Yükleniyor...
Bu yazıda Alvin Toffler’in “Şok” isimli eseri üzerinden “gelecek korkusu” konusunu işlemeye çalışacağım. Önemli bir gelecek bilimci (Futurist) olan ABD’li yazar Toffler, hayatın hızının insanı yoracak bir ölçüde çok fazla artmasıyla birlikte insanın, bir gelecek baskısı altına girerek “gelecek korkusu” yaşadığına dikkat çekmektedir. Yarınlardan duyulan endişe arttıkça bu duygu giderek korkuya dönüşmekte ve birey üzerinde “şok” etkisi yaratmaktadır.
Kitap 70’li yıllarda yazılmış, 1981’de Türkçeye çevrilmiştir. Ben, kitabı 1988’de okudum. Bugün tekrar baktığımda gördüm ki yazarın üstün sanayi toplumu için ileri sürdüğü öngörüleri çok büyük ölçüde gerçekleşmiş durumda. Diğer taraftan üstün sanayi toplumu seviyesinden henüz çok uzakta olan bizim gibi toplumlarda durum biraz farklı. Kitaptaki öngörülerin bir kısmı hayatımıza girmiş olmakla birlikte, diğer bir kısmı da henüz “yaşanacak gelecek” olarak önümüzde durmaktadır.
İnsanoğlunun geçirdiği ilk uygarlık evresi olan avcı-toplayıcı toplumlarda, yarın, bir ay veya bir yıl sonrası düşünülmezdi. Tarım toplumlarında ise gelecek mevsim ve gelecek yıl önemli bir endişe kaynağı olmaya başlamıştı. Kuraklık veya çekirge zararı gibi afetler ve yarınlarla ilgili belirsizlikler, zihinleri meşgul etmeye başlamıştı.
Sanayi devrimi ile hayat daha hızlı yaşanmaya başlayınca yarınlar insanın üzerine daha hızlı gelmeye başladı. İnsanoğlu birdenbire bastıran gelecek sorunlarının altından kalkmak için gelecek hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak veya geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak istedi. Gelecekle ilgili söylenen hiçbir şey kesinlikle doğru olmamakla birlikte eğilimleri değerlendirerek, istatistikî verileri yorumlayarak veya hayal gücü kullanılarak gelecek öngörüsü yapılmaya çalışıldı.
Kitapta, hayatın hızını, günlerimizi daha endişeli geçirmemize neden olacak ve bizi yoracak şekilde on-yirmi kat arttırarak bilinmeyen ve bilinmediği için de korkulan bir gelecek yaratığımız konusuna dikkat çekiliyor.
Bu kitap, yalın bir ifade ile değişimin baskısına uğrayan insanlara neler olacağını anlatıyor. Yarınlarda varacağımız evreleri ele alıyor. İnsanoğlunun kişisel işlerinde ve toplumların varoluşlarında değişimin hızını denetlemeyi en kısa zamanda öğrenememesi durumunda kitle halinde uyum sağlayamamaktan ötürü kötü sonuçlarla karşılaşacağına dikkat çekiliyor. Kitapta, insanın hız dürtüsünün gelişimi farklı bir örnekle açıklanıyor.
“İnsan hızı M.Ö. 6000 yılında deve kervanıyla saatte 13 km idi. 1784 yılında posta arabasıyla 16 km’ye ulaştı. 1880’de buharlı lokomotiflerle 80 km’ye çıktı. 1938’de havacılar 140 km’yi ve 1960’da roketler 7000 km’yi yakaladı. Daha sonra uzaya fırlatılan kapsüllerde, insanın hızı saatte 23.000 km’yi buldu. Bu hızlanmanın sebebi, teknolojinin kendi kendini beslemesidir. Günümüzdeki hızlı değişimin yakıtı bilgidir. O da hiç şüphe yok ki yayıma dayanır. Bugün dünyadaki kitap yayım hızı, günde bin kitaptır. Bilimsel ve teknik literatür ise yılda 60 milyon sayfadır. Francis Bacon’ın ‘Bilgi güçtür.’ sözü günümüzde ‘Bilgi değişimdir.’ biçiminde değiştirilebilir.”
Yazar, değişim hızını, iktisatçı ve sosyal düşünür olan Kennet Boulding’in “İnsanlık tarihini ikiye bölen çizgi doğum günümden geçer.” sözü ile açıklıyor. İnsanlık tarihinin son elli bin yılını düşünürün yaşına (62) bölünce, sekiz yüz yaşam süresi geçirildiği ortaya çıkıyor. Buna göre son yaşam süresinde insanlık tarihinin geçirdiği değişimin ondan önceki tüm insanlık tarihindeki (799 yaşam süresindeki) değişim kadar olduğu bulunuyor.
Hayatın daha hızlı yaşanması, insanın eski hayat tarzına nazaran bir dizi değişikliği hemen hemen eşzamanlı olarak yaşamasına neden olmaktadır. Kitapta öngörülen değişimlerden bazıları şunlardır.
“…Geçmişin uzun süreli az sayıda arkadaşlığının yerini, gelecekte kısa süreli çok arkadaşlık kavramı alacaktır. İnsanlar arası ilişkiler daha geçici bir nitelik kazanacak, berber, garson, tamirci gibi insanlarla kurulan ‘modüler ilişki’ tipi hayatımızda önemli bir yer alacaktır. Günümüzde insan ilişkilerinin oluşma ve unutulma temposu hızlanacaktır. Sosyal statüsü yüksek olanlar ile daha zengin insanlarda bu durum daha belirgin olacaktır. Zira yoksulların dayanışma ihtiyacı, insan ilişkilerini biraz daha sıkı tutmalarını gerektirmektedir. Komşuluk, hemşerilik, vatandaşlık ilişkilerinin yerini; şirket, meslek, arkadaşlık bağları alacaktır. (Burada vatandaşlık ilişkisinin önemini kaybedeceği düşüncesinin küresel bir dayatma ve propaganda olduğuna dikkat çekmek isterim. A.B.) Çekirdek aile parçalanacak, çocuk yapmaktan vazgeçilecek, giderek ‘solo yaşam’ olarak ifade edilen yaşam tarzı yaygınlaşacaktır…”
Kitapta, üstün sanayi toplumuna geçişte yaşanması öngörülen bu değişimler, bizim gibi aynı uygarlık seviyesine ulaşamamış toplumlar için de söz konusu olmaktadır. Zira iletişimin çok hızlanması toplumlar arası kültür alışverişini de hızlandırmıştır. Kitapta değinilmese de bu aynı zamanda hızlı bir “kültür değişmesi” anlamı taşımaktadır. Kitapta bundan başka öngörülere de yer verilmiştir.
“…İnsan ilişkilerindeki değişime paralel olarak, insan nesne ilişkileri de kâğıt peçeteler, mendiller, havlular, pet şişeler, hazır yiyecek kapları gibi ürünlerle ‘kullan at’ tarzına dönüşmüştür.
…Hızlı yaşam göçebe bir toplum yaratmıştır. Uzaklık anlamını yitirmiştir. Günümüzde insanlar iş ve eğlenmek için çok gezmektedir. Bu hareketliliğin teknolojik simgesi ise ‘otomobil’ dir. Mülkiyete bağlı yaşam, artık daha az özgür olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle ev kiralama da ev edinmeye göre daha tercih edilir olmuştur. Kültürel ve ekonomik yönden daha iyi durumda olanlar daha hareketli kesimi oluşturmaktadır.
Gelecekte ‘Adhokrasi’ denen bir örgüt tipi gelişecektir. Bu nesnelerinkine benzer bir ‘kullan at örgütü’dür. Bunlar, üyeleri belli bir sorunu çözmek üzere bir araya gelen ve dağılan geçici ekiplerdir. Bunlar bürokrasiden daha önemli olacak, bürokrasi çökecek ve belki de onun yerini alacaktır. Çünkü değişim hızı bürokrasinin uyum sağlayamayacağı bir düzeye erişecektir. Adhokraside yetenek ve mesleki eğitim önem kazanacak, bürokrasideki gibi kişinin unvanı önemli olmayacaktır.”
Hemen belirtmem gerekir ki üstün sanayi toplumu için işlevsiz, hatta ayak bağı olarak görülen bürokrasi, bizde tam tersine liyakat gözetmeksizin güçlendirilmekte, şişirilmekte ve hantallaşmaktadır.
Yazar, hayatın hızlı akışına ayak uyduramayıp, gelecek şokuna maruz kalacak ve onunla baş edemeyecek dört tip kurbandan söz etmektedir.
“1-Değişimi inkâr eden kişi,
2-Uzman kişi, ki bunlar değişimi sadece uzmanlık alanlarında takip ederler. Bir sabah kalktıklarında uzmanlıklarının sona erdiğini görecek ya da kendi görüş açılarının dışında gerçekleşen olaylar sonucu akıllarının alamayacağı bir değişime uğrayacaklardır.
3-Tutucular, yani geriye dönük yaşayanlar. Bunlar kararlarına ve alışkanlıklarına tutucu bir şekilde bağlı olduklarından sürekli bir değişim şokuna maruz kalacaklardır.
4-Hayatı basite indirgeyenler, bunlar basit bir yaşam biçimi seçerek, mutsuzluklarını azaltmaya çalışmaktadırlar. Eroinmanlar gibi.”
