır.

31 Mayıs 1947 de bu dava sona erer.

Ama işte bu davanın kronolojik sayılmasından çok, o ve bugüne vurduğu damgadır. Bu tarih çok önemli bir tarihtir.

3 Mayıs 1944 ün önemi.

Bu tarihin Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hatta Türklük tarihinde önemli bir yeri vardır.

Şöyle ki;

1) O zaman bağımsız tek Türk devleti olan Türkiye’de milliyetçi bir kadro, milliyetçi bir ruh uyanmıştır.

2) 1944 yılına kadar Türklük felsefesine bağlı olan Türkiye Devletinin rota değişimine karşı çıkılarak ondan sonra geleceklere mesaj verilmiştir.

3)Bu günde Aydınlar arasında Türk Milliyetçilerinin de olduğu ilan edilmiştir.

4) Dışarıdan destek alarak korkusuzca ben istediğim işi yaparım düşüncesinde olanlara yanlış düşünüyorsun, bu milletin kendisi sana bu imkânı vermez denmiştir.

5) Türk gençlerinin devleti ve milleti için hapis hayatını hatta ölümü bile göze alacı malumun ilanıdır.

6) Şu veya bu sebeple yönetime girmiş devşirmelere seni tanıyoruz, düşündüğün sakat eylemini yaptırmayız diye meydan okunduğu gündür.

7)Daha önemlisi bir devleti bir milleti sahiplenmek onu koruyup kollamak için sadece aydın kesiminin olmasının yetmeyeceğinin anlaşıldığı gündür. Bu tarihten alınan dersle Türk Milliyetçiliği yalnız kültür sahasında elitler tarafında devam ettirilen bir hareket olmaktan bütün tabana yayılan bir siyasi hareket haline dönüşmesinin işaretinin alındığı bir gündür.

Kıymetli okuyucularım; Türkiye ve Türk Milleti 21 yy ya da yine zor günlerin içinden geçmektedir.  Millet kavramı değerini yitirmiş gözükmekte hatta değerinin kaybetmesi için bilinçli çabalar sarf edilmektedir.  Yine yönetenler dâhili ve harici bedbahtların kontrolündedir.  Yine ülke yeni bir kurtuluş savaşı verme noktasına getirilmiştir. Bu olumsuzluklara yine Türkçüler, Türk Milliyetçileri karşı çıkmakta mücadele etmektedir.

Bu Devleti koruyanın kendini yönetenlere siyasi, bürokrat, asker, sivil toplum örgütü vs. güveni kalmamıştır.

Gününü tam hatırlamasam da o günlerde televizyon haberlerinde bizzat şahit olduğum bir olayı yazmadan geçemeyeceğim. Malum davul zurnalı bir karşılama ile açılım adı altında karşılanan PKK militanlarının boy gösterdiği günlerdi. Bu duruma tepki gösteren Şehit yakınları Kayseri Valisinin makamına çıkıp tepkisini dile getirmek isterler. İlin Emniyet Müdür Yardımcısı buna izin vermez. Grupta bulunan Gazi ile Müdür arasında geçen konuşma şöyledir. Ben devletim diyen emniyetçiye Gazinin sorusu çok enteresandır.  “Sen devletsen, PKK’lılar dün sınır kapısında karşılanırken neden yoktun öyleyse?”  bu konuşmaların manası derinidir, çok tehlikelidir ve vahimdir.

 

 

 

 

 



[1] Prof.Dr. Abdulkadir ÇEVİK- 25 Şubat 2012 Ankara Dedeman otelindeki panel konuşmasından.

 

[2] Sadi Somuncuoğlu, Nisan 2012 Milli Düşünce Merkezinde ki Başbuğun ölümü sebebiyle verdiği konferanstan.

 

[3] İzzetin İYİGÜN- Yanıldık, Uyandık, Başardık.. Ya Sonrası? Sh. 117

 

Yazar

Fuat Yılmazer

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar