Bir Yıl İçerisinde ‘Arap Baharı’ndan Orta Doğu’da Kırılan Fay Hatlarına
Bir Yıl İçerisinde ‘Arap Baharı’ndan Orta Doğu’da Kırılan Fay Hatlarına
Her şey 17 Aralık 2010’da Tunus’un merkezine yakın bir yerdeki Sidi Bouzid şehrinde pazar esnafı Muhammed Bouzazi’nin kendisini yakan ateşi çakmasıyla başladı.[1] Böylece Tunus’ta başlayan ve 23 yıldır ülkeye bir türlü demokrasiyi ve özlenen hakça düzeni getiremeyen, aksine akrabalarının ülkeyi bir çiftlik gibi kullandığı iddia edilen Tunus’u takiben, Afrika kuzeyindekiler başta olmak üzere, neredeyse tüm […]
Her şey 17 Aralık 2010’da Tunus’un merkezine yakın bir yerdeki Sidi Bouzid şehrinde pazar esnafı Muhammed Bouzazi’nin kendisini yakan ateşi çakmasıyla başladı.[1] Böylece Tunus’ta başlayan ve 23 yıldır ülkeye bir türlü demokrasiyi ve özlenen hakça düzeni getiremeyen, aksine akrabalarının ülkeyi bir çiftlik gibi kullandığı iddia edilen Tunus’u takiben, Afrika kuzeyindekiler başta olmak üzere, neredeyse tüm Arap ülkelerine yayıldı. Tunus’ta Zeynelabidin Bin Ali, halkın direnişine dayanamayarak tası tarağı topladığı gibi, valizlerini hazır tuttuğu “yerde hazır” uçağıyla yurt dışına kaçtı. Kaçarken de eşinin 1.5 tonluk altın külçelerinin de götürüldüğü duyuldu. İşte bu gelişme adeta Orta Doğu’da sosyolojik ve siyasi fay hatlarının piminin çekilmesi gibi bir etki doğurdu…
Mısır’da 30 Yıllık Mübarek’i, Libya’da 42 yıllık Kaddafi’yi Deviren Arap Baharı’nın Sebepleri
Tunus’taki bu yangın bir domino etkisi yaratarak tüm Arap dünyasını sardı. Önce Mısır, sonra da Libya’da olabilecek en ağır etkileri bıraktı. Tunus’taki karışıklığın en yakın takipçisi olabilecek ülke Mısır’dı. Zira Mısır ve Tunus iki açıdan birbirine benziyorlardı. Birincisi yönetimlerin sözde demokratikleşme çabası içerisinde bulundukları yanlışlığıydı. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek 30 yılı aşkın bir süre Cumhurbaşkanlığı makamını işgal ediyordu. Oysa tarihte bu kadar uzun süre hüküm süren kral sayısı bile çok azdır.
Demokrasinin olmazsa olmaz iki önemli koşulu şöyledir: (1) Siyasi partiler ve hür seçimlerin mevcudiyeti. (2) Başta belirli bir süre için seçilen devlet başkanı mevcudiyeti. Bunlardan ilki özürlü de olsa Mısır’da mevcuttu. Zira Cumhurbaşkanının neredeyse ölünceye kadar devamlılık içerisinde bulunduğu bir yerde demokrasiden söz edilemez. Mısır’ın bu durumu, İran’la kıyaslandığında, İran dahi demokrasiye daha yakındır. En azından cumhurbaşkanı ard arda en fazla iki dönem (toplam 8 yıl) seçilebilmektedir.
Tunus’la Mısır arasındaki ikinci benzerlik ise, iki ülkenin de turizm vasıtasıyla dışarıya dönük yapısıydı. Tunus, turizm vasıtasıyla Avrupalıyı çekebilmek için yoğun bir çaba harcarken, Mısır sahip olduğu eski Mısır medeniyetinin eserlerini görmeye gelen Avrupalı ve Amerikalı turistler için oldukça çekici bir ülkedir. Demokratik Avrupa ülkelerinin insanları ile her iki ülke insanlarının ilişkileri devam etmekte, dolayısıyla en azından okumuş ve aydın kesiminde ülkenin despot yönetimine karşı öfke seli giderek kabarmaktaydı. Buna Mısır’daki artan Müslüman Kardeşler gibi, İran İslam Devrimi’ni örnek alan ve İran’dan desteklenen bir grup var iken, Tunus’ta da kuşkusuz ki, o dönemdeki Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin azalan etkisinin rolü büyüktü.
Tunus ve Mısır’daki bu gelişmeler, aslında iletişimin ışık hızına ulaştığı 21. yüzyılın başlarında, totaliter yönetimlerin sonunu işaret eden olağan sosyolojik gelişmeler gibi de görülebilir. Kuşkusuz ki bu gelişmeleri hızlandıran dış etkenler de mevcuttu. Bunlardan ilki, 2008-2010 dönemindeki küresel ekonomik krizin tüm dünyada duyulan olumsuz etkisinin, bu ülkelerde de tüm çarpıcılığıyla yaşanmış olmasıydı. Hele de vatandaş krizden ıstırap duyarken, diktatörlük heveslisi yöneticilerin vurdumduymaz tavır ve aymazlık içerisindeki yaşam tarzlarının devamı, olayları tetiklemeye yardımcı olmuştu. Hele de bunların Wikeleaks belgeleri ile servis edilerek, yalanlanamaz bir şekilde ifşası, bardağı taşıran son damlalardı. İlle de “öküz altında buzağı aramak”, yani komplo teorileri üretmek yerine, sosyolojik gelişmelerin akışına bakmanın da bilimsel bir yarar sağlayacağı düşünülmektedir.
Bu arada Fas ve Cezayir gibi diğer Kuzey Afrika ülkelerinde bile Arap Baharı hissedildi. Aslında Cezayir, biraz daha farklıdır. Zira Cezayir’de 1990’lı yılların başında benzer olay yaşanmış, oyun büyük bir yüzdesi alan FIS, petrol vanası başına oturan ve petrol şirketlerinin kontrolündeki eski darbeci yönetime başkaldırmıştı. Bu başkaldırı, 2000’li yılların ortalarında, yapılan uzlaşma ve FIS’in yönetime ortak oluşuyla sona ermiş gibiydi. Yani Cezayir’de Tunus’taki gibi bir diktatörlük yerine, daha radikal İslami çizgideki bir yönetim işbaşındadır.[2]
Tunus’un ardından Mısır’a bulaşan “Arap Baharı”; Ürdün Kralı Abdullah’ın, Körfez Ülkelerindeki şeyhlerin, Yemen’in, Sudan Lideri el-Beşir’in, İran cumhurbaşkanlarının, hatta Kuzey Kore’ye kadar tüm diktatörlük heveslisi ülkelerin akıbetinin bu sosyolojik gelişmelerden etkilenmekten kurtulamayacağına işaret etmekteydi. Bu kapalı rejimlerin diktatörleri, ya da diktatörlük heveslisi liderlerinin bazılarının direnişçileri caydırmak maksadıyla şiddeti arttırmayı deneyecekleri belliydi ve denediler de. Bu tutumunun bir süre sonra bumerang gibi kendisine döneceğinin bazıları tarafından görülemediği anlaşıldı. Oysa bu sosyal olgudan kaçış mümkün değildir. Demokrasi özürlü olsa da, hatta Suudi Arabistan gibi monarşi ile yönetilse de, bu ve benzeri ülkelerde, ülke gelirlerini insanlarının ve ülkenin geleceğine mümkün olduğunca daha fazla hasreden ülkelerde bu sancı daha hafif atlatılabilecektir. Ancak, onların da bu domino, ya da “füzyon” etkisinden kurtulmakta pek fazla şansları olduğunu söleyebilmek de mümkün değildir!
“Arap Baharı”nda ABD’nin girişimlerinin beklenenden az olduğu söylenebilir.[3] ABD’deki küresel krizin etkisini de dikkate alan bazı düşünürler tarafından, ABD’nin Arap Baharı’na müdahalede “çekimser” kalınması da önerildi. Woodrow Wilson Center adlı ve yaklaşık 20 yıldır ABD Dışişleri Bakanlığı’na Arap-İsrail Görüşmeleri’nin danışmanlığını yapan Aaoron David Miller de böyle düşünenlerdendi. Miller, her ne kadar “Arap Baharı”nın ABD’nin çıkarları açısından önemli olduğuna vurgu yapsa da, “Fakat bu bizim hikâyemiz değil!” şeklinde tepki vermiştir. Miller, “Politik gerilimi azaltmak ve çözüme doğru çalışmak için fırsatları değerlendirmek üzere bakabilir, bilhassa da Arap-İsrail arenası açısından da değişimi ekonomik ve teknik yardımlarla destekleyebiliriz. Ancak bu bölgelerde değerlerimizi ve çıkarlarımızı sürdürecek ve politikalarımızı destekleyecek kamuoyu düşüncesi için gücümüzün ve etkimizin sınırları vardır. Buna rağmen, büyük bir güç olarak bölgeye angaje olduktan sonra geri çekilmek de dikkat çekmemelidir!” şeklinde sözlerini sürdürdü.[4]
Harvard Üniversitesi tarih profesörü Niall Ferguson Arap Baharı’nda yaşananları “küresel öfke patlaması” olarak tanımladı. Ferguson’a göre “işgal edilen meydanlar, kurulan çadırlar, kullanılan göz yaşartıcı gazlar Afrika’dan Orta Doğu’ya, Amerika’dan Avrupa’ya dünyayı etkisi altına alan isyanların tek ortak noktaları” da değildi. İngiliz The Guardian, gazetesine göre Arap ülkeleri dışında da tüm dünyayı saran “isyan ateşinin” farklı kıtalarda üç ortak noktası mevcut olup şöyledir:
“1. İsyanların ortasında gençler vardı. Çünkü neoliberal ekonomik sistem en çok işsiz kalan gençleri vurdu. Tüm ülkelerde var olan düzenden en fazla yara alan gençler, güç yapısına alternatif geliştirmek, düzeni değiştirmek için mücadeleye koyuldu.
2. Mısır lideri Hüsnü Mübarek’in devrilmesi, medya imparatoru Rupert Murdoch’un telekulak skandalında sorgulanması gençlere geleneksel kurumsal otoritelerin yıkılabileceği fikrini verdi. İnsanlar düzeni değiştirmek için meydanları doldurdu.
3. İsyanların en büyük ortak noktası ise organize olma şekilleri. Hem Arap dünyasında hem de son İngiltere ayaklanmalarında, insanlar sosyal medya araçları üzerinden organize oldu. Facebook ve twitter gibi sosyal paylaşım siteleri, insanların daha kolay ve hızlı organize olmasını sağladı.”[5]
Haziran 2011 içerisinde yapılan bir ankette 17 farklı Arap ülkesindeki sonuca göre, giderek yükselen “Arap Baharı” kargaşası sebebiyle kötümserlik ve korku artış kaydetmekteydi. Körfez ülkelerinde endişe giderek yükselirken, “Arap Baharı”nın ilk çıktığı Kuzey Afrika ülkelerinde çok farklı bir atmosfer vardı ve iyimserlik oldukça yüksekti. Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinde ankete katılanların %75’i beş yıl içerisinde demokrasiye geçeceklerine inandıklarını bildirdiler. Gene aynı ülkelerdeki insanların %60’ı, bu hareketin “organik” (yani kendiliğinden meydana gelen) ve “Evde başlayan” bir hareket olduğuna inanmaktaydı. Çoğunluğuna göre ana sebep; bölgesel sorunlar içerisinde yer alan işsizlik ve ekonomik isteklerdi.[6]
Yakın Doğu’da Arap Baharı ve Türkiye
Türkiye’nin komşularına bakıldığında, Batı komşuları dışında bu gelişmelerden etkilenmeyecek ülke neredeyse yok gibidir. Özellikle Türkiye ile birlikte 2010 yılında “Orta Doğu Dörtlüsü” adı ile ortaya çıkan ve Türkiye’nin lokomotif role soyunduğu bu sözde oluşumun üyelerinin (Lübnan, Suriye ve Ürdün) üçü de, daha başlangıçtan itibaren bu gelişmelerden tedirginlik hissettiler.
