Yükleniyor...
Bugünlere hiç benzemeyen başka bir dünya, başka bir ahlâk telakkisi, başka bir sevgiydi o. 1944’ün kahramanları kayıtsız şartsız sevgiye, saygıya lâyık insanlardı. “Acaba ağırlıkları ile bizim bugünkü pozisyonumuzu hafifletirler mi? Ölsünler de ondan sonra sevdiğimizi söyleriz” gibi soysuz endişeler yoktu.
1960’da radyodaki sesi tanıyanlar tanımış ve haber yıldırım hızıyla yayılmıştı: O erkek ses, 1944’ün kahramanlarından Alparslan Türkeş’indi.
Ondörtlerin sürülmesi, sonra dönüşleri. Son Havadis, Yeni İstanbul gazeteleri, Millî Yol dergisi. Millî Yol’u İsmet Tümtürk Beğ çıkarıyordu ve o derginin sayfalarında Atsız Beğ’in, Nejdet Beğ’in kaleminden zamana bakardık. Yeni İstanbul’da Yeni Delhi’den röportaj yayınlanmıştı; bizler yazılanlar kadar yazılmayanlardan da anlam çıkarmaya çalışırdık.
Sonra kara yoluyla Türkiye’ye giriş. Şehir şehir dolaşma…
Türkeş Beğ’le ilk karşılaşmam İzmir’de Avukat İhsan Koloğlu’nun yazıhanesindedir. Tek tek sayamam ama muhtemelen Hüsamettin Gülcür ağabey, Hasan Oraltay, Ömer Işık, Muzaffer Hiçyılmaz’la birlikte olmalıydık.
Ben üniversite öğrencisi olduğuma göre Bican yanımızda değildi, o İstanbul’da okuyordu. Elimi sıktı, ne okuduğumu sordu. Sonra gözlerimin içine bakarak okuduğumun Türk Milliyetçiliği için ne kadar önemli olduğunu söyledi. Öyleydi o zamanlar. Ahmet’in eli sıkılırken Mehmet’e bakılmazdı…
Sonra darbeler, karşı darbeler, darbe teşebbüsleri…
Sarsıla sarsıla geçirdiğimiz bu depremli zamanların içinde o bazen Türkeş Beğ, bazen Albay, bazen “Ali Bey”di. Bu sonuncusu, şartların gizlilik gerektirdiği dönemlerde ortaya çıkardı. 1960’lar gibi…
Ne gariptir, yirmi yıl sonra 1980 Eylül’ünde bizim evden açılan telefonlar yine Ali Bey’le konuşuyor veya başkalarına Ali Bey’den bahsediyordu. Şimdilerde ortalığı dolduran nefret neferlerinden biri geçenlerde sosyal medyada, “Başbuğ dememek için Türkeş Bey diyorlar hainler” gibi bir şeyler yazdı da kaç toplantıda, kaç kongrede Türkeş Beğ’in “şu başbuğ sloganını susturun” talimatının salonda yayılması için gençlerin nasıl koşuştuğunu hatırlayıp kendi kendime gülümsedim.
O, uluslar arası görevlerde başarıyla Türkiye’yi temsil etmiş bir Türk subayıydı. Bir bakıma diplomat da sayılırdı. İngilizce’ye hâkimdi. Benim mütevazı kitaplığımdan Clausewitz’in İngilizce tercümesini (On War) ve Edward Luttwalk’ın “Coup d’Etat”sını ödünç aldığını hatırlıyorum.
Tebessümü sâriydi. Daha ilk selamdan sonra onun gülümsemesine katılıp gülümsediğinizi fark ederdiniz. Bugünkü nesiller Türkeş Beğ’i hep sert talimatlar veren, öfkeli bir insan sanır. Türkiye’nin o günlerdeki şartları gerçekten sertlik ve öfke gerektiriyordu. O da dışa dönük yüzüne o gereği yansıtıyordu.
