Magna Carta Libertatum*

Demokrasi halk tarafından seçilenlerin belli kurallar içinde halkı yönetmesidir. Peki, demokrasi devletin ve milletin temellerini dinamitlemek için de kullanılabilir mi?


Paylaşın:

Demokrasi

7 Kasım 2017

Kısa tarifi ile demokrasi halkın kendini yönetmesidir veya halk tarafından seçilenlerin belli kurallar içinde halkı yönetmesidir.

Bu terim eski Yunan şehir devletlerinde kullanılmaya başlanmıştır. “Demos=Halk” “Kratos=yönetim” demektir.

Yunan şehir devletlerinde bu kavramlar ilk kez kullanılmaya başlanmış ama orada bir sınıf bu çizginin içinde tutulmuş, reaya kısmı ise bu işlemin dışında kalmıştır.

Ortaçağ’da ekonomik ve sosyal feodal yapı sanayi devriminin hazırlanmasına yardımcı olduğu gibi bu düşünce ortamı da Rönesans ve Reform döneminin başlangıcında düşünce alt yapısının gelişmesinde yararlı olmuştur.

Ortaçağ’daki feodal yapı sistemine karşılık alt kesim halk tabakasının tepkisi demokrasiye yönelişin tabanını teşkil eder.

1215 yılında Birey Hak ve Özgürlükleri ile adalet anlayışı değerinin yükselmesine sebep olan “Magna Carta Libertatum” isimli belge kabul edilmiş, bireyin hak ve hürriyetleri ile adalet anlayışlarında olumlu yönde gelişmeler başlamıştır.

1776’da Amerika’nın “İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi” ile 1789’daki Fransız Devrimin ortaya koyduğu “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” anlayışı demokrasi düşüncesinin ilerlemesinde önemli bir etkendir.

O dönemde alınan kararlarda söz sahibi olamayan insanların, alınan kararlara uymak gibi bir zorunluluğunun olmadığı görüşü güçlenmiştir.

Bu dönemde ticaretin gelişmesi ile orta sınıf istek ve arzularını dillendirmeye başlamış, bunun neticesinde ekonomik değerlerde yükselmeler başlamıştır.

18’inci yüzyılda filozoflar Locke, Montesquieu ve Rousseau demokrasiyi savunarak gelişmesinde etkin rol oynamışlardır. Demokrasi; cumhuriyetle, sekülerizmle ve güçler ayrılığı ile kelime olarak ilintilidir. Siyasi Partiler, anayasa, sivil toplum örgütleri ve kolluk kuvvetleri demokrasinin araçlarındandır.

Demokrasi hürriyet rejimidir. Hürriyet rejiminde insan hakları, azınlık hakkı, kadın hakları gibi hakların teminat altına alınması gerekliliği vardır. Çoğunluk veya azınlık, zengin veya yoksul ol fark etmez, bu idare şeklinde herkes eşit olmalıdır.

Demokratik idarelerin kökeninde halka sırtını dayamak, halktan güç almak ve ondan alınan güçle çalışmak vardır.

Bireyin hakkı kutsal bir haktır. Bu sebeple 1948 yılında “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” kabul edilmiş ayrıca 1975 tarihinde Helsinki Nihai Senedinin içine de İnsan Hakları ile ilgili bölümler konulmuştur.

  1. Dünya Savaşından sonraki zaman dilimi içinde imparatorluklar yıkılmış ulus devletler kurulmuştur. Nazizm, Faşizm gibi diktatörlük idareleri dönemi kapanmıştır. Bunu son olarak Komünizm rejiminin çökmesi izlemiştir.

Bunlar demokratik düşünce gerçeğinin insanlarda açtığı ufuk sayesinde olmuştur.

Şimdiye kadar uygulanan idare şekilleri arasında Demokrasi en erdemlisidir. Mükemmel midir? Tartışılır. Daha iyisi gelecek midir? Bilinmez, olmaz diye bir şey yoktur.

İnsanın kendi kendini istediği kişi veya kurumlar vasıtasıyla yönetmesini istemesi önemlidir. İnsanlar birey olduğunun kendilerinin de işe yaradığının farkına varması onlara güven ile birlikte cesaret verir ama insanlar o sistemi bulabilirlerse.

Demokrasi kelimesinin anlamı ise esnekliğini korumaktadır. Samimi insanların dilindeki demokrasi ile bölücü insanların söylemindeki demokrasi tanımı arasında maalesef farklar bulunmaktadır.