Kişinin yaşam biçimini, üyesi olduğu alt kültür ortaya koyduğuna göre, alt kültürler arttıkça yaşam biçimleri de çoğalacaktır. Kişi bir bakıma daha iyi, daha etkin, daha saygın ve daha az yalnızlık çeken biri olmak için bu alt kültür yaşamını benimseyecektir. Alt kültürle ilişki kurulduğunda topluluk da kişiye baskı yapmaya başlayacak ve alt kültürler arasında kalmak kişiyi bunalıma itebilecektir.
Günümüzde üstün sanayi devriminin güçlü etkileri toplumu dağıtmakta, küçük sosyal topluluklar, kabileler, mezhepler oluşmaktadır. Kayak yapanlar, tenis oynayanlar, x okulu mezunları, sörfçüler, yelken kulübü üyeleri…vs.
Değişimi karşılamak, değişime ayak uydurmak ve değişim şoku yaşamamak bir birey için ne kadar önemliyse, toplumu geleceğe hazırlayan ve toplumun geleceğine yön veren politika yapıcıları için de son derece önemlidir. Bireyleri geleceğe hazırlamak sonuçta toplumu da geleceğe hazırlamak anlamını taşıdığına göre, işe bireyden ve onun eğitiminden başlamak gerekmektedir.
Yazar 70’li yıllarda ABD’deki eğitim sisteminin sanayi toplumuna göre kurgulandığını, bu sistemin üstün sanayi toplumunun ihtiyacı olan insanları yetiştiremeyeceğini ve dolayısıyla dönüşmesi gerektiğini iddia etmektedir. Devamla; yarının toplumunda makinelerin rutin görevleri, insanların ise akılcı ve yaratıcı görevleri yükleneceklerini, geleceğin eğitiminin, öğrenciyi sınıftan çıkaran, gözlem yapmanın ötesinde toplum yaşamına katılmaya zorlayan dinamik bir eğitim olacağını vurgulamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında günümüz Türkiye’sindeki eğitim sistemimizin, “Duygu ve değerlere dayalı bir düşünce tarzını yerleştiren, sorgulamayan, merak etmeyen, ezberci, donanımsız” bireyler yetiştirmesi, üstün sanayi toplumunu bir yana bırakalım, maalesef, “sanayi toplumunun” bile ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu gözlenmektedir. Orta eğitimde iki milyon imam hatipli öğrenciye karşılık, çok az fen bilimleri okuyan gencimiz bulunmaktadır. Eğitimin yetkililerce “kindar ve dindar nesil yetiştirme” veya “cenaze yıkayacak insan yetiştirme” hedeflerine indirgendiği de bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Toplumumuzda merak etme, yenilik peşinde koşma ve başarı rekabetine yönelme yoktur. Türkiye’de toplumun büyük bir kesiminin yaşadığı hayatı ve var olan kültürü ile ithal teknolojik ürünler arasında bir kopukluk bulunmaktadır. Hızlı değişimi anlamakta ve kavramakta sıkıntı çeken bu kesim, çıkar yol olarak kendisini değişimi reddeden tarikatların ve cemaatlerin kucağına atmaktadır. Bireyler orada değişimi reddeden diğer mensuplarla birlikte geçmişin zaman tünelinde adeta bir “sanal asr-ı saadet döneminde” güya mutlu yaşamaktadırlar.
Sonuç olarak; her insanın az veya çok gelecekle ilgili endişeleri ve korkuları vardır. Bunun dışında insanlar toplumsal sorumlulukları gereği ülkelerinin geleceği ile ilgili endişeler duyarlar. Günümüzde birçok insan için ülkemizin geleceği ile ilgili endişeler-korkular kişisel olanların çok önüne geçmiş durumdadır. Zira gelecekte büyük sorunlar yaşayabilecek bir ülkede, kişisel mutlulukların hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Toplumun geleceği karşılayabilmesi ve bir gelecek şoku yaşamaması için önce bireylerinin eğitilerek geleceğe hazırlanması gerektiğini vurgulamıştık. Sonraki aşamada yazar, gelecekle ilgili yeni ve radikal bir yaklaşıma ihtiyaç bulunduğunu, bunun da “çoğulcu katılımcı demokrasi” ile mümkün olduğuna dikkat çekmektedir. Üstün sanayi toplumu için demokrasi bir lüks değil, vazgeçilmezdir. Siyasette, sanayide ve eğitimde kararlardan etkilenecek kitlelerin katılımı sağlanmadan hedef belirlemek mümkün olmayacaktır; ancak “çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi” anlayışı ile üstün sanayi toplumunun hedefleri belirlenebilir ve bu hedeflerin gerektirdiği kurumsal yapılar oluşturulabilir. Ancak o zaman “gelecek” bireyler için de toplum için de endişe edilecek veya korkulacak bir olgu olmaktan uzaklaşacaktır.