Zaten mevcut iç dengelerin kararsızlığı, ülkeye dışarıdan müdahalenin fazla olduğu Lübnan’da hükümet bunalımı çıktı. Ürdün Kralı Abdullah ile Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad da olabildiğince tedirgin oldular. Özellikle Esad, Arap Baharı sebebiyle içeriden ve dışarıdan giderek artış kaydeden baskılara karşı koymak için büyük çaba sarf etti. Ancak, zaman aleyhine işlemeye devam etti…
“Arap Baharı” ile birlikte “Orta Doğu Dörtlüsü” neredeyse zamanla unutulacak hale geldi. Türkiye’nin ekonomik ortağı olacak iken, Arap Baharı mağduru bu üç ülkede, özellikle de 900 km uzunluğunda sınırların bulunduğu Suriye’deki gelişmelerden Türkiye’nin de olumsuz etkilenmemesi mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Yani “komşudaki yangın” ister istemez Türkiye’yi de yangına karşı temkinli yaklaşılması gerektiğine işaret etti.
Yakın Doğu’da kuşkusuz ki Suriye’deki gelişmeler Türkiye açısından en dikkatli olunmasını gerektireniydi. Suriye’deki Arap Baharı’nın Tunus, Mısır ve Libya’dan daha farklı gelişmesi bekleniyordu. Bu üç ülkenin totaliter liderleri Zeynelabidin bin Ali, Hüsnü Mübarek ve Muammer Kaddafi için askeri kurumlar önemli aktörlerdi. Esad’ın Baas rejiminde ise, Suriye Silahlı Kuvvetleri bunun da ötesinde ve rejimle iç içe geçecek kadar yakındı.[7]
Suriye’de “Arap Baharı”nın başlamasının üzerinden yaklaşık 2 hafta geçtikten sonra 29 Mart 2011’de hükümet istifasını sundu ve Cumhurbaşkanı Beşşar Esad tarafından da kabul edildi. Esad’ın bu kararı öncesi binlerce kişinin Şam’daki büyük meydanda toplanarak Esad’a destek gösterilerinde bulunmuşlar, “kana kan, cana can seninleyiz”, “Allah, Suriye, Beşşar ve hepsi bu”, “Bir bir bir, Suriye halkı birdir” şeklinde, Esad ve rejimle dayanışma içerisinde olduklarını vurgulamaya çalışmışlardı.[8]
18 Nisan 2011 tarihli Washington Post gazetesinde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Suriye ile ilgili çalışmalarına yer verildi. Buna göre ABD Dışişleri 2006’dan itibaren 6 milyon dolarlık bir yardımı Suriye’deki çeşitli kuruluşlara göndermişti. Gerekçesi ülkedeki çeşitli kuruluşların “Özgürlük ve Demokrasi” vurgusu yaparak, rejimi değiştirmelerine katkı sağlamaktı.
Aslında ABD’nin Suriye’ye yönelik çalışmaları yeni de değildi. Uzun bir süredir Londra’daki Barada Tv’nin, Suriye’ye yönelik olarak rejim aleyhtarlığı yaptığı ve ABD tarafından desteklendiği de ileri sürülmekteydi.[9]
Burada “Neden Suriye?” diye sorulabilir. Cevabı ise şöyle açıklanabilir: Suriye de tıpkı Libya ve İran gibi, bir zamanlar ABD’nin tüm dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştığı “Terörü destekleyen şer ülkeler” sınıfına dâhildi. Üstelik Suriye’nin Hizbullah gibi İsrail’in canını acıtan Lübnan’daki örgütleri desteklediği iddiası da pek yaygındı. Hatta Filistinli Hamas’ın bile yöneticilerinin bir kısmı Suriye’deydi.