Dünyada İnsan Hakkı Var mıdır?

Dünyada insan hakları var mıdır? Veya İnsan hakkı ile ilgili anlaşmalara uyulmakta mıdır? Cevabım hayır.

Örneğin; Amerika kendi inançları ve çıkarları doğrultusunda olanlara yardımlarını esirgemezken, inançları ve çıkarları olmayan topluluklara sömürgeci zihniyetle yaklaşmaktadır.

Ebu Garip’te, Afganistan’da, Irak’ta ve Suriye’de yaptıkları hatırlanmalıdır.

İsrail’in Filistin’de uyguladığı ve dünyanın seyirci kaldığı insanlık dışı davranışlar güçlü devletlerce insan haklarının önüne geçmekte ve bunu durdurmak mümkün olmamaktadır.

Çin’in, Doğu Türkistan’ın Sincan bölgesinde yaşayan ve o toprakların gerçek sahibi olan Uygur Türklerine yaptıkları insanlığın yüz karasıdır.

Anılan yerlerde ve Irak, Suriye, Libya’daki Müslümanların insan hakkı var mıdır? Hayır.

Ancak ölme hakları! vardır. O da kendi ellerinde değildir.

Demokrasinin vazgeçilmezi olan insan hakları, yaşama hakları kabul edilse milyonlarca Iraklı, Suriyeli, Libyalı, Doğu Türkistanlı katledilmez, binlerce kadının namusuna tecavüz edilmezdi.

I’inci Dünya ve Kurtuluş Savaşımızda Türklerin insan hakları diye bir hakları yoktu. İnsan olmanın getirdiği hakları tekrar kazanabilmek için öz güçlerini kullanıp binlerce şehit verdiler, gazi oldular.

Türk Tarihinde Demokrasi

Batıda demokrasi kavramı yüzyıllar sonra ortaya çıkarken adı demokrasi olmasa da, demokrasi tanımına tıpatıp uymasa da, Türklerde demokrasi asırlar öncesinde vardı.

Demokrasinin yönetim kavramı ve insan hakları farkındalıkları uygulanmaktaydı. Kağan, Hakan, Başbuğ kararları tek başına kendisi almaz kurultay veya toyu toplar toyda kurultayda olan seçilenler tarafından neye karar verilirse onu uygulardı.

Osmanlı Devleti zamanında da ilgili divanlarda işler görüşülür meşveret usulü ile kararlar alınır ve uygulanırdı. Yanlış yapan Padişah da, sultan da olsa Kadı’nın önünde hesap verirdi. Adalet ve hukuk unsuru ön plandadır.

Osmanlı İmparatorluğu çeşitli dinler ve etnisiteden meydana gelen çok sayıda farklı kültürlerin hüküm sürdüğü bir topluluktu. Osmanlılık adı verilen sistemin içinde bunlar rahat ve huzur içinde yaşıyorlardı. Azınlıklıklara mensup insanlarda kendi milliyetinden insanlarla beraber ortak güvence altında idiler.

***

Fransız devriminden sonra Milliyetçilik fikrinin ön plana çıkması Osmanlı İmparatorluğunu olumsuz etkiledi. Yani din ağırlıklı olan sistem, milli devlet istekli milliyetçilik karşısında gerilemeye başladı.

Fransız Devrimi Osmanlı İmparatorluğunu etkilemiş, milliyetçilik fikri Osmanlı topraklarında da baş göstermiştir. Osmanlı da adalet ve hukuk ağırlığına dayanan sistem, milliyetçilik karşısında güçsüzleşmiştir.

Avrupa ülkeleri ile olan ekonomik, kültürel temaslar Osmanlı’da reform sürecinin başlamasına ön ayak olmuştur. Bu olayların akabinde yapılan Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı), Islahat Fermanı ile oluşan gelişmeler bireye haklar tanınması noktasında ileri noktaya taşımıştır.

Batı dayatması ile 1808’de II. Mahmut’un imzaladığı Sened-i İttifak, 1839’da yayınlanan Tanzimat Fermanı(Gülhane Hattı Hümayunu), 1856 da yayınlanan Islahat Fermanı İmparatorluğun hukuk sistemine, “laik bir hukuk sistemi”  ilavesi yapmanın çekirdeğini oluşturmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu altı yüzyıllık sürede sahip olduğu toprakların belli bir kısmı Avrupa sınırları içindedir. Bu sürede Avrupa ülkeleriyle siyasi, ekonomik ve kültürel olarak ilişkiler kurmuşlar ve geliştirmişlerdir.