Ben bunu bir keresinde, “Türkeş Beğ, Türkeş taklidi yapıyor” diye tarif etmiştim. Şimdikiler de Türkeş Beğ’in Türkeş Beğ taklidi yapmasının taklidini yapıyorlar.
Haksızlık olmasın; o nesiller hep öyle kibar, nazik, sevgi dolu insanlardı. 1944’lülerden bütün tanıdıklarımız, Atsız Beğ, Nejdet Beğ, Refet Körüklü, Zeki Sofuoğlu… On dörtlerden bütün tanıdıklarımız: Dündar Ağabeyimiz, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Rıfat Baykal… Hepsi Arif Hoca’nın bayrak için söylediği özelliklere sahiptiler: Barışın güvercini, savaşın kartalı.
Ne kadar mutlu bir tesadüftür! 1972 yılından itibaren evlerimiz yan yanaydı. Biz Kader Sokak 1 numarada, onlar Kader Sokak 3 numarada idi. Eşim Emine Işınsu ile birlikte Türkeş Beğ’i ve ailesini, nezaket ve sevgi meleği eşi Muzaffer Hanım’ı, on yıllarca arkadaşlık ettiğimiz Umay ve Çağrı’yı orada tanıdık.
Güzel olayları da vahim olayları da orada paylaştık.
Dündar Beğ’in vefatını bize Türkeş Beğ haber vermişti.
Kıbrıs çıkarmasını, Ecevit dönemini hep orada paylaşmıştık.
Yıllar sonra 12 Eylül felaketini ve o diktadan kurtuluş stratejisini de orada tartışmıştık. Tuğrul 12 Eylül’den itibaren tam gün hareketin içindeydi.
1980 öncesi MHP’sini mutlaka ama mutlaka birilerinin yazması gerektir.
Yukarıda bahsettiğim “taklitler”den ötürü insanlar partiyi “kodu mu oturtan”, “hart hurt” bir yer sanırlar.
Yönetim Kurulu’nun gerçekten yönetim kurulu olup partiyi yönettiğini, genel başkanın pek az konuda arkadaşlarını dinlemeden rey beyan ettiğini, hatta bazen, Genel Başkan’ın teklifinin değil, kurulun benimsediği başka bir teklifin kabul edildiğini bilmezler. Meselâ Türkeş Beğ, Ankara’dan aday olmak istediğini açıkladığı halde kurulun Adana’yı uygun gördüğünü ve onun da bu karara uyduğunu…
1980 öncesi Milliyetçi Hareket Partisi o günlerin Adalet Partisi’nden de Cumhuriyet Halk Partisi’nden de daha hürriyetçi, insana daha saygılı bir teşkilattır. O saygı ve sevgiyle ve mahallî inisiyatif imkânıyladır ki diğerlerine nisbetle daha küçük sanılan hareket koskoca Türkiye’yi sallamış, sürüklendiği uçurumdan döndürmüş, okul okul, semt semt, şehir şehir savunmuştur.
Türkeş Beğ 1980 öncesi MHP’sinde zayıf olduğu için mi bu derece hürriyetçiydi? Hayır. Tam tersine güçlü, fakat liderliğin ne olduğunu bilen bir lider olduğu için öyleydi. Dışardan gelen bir Yönetim Kurulu üyesi daha otoriter olmasını tavsiye ettiğinde, “Hayır, doğrusu budur ve ben böyle olmasını arzu ediyorum” demişti.
Atsız ve arkadaşları—ki Türkeş Beğ de o şerefli grubun bir üyesiydi—Türkiye Cumhuriyet’nin ilk muhalif milliyetçi hareketidir.
Türkeş Beğ ve arkadaşları Türk Milliyetçiliği’nin ilk siyasî parti hareketidir ve bize siyasetin, hareketin değerini ve yapabileceklerini göstermişlerdi.
Albayım’ın, Ali Bey’imin, Türkeş Beğ’imin, başbuğumun mekânı cennet olsun.