Suriye muhalefet hareketi Reform Partisi lideri ve ABD destekli olduğu ileri sürülen Ferid Kadri’nin The Wall Street Journal’da yayınlanan röportajında, “Suriye’nin iç ve dış cephelerde karşılaştığı temel sorunlar nelerdir?” sorusuna verdiği cevap, hedeflerinin “İran ve Hizbullah’ı zayıflatmak!” şeklindeydi. Kadri ayrıca, “Dış cephede Suriye her şeyden önce dünyadan soyutlanmış bir parya durumunda. Havayı zor soluyor. İran’ın paryası. Avrupa ve Amerika Esad zorbalığına son vermenin aynı zamanda İran ve Hizbullah’ı zayıflatacağını biliyor. Bu da başlı başına bizim durduğumuz yeri gösteriyor!” şeklindeki yorumuyla, bir bakıma Suriye’deki “Arap Baharı”na olası ABD ve AB desteğinin gerekçelerini sıralamaktaydı.[10]
Suriye’deki karışıklıkların arkasında sadece ABD’nin bulunduğunu ileri sürmek, buna karşılık İsrail’in rahat duracağını söyleyebilmek de mümkün değildir. Hizbullah endişesi, Wikileaks belgelerinde de açıklandığı üzere, İran’ın Türkiye üzerinden Hizbullah’a iletilmek üzere Suriye’ye silah ve mühimmat gönderildiği iddiaları dikkate alınırsa, İsrail’in de Suriye’deki kazanı biraz karıştırmak istemesinin hiç de güç olmayacağı anlaşılabilecektir.
Hele de Arap Baharı’nın rüzgâra dönüştüğü günlerde, İran doğalgazının Türkiye ve Irak üzerinden Suriye’ye, Suriye’den de Avrupa’ya taşınmasına yönelik projeler gün yüzüne çıktıktan sonra, İsrail’in olası girişimleri sürpriz sayılamazdı. Bu proje ile bir bakıma İsrail karşıtı üç ülke (İran, Suriye ve Türkiye) ile Irak Kuzey Yönetimi sebebiyle henüz karşıt olmayan Irak’ın bir araya gelmesine ve gelecekte İsrail’e karşı bir ittifak oluşturabileceği kaygıları dikkate alınmalıydı.[11]
17 Haziran 2011’de Global Research düşünce merkezinin Orta Doğu uzmanlarından Michael Chossudovsky’ye göre Cisr el-Şigur’da kesinlikle kitle halinde bir protesto hareketi yoktu. Bölge halkı çember içine alınmıştı. Hükümet kuvvetleri ile silahlı asiler arasındaki mücadele, medyanın dikkatine sığınmacı krizini tetikleyecek şekilde girmişti. 15 Haziran 2011’de Şam ana otoyolu üzerinde binlerce Suriyeli 2.3 km uzunluğundaki Suriye bayrağı ile kilometrelerce yürümüştü. Ancak bu hareket her nedense dünya basınının dikkatini çekmemişti.
Chossudovsky’ye göre Washington’un istediği, Suriye’de bir “kukla” rejimdi. Aslında “laik” bir düzene sahip Suriye’nin istikrarsızlaştırılması, ülke dışındaki çeşitli İslami organizasyonların da gayreti içerisindeydi. ABD ve AB’nin maksadı Suriye’deki halka özgürlük ve demokrasi getirmek değil, tamamen “otoriter yönetim” olarak adlandırdıkları Esad rejimini devirmekti. Aynı amaç için Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve gösterileri başlatan “14 Mart İttifakı” da çalışıyordu. Direnişçilerin silahları da büyük ölçüde ABD tarafından, finansman da yurt dışındaki Suriyeli muhaliflerce karşılanmaktaydı.[12]
Bu arada Beşşar Esad döneminde BAAS rejiminin sırtını dayadığı üç milli meselede (Lübnan, Hatay ve Golan Tepeleri) oldukça önemli fireler verilmişti. Bir bakıma Suriye’de Arap milliyetçiliğini körükleyen üç önemli toprak konusunda bırakın ileri gitmeyi, geri adımlar atılmıştı. “Ön bahçe” Lübnan’da 30 yıla yakın var olan Suriye kuvveti geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı.
Türkiye ile geliştirilen ekonomik ve siyasi ilişkiler sonucu Hatay üzerindeki talep “zımnen” de olsa yok derecesine inmişti. 1967’de kaybedilen Golan Tepeleri de hala İsrail’den alınamamıştı.