Şunu da hiç çekinmeden iddia edebiliriz ki; dünya devletleri içinde din ve kültürel hoşgörü bakımından, önceki Türk Devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu da Avrupa devletlerinden fersah fersah ilerdedir.

Hatta davranışları ve uygulamaları zaman zaman kendi devlet ve milletine bile zarar vermiştir. Bu yanlış davranış şekli sebebiyle devamı niteliğindeki devlette bugün dahi sıkıntılar yaşatmaktadır.

Cumhuriyet Türkiye’sinde Demokrasi Anlayışı ve Uygulaması

Demokrasi bizim toplumda yanlış anlaşılan, yanlış anlatılan bir kavramdır. Öyle bir noktaya geldik ki bugünkü Türkiye’mizde herkes işine geldiği gibi demokrasiyi algılayıp, tarif edilmektedir.

Liberallerin demokrasi anlayışı farklı, İslamcıların da, Milliyetçilerin de farklıdır…

Hainlerin demokrasi anlayışı daha da farklı. Hain ihanetine kılıf hazırlamak için demokrasinin tanımını çekiştirip duruyor. Öyleyse bu konunun üzerine gidilmesinde fayda var.

Prof. Nurullah Aydın’ın “Economist” dergisinden alıntı ile destekli yazısında, “Gerçek demokrasi kavramı içinde; bölünme özgürlüğü yok, devletin kurumlarını altüst etme özgürlüğü yok. Gerçek demokraside yürütme, yasamaya hiçbir şekilde müdahale etmez. Yargı kararları lehte ise övülen, aleyhte ise yerilen duruma sokulmaz. Demokratik ülkelerde, yaşama hakkı kadar önem verilir” demektedir

1938’e kadar o günün koşulları ölçüsünde uygulanan/uygulanmaya çalışılan demokrasi 1938’den 1946’ya kadar olan zaman dilimi içinde kısmen de olsa “tek adamlık” uygulaması ile geri plandadır. 1938-1946 arası dönemin bir kısmı 2.Dünya Harbi şartlarına bağlanabilir ama o şartları da zorlayan insan hakkı ve hürriyet noktasından gerilere gidildiği de bir gerçektir.

1946 yılından itibaren topallayarak da olsa demokrasiye geçiş uygulaması başlamış, 1950’deki iktidar değişikliği ile ezilen baskı altında olan muhafazakâr kesim rahat nefes almaya, kişiler birey olduğunun, bireyin de haklarının olduğunun farkına varmaya başlamıştır.

1950-1960 yılları arasında muhafazakâr kesim rahat nefes alırken, bu döneme kadar etkin olan askeri ve sivil elit kadronun ağırlığı azalmıştır. Çoğunluğu kazanan siyasetçilerin kontrollerini kaybettiği dönemler olduğu gibi, bu dönemde de yapılan hatalar halk kesiminin rahatlaması sırasında da kendini göstermiş ölçüler kaçırılmış, yanlış uygulamalar yapılmıştır. O dönemde, İskender Öksüz Beyin tanımlaması ile “halkı demokrasiye kavuşturan Menderes’in gurura kapılıp ‘odunu koysam seçtiririm’ özgüveni sonucu gerçekten odunlar(!) seçilmek için sıraya girmişlerdir.”

1950 yılına kadar gücü elinde bulunduran asker ve sivil elit kesim bu tarihte gücü halka bırakmış ama buna ancak 1960’a kadar dayanabilmiş nizam dışı bir şekilde ihtilalle idareye el koymuş, üç devlet adamı idam edilmiştir.

Bu tarihten sonra Türkiye’nin siyasi ve demokrasi gücü rayından çıkmış ondan sonraki gelişmelerde zaman zaman doğru rotayı bulsa da istikrarını kaybetmiştir. Belirli aralıklarla muhtıra ve ihtilallerle yönetime müdahaleler olmuştur.

12 Eylül 1980 ihtilali sadece siyasi düzeni alabora etmekle kalmamış ekonomiyi, ülkenin birliği ve dirliği üzerinde de telafisi mümkün olmayan harabiyet meydana getirmiştir. Siyasi sahada 140 yıllık denge ve düzen yok edilmiştir. Hâlâ bunun sıkıntısı çekilmektedir.