BAAS rejiminin Arap milliyetçiliğini körüklediği bu üç önemli “milli” meseledeki geri adımlar, ister istemez milli hassasiyetlerdeki değişikliğe de sebebiyet verebilirdi.
Arap Baharı’nın devam ettiği süreçte, aynı zamanda ABD’de Wall Street’te, Japonya’da, Almanya’da[13] ve hatta İsrail gibi ülkelerde de halkın, yöneticilere, özellikle de aşırı kazançları bulunan finans çevrelerine karşı gösterileri hız kazanıyordu. Bu tip gelişmeler “Arap Baharı”ndan farklı ve özellikle “Küreselleşme”nin aşırı ferdiyetçiliğe sebebiyet verdiği, kapitalizmin acımasızca bireysel ölçekte de sürdüğü bir değişimdi. Ancak, konumuz gereği bu tür “Baharlara” kitap içerisinde yer verilmedi. Zira netice itibariyle anılan ülkeler “Seçimle gelenin, seçimle gittiği” demokratik ve şeffaf ülkelerdi. Bu tip şeffaf ülkelerde kamu harcamalarının nerelere gittiği, kimin suistimal yapıp yapmadığı hukukçular tarafından ortaya çıkarılabilmekte ve genelde yapılanlar hiç kimsenin yanına kar kalmamaktaydı.
2011-2012 TBMM’nin açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, Suriye’de “Esad yönetimine güven kalmadığını” tekrarladı. Cumhurbaşkanı Gül, konuşmasının bir bölümünde Suriye Devlet Başkanı Esad için, “Kendi halkına karşı baskı ve şiddet kullanmayı sürdüren Suriye Yönetimi’ne artık güvenimiz kalmamıştır. Türkiye, her halükarda kadim dostu Suriye halkının yanında olacaktır” şeklindeki ifadeyle ayrıca “Orta Doğu’da Sünni-Şii çatışması uyarısında” bulundu.[14]
Suriyeli muhaliflerin İstanbul’da ofis açmaları için Türkiye’den 3 Ekim 2011’de gereken izin verildi. Böylece Suriye Ulusal konseyi (Milli Meclisi) resmi olarak temsil edilmeye başlandı. Suriye Ulusal Konseyi’nin “Genel Sekreteri” dışında 29 üyesinin bulunmasına karar verildi. Bunlar içerisinde biri “Başkan” olmak üzere, 7 kişilik “temsilci” seçildi. 66 yaşındaki ve Paris’te yaşayan Sosyolog Ghallion da beklentiler doğrultusunda başkanlığa getirildi. Suriye Ulusal Konseyi Eylül 2011 ortalarından beri muhaliflerin oluşturduğu ve 190-230 arasında üyesi bulunduğu ileri sürülen bir de “Kurucu Kongre” bulunmaktadır.[15]
Başbakan Erdoğan, 4 Ekim 2011’de, henüz BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik uyarı kararından önce, Güney Afrika seyahatinde iken, Suriye Lideri Esad’ı da babası gibi ölümlere yol açmakla suçlayarak, Suriye’deki ölümleri Türkiye’nin durdurup durduramayacağına ilişkin soruya oldukça sert bulunan şu cevabı verdi:
“Güvenlik güçlerinin savunmasız insanlara karşı yapmış olduğu bu ölümlerin, saldırganlığın hiçbir insani açıklaması olamaz, vicdani açıklaması olamaz. Bunları Sayın Esad’la çok konuştum. Demokrasiye geçiş süreciyle ilgili çok görüşmelerimiz oldu. Aslında dostluğumuz, arkadaşlığımız çok çok ileri olan bir anlayışımız vardı. Ama biz dostluğumuzu, arkadaşlığımızı ilkeler üzerinden sürdürmeliyiz. Eğer bu ilkeler çiğnenirse, bir kenara bırakılırsa o zaman biz o dost olan arkadaşı da bir kenara bırakırız. Çünkü bizim için aslolan Suriye’nin halkıdır, Suriye’nin kendisidir. Orada özgürlükler hiçe sayılmıştır. Yaklaşık 40 yıl olağanüstü hal orada vardı. Şu anda ‘olağanüstü hali kaldırdım’ diyor. Bunu diyen bir Cumhurbaşkanı, Lazkiye şehrini denizden bombalıyor. Geçmişte babasının Hama’da Humus’ta yaptığı o zamanki ölümler şimdi aynen bakıyorsunuz yeniden gündeme geliyor. Biz bunları hiç beklemiyorduk…”[16]
Aralık 2011 başlarında Suriye, Türkiye ile serbest ticaret anlaşmasını askıya aldı. Bu sebeple sınır kapılarında uzun kuyruklar oluştu. 5 günlük bir bekleyişin ardından tır ve kamyonlara geçiş izni 6 Aralık’ta verildi. Ancak, daha önce neredeyse yok derecesindeki gümrük vergisi %30’ yükseltilerek büyük bir yük getirmişti. Suriye üzerinden diğer Arap ülkelerine transit taşımacılık yapan kamyon-tırların geçiş ücretleri de iki katına çıkarılmış, evvelce 300 dolar olan akaryakıt fiyat farkı 800 dolara yükseltilmişti.[17]
Arap Birliği “Suriye’de Arap Baharı” İçin Devrede
Arap Birliği, Esad rejimi ile uzun görüşmeler, tavsiyeler ve pazarlıklar yapmış, ancak bir türlü Esad’la ortak paydalarda buluşamamıştı. Yani Esad’ın reform yapmasını ve şehirlerdeki askerlerini çekmesini, muhalefetle konuşmasını istemiş, ancak her defasında oyalama taktiği ile karşılaşmıştı.
27 Kasım 2011’de, Kahire’de yapılan toplantı sonucunda 19 ülkenin onayı ile Suriye’ye bir dizi yaptırım için karar aldı. Suriye’nin askıda olduğu ve 21 ülkenin oy verdiği karar oturumunda, Irak ve Lübnan karşı oy kullandı. Bu karara göre Suriye ile ticaret anlaşmaları askıya alınacak. Suriye devlet adamları için hava yoluyla dâhil, seyahat yasağı getirildi. Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamid bin Kazım’ın ifadesine göre, “Libya örneğinde olduğu gibi, Batı ile birlikte yaptırımların ortak faydası hedeflenmekte!” idi.[18]
Arap Birliği’nin Aralık 2011 başında yürürlüğe koyduğu Suriye’ye karşı yaptırımlarda, içinde Beşşar Esad’ın da bulunduğu 17 kişiye seyahat yasağı getirildi. Mahir Esad’ın yanı sıra bu kişilere Savunma, İçişleri bakanları ile gizili istihbarat biriminin başkanı ve üst düzey askeri temsilciler de dâhildi.[19]
Sonuç
Ekim 2011 başlarında Uluslararası Af Örgütü’nün yapmış olduğu resmi açıklamalar ve BM açıklamalarına göre, Tunus’ta başlayarak tüm bölgeye yayılan “Arap Baharı”nın acı bilançosu şöyle idi:
“- En fazla can kaybı NATO operasyonunun sürdüğü Libya’da oldu. Devrik lider Muammer Kaddafi’nin ardından yönetimi ele alan Ulusal Geçiş Konseyi yetkililerinin son yaptığı açıklamaya göre, 6 ay içinde 25 bin kişi hayatını kaybetti, 50 bin kişi ise yaralandı. En az 4 bin kişinin de kayıp olduğu ülkede ölü sayısının tahminleri de aşacağı düşünülüyor.
– Libya’dan sonra en fazla can kaybının olduğu ülke Suriye idi. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Suriye’de en az 100’ü çocuk olmak üzere 2.700 kişinin hayatını kaybettiğini, binlerce kişinin de hükümet güçleri tarafından gözaltına alındığını belirtiyor. Resmi olmayan kaynaklara göre ölü sayısı 5 bine ulaştı.
– Tunus’ta, hükümet karşıtı gösterilerde en az 200 kişi öldü.
– Mısır’da haziran ayına kadar yer yer süren çatışma ve olaylarda, resmi rakamlara göre en az 840 kişi öldü.
– Yemen’de hükümet karşıtı silahlı grupların düzenlediği saldırılar dışında, hala süren çatışmalar ve gösterilerde en az 200 kişi öldürüldü.
– Bahreyn’de Şii muhalefetin, Sünni yönetime karşı 14 Şubat’ta başlattığı ayaklanmada bugüne dek 30 kişi öldürüldü. Tutuklananların sayısı 1.400’e ulaştı.
– Umman’da da şubatta patlak veren gösterilerde iki kişi öldü. Çok sayıda muhalif hapistedir.”[20]
Yukarıdaki veriler nispeten erken temin edilenlerdi. 15 Kasım 2011 itibariyle daha açıklık kazanan verileri göre, en fazla ölüm olayı Libya’da yaşanmıştı. Sayısı için de 10 bin ila 30 bin arasında tahminler yapılıyordu. Mısır’da 846, Tunus’ta 300, Bahreyn’de 44 ve Suriye’de 4.341 kişi ölmüştü.[21]Çatışmaların sürdüğü Suriye’de bu rakam Aralık 2011 itibariyle 5.000’i geçmişti.
Küresel krizden etkilenen şeffaf ve demokratik ülkelerde seçimle gelenin seçimle gittikleri görüldü. Buna karşılık “Arap Baharı”nın kışa dönüştüğü demokrasi özürlüsü Arap ülkelerinde son bir yıl içerisinde Wikileaks belgeleri de internet’teki Twitter ve Facebook paylaşımı ile rejimler büyük ölçüde hırpalandı. Kimisi değişti. Bundan sonra da değişimlerin devam edeceği görülebilmektedir. Öyle ki, bu değişimden zengin Körfez Ülkeleri, İran, hatta Irak kuzey yönetimi bile nasibini alacak gibi görünmektedir.
Peki bu demokrasi özürlü ülkelere insan hakları ve demokrasi bundan sonra “hemen” gelebilecek mi? Ne yazık ki bu soruya “Evet!” diyebilmek mümkün değildir. Çünkü demokrasi oldukça güç öğrenilen ve güç uygulanabilen, sabır gerektiren bir rejimdir. 1876’da ilk Kanuni Esasi ve Meclis-i Mebusan’ı getiren biz Türkler bile hala sıkıntılar yaşıyoruz! Demokrasi özürlüsü bu ülkelerde ne yazık ki yeni istikrarsızlıklar birbirini takip edecek gibi görünmektedir.[22]
Türkiye açısından bakıldığında, Suriye’deki gelişmeler dışında aleyhine bir gelişme olduğu pek ileri sürülemez. Ancak, “stratejik ortak” Suriye ile köprülerin atılması, Suriye sınırına yakın illerde ekonominin süratle dibe vurmasına sebebiyet verdi. Bu gelişme, bir bakıma 1001’de Körfez Krizi sırasında Mersin-İskenderun limanlarından Habur kapısına kadar uzanan kara yolunun geçtiği yerlerdeki sıkıntıları hatırlattı.
[1] Wolfgang Günter Lerch, “Die arabische Revolution”, Die Politische Meinung, W. Bertelsmann Verlag, Mai. 2011, s. 42.
[2] Cezayir’deki FIS hareketinin çözümlemesi ile ilgili ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, Terör ve Terörizmle Mücadele, PKK Özeli ve Çözüm Arayışları, Berikan, Ankara, 2011, s. 93-98.
Bu kısımdaki bilgilerin alıntısı için bkz: Celalettin Yavuz, “Suriye Nereye? OHAL Kalktı Ama Suriye Durulacak mı?”, 21.04.2011, http://www.turksam.org/tr/a2386.html
[13] Gelişmiş ülkelerdeki bu sosyal adalet kavramının tartışıldığı konu için bkz: Celalettin Yavuz, “Arap Baharı ve Vahşi Kapitalizme Direniş: ABD’den Japonya’ya Kadar ‘Sessiz Çoğunluk’ Protestoları”, 17.10.2011,