12 Eylül hapishaneleri insanlık dışı işkencelerin yapıldığı yerler olmuştur. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere yurdun dört bir yanında yapılan bu işkence, vatanı ve milletinin bekası için çalışan, düşünen nesli de darmadağın etmiştir.

Enteresan olan hapishanede suçlu suçsuz gözetmeden yapılan bu vahşete rağmen o günlerde bölücü ve yıkıcı örgütlerin PKK bünyesinde toplanmalarına da göz yumulmasıdır.

12 Eylül ihanetinden sonra başlayan ikinci bir dikkat çekici uygulama da Kenan Evren’in konuşmalarında karşı çıkmasına hatta insanların manevi duygularına hakaret etmesine rağmen cemaatlerin oluşmasına göz yumulması, pasif destek verilmesidir.

Din bilgini gibi dini konuda görüş belirtme gücünü kendine vehmeden, Kenan Evren ve onlardan sonra gelen sivil yönetim Güneydoğu’daki bir cemaat şeyhini ziyarete giden kalabalıklara dur deme yerine irtibatlarını rahat kurmaları için zemin hazırlamıştır.

1983 yılından sonra da Turgut Özal ve yönetimiyle başlayan süreç yozlaşmayı körükleyen, değerleri zayıflatan, ekonomiyi bireylerde ilk ve tek unsur haline getiren, “benim memurum işini bilir” felsefesini resmileştiren bir uygulamadır.

2003 yılından bu tarafa, hepimizin şahit olduğu son dönemde, diktatörlüğe ve tek adamlığa giden bir süreç başlamıştır. Bozuk bir saatin günde iki defa doğru zamanı gösterdiği gibi, bu iktidarın doğru uygulamaları da elbette vardır. Ama millet unsurunu geriye atması, ülkeyi 36 etnik grup söylemi ile sıkıntılı bir duruma getirmesi, bölücülere destek verip onların şımarmasına vesile olması, ülkenin seksen küsur yıllık birikimlerini ve özellikle toprak satması vs. sebebiyle diğer iyi yaptıklarının hiç mi hiç geçerliliği yoktur. Çünkü istiklali, bağımsız vatanı, bayrağı, birliği, tek dili olmayan bir topluluk devlet olarak kalamaz.

Son zamanlarda her konuda ölçünün kaçtığı gibi, bu konuda da ölçü kaçmıştır.

Türkiye Demokrasisinde Sosyal Eşitlik

Demokrasi sosyal eşitliği sağlayan en önemli nizamnamedir. Ama ekonomik uçurumun olduğu yerde sosyal dengenin olması mümkün müdür?

Demokrasiye, fırsat eşitliği sağlayan bir yönetim şekli denir. Ama uygulamada maalesef yanlışlıklar yapılmaktadır. Yapılan yanlışlar bünyede yara açmaktadır. Bu da yönetenlerin demokrasiyi anlama ve uygulama konusunda engelli olduklarını gösterir.

Yapılan yanlışların, hataların ortadan kaldırılması için uğraşa ihtiyaç duymayanlar birileri istiyor diye haftada 10 kanun birden değiştirilmektedir. Şimdi de “yeni anayasa” diye devletin asli unsuru olan Türk milletini, Türklüğü geri plana atmak için soy inkârcılığı yapılmıştır. Bunu akıl ve mantıkla izah etmek mümkün müdür?

Demokrasi bizde bazıları tarafından maalesef milleti yok etme aracı olarak algılanıyor. Bazıları da aşağılık duygusu ile şu medeni ülke bunu yaptı biz de onlar gibi yapalım mantığı ile güvensizce bocalayıp, şuursuzluk gösteriyor.

Demokrasi bir devletin intiharı demek değildir. Temel değerlerinin dinamitlenmesine seyirci kalmak hiç değildir.

Demokrasi bahanesi ile fikri ve zihni azgınlıklar devletin ve milletin temel özelliklerine veryansın etmesi buna çevredekilerin de seyirci kalması, bence bireyin namusuna duyarsız kalması ile eşdeğerdir.

Her işte olması gerektiği gibi demokrasinin tanımı akılla yapılmalı, okunmalı ve yorumlanmalıdır.

 

* 1215 yılında İngiltere’de yazılan siyasi belge.

Yazar

Fuat Yılmazer

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar