Yükleniyor...
Size Kerulen Irmağı’nın Kölen Gölü’ne döküldüğü çay ağzındaki bataklıklarda geçirdiğim geceden bahsedeceğim…
Kamçıyla dayak yemiş çaresiz bir köpek gibi sızlanarak sazlıklar arasında gizlenmiştim. Bataklığın soğuğu, ya da pek yakın bir yerde konmuş olan Tayciyutlara yakalanma endişesinden ziyade başka bir şey beni korkudan tir tir titretiyordu.
Göl kenarındaki sazlıklarda geçirdiğim geceden iki gün önce düzlüklerde keyifle at sürüyordum. Baykal’ın güneyinde konmuş olan Kerayitlerin Yurtluğuna varana kadar da haftalarca yol gidecektim, tâ ki o üç Tayciyutla karşılaşana kadar…
Onları ilk fark ettiğimde öyle uzaktaydılar ki beni göreceklerine ihtimal bile vermemiştim, ama durum hiç düşündüğüm gibi olmadı. Ufuktaki üç küçük nokta gittikçe büyüyüp duruyordu. Sonunda tam da bana doğru gelmekte olduklarını anladığımda yorgun atımın onların güçlü atlarından kaçamayacağını bildiğim için yolumu değiştirmeden devam ettim.
Bu ıssız bozkırın ortasında sizi kaçırabilecek kadar kuvvetli bir atınız yoksa dövüşürsünüz ve kan davası güdecek akrabalarınızın gözlerinden uzaktaysanız kavgalar genellikle ölümle biter. Neyse ki o gün Yol Teñgri yanımda olduğu için bozkır kurdu, çakallar ve akbabalar tadıma bakamadılar.
Üç Tayciyut yeteri kadar yaklaştığında sadağımdan bir ok çektim. Kökçü ustanın sadece benim için yaptığı kök boyalarla al renge boyanmış kartal yelekli oklardan biriydi elbette. Bana ait bir oku hangi Nayman’a gösterseniz tanıyacaktır. Sahi yolunuz hiç Altay’ın güneyine düştü mü? Giderseniz beni sorun ve dost olduğumuzu söyleyin, kime söyleseniz bir çamçak kımız içer, yol için azığınız bittiyse de istemenize gerek kalmadan alırsınız.
Ne diyordum? Üç Tayciyut… Yeteri kadar yaklaştıklarında birini okla düşürdüm, ama bunu daha önce yapmadığıma pişman oldum, çünkü ben ikinci ok için davranana kadar çoktan yaklaşmışlardı bile. Yanımdan hızla geçen kargıyı durduran şeyin göğsüm olmadığına sevinmeye bile vaktim olmadan kılıcımı çekmek zorunda kalmıştım. Kılıçlarımızın ilk çarpışmasında basit bir oyun ile ikinci Tayciyut’u da tepeledim, adamın başı yuvarlanırken kula rengi atı başsız gövdesini alıp gitti.
Üçüncü ile çarpışmamız pek yaman oldu, doğrusu bileği kuvvetli ve tecrübeli bir bahadırdı. En ince kılıç oyunlarıma bile karşılık verebilecek kadar da zekiydi. Sonunda yorulduğumu fark edince beni yakalayarak atımdan düşürmek istediyse de başaramadı ve kendisi düştü, kargım göğsüne saplanırken çıkardığı ses Altay’ın eteklerinde kürkü için avladığım dağ sıçanına* benziyordu.
Öylesine aç ve yorgundum ki kavganın bitişi ile tüm gücüm bitti, gözümün karardığını, başımın döndüğünü hatırlıyorum. Kendime geldiğimde yanımda ne atım, ne kılıcım ne kargım… Hiç biri yoktu, cebemi bile üzerimden çıkarıp götürmüşlerdi ama ben en çok atımın gidişine ve tayganın kuzeyinde geyik besleyen halkın içinde yaşayan demirci ustasının elinden çıkmış av bıçağıma üzülmüştüm…
Belli ki bayıldıktan sonra oradan geçen bir hırsız uğrulamıştı beni. Gırtlağımı kesmeden gittiği için ona minnettarım! Ama koca bozkırın ortasında beni silahsız ve atsız bırakmanın işkence ile yavaş yavaş öldürmekten hiçbir farkı yoktu. İşte bu öfkeyle yollara düşüp Tayciyut obasını aramaya koyuldum. Onları bulduğumda zayıf sığırları ve atlarından bir de keçeleri kararmış yurtlarından yoksul bir boy olduklarını anlamıştım. Ortalıkta koşturan sümüklü çocukların da hiç biri bizim yurtluklardaki çocuklar gibi ellerinde koca bir koyun kemiği kemirerek oynamıyorlardı.
Onlara üç Tayciyut bahadırı ile dövüşüp öldürdüğümü söylemeden yalnızca uyuyakaldığımı ve soyulduğumu anlattım. Yatacak bir yer verdiler, az çorbalarını ve ekmeklerini benimle paylaştılar. Tayciyutlarla üç gün kaldım, dövüştüğüm üç adamın evlerine dönmeyişi onları meraklandırmıştı. İki sabahtır bozkıra atlılar gönderip onları arıyorlardı. Sonunda bir sabah Tayciyut obasından dörtnala, ardımda onlarca atlı kovaladığı hâlde ayrıldım. Misafirperverlikleri yerini galiz küfürlerle dışa vurulan öfkeye bırakmıştı. Onları bu kadar kızdıracak ne yaptım anlamadım. Hem ne olmuş henüz gün doğmadan gizlice birkaç silah, zayıf ama iyi iki at ve saçları kırk belik örgülü bir Tayciyut güzeli ile oradan ayrılmak istediysem? Belki de kızı yanımda götürmeme çok kızdılar. Oysa gelmeyi kendisi istemişti. Altay’ın güneyinde, babam ve amcalarımın yurtluğundaki keçe çadırımda ocağımı tüttüreceğine ve bana kırmızı yanaklı oğullar vereceğine söz vermişti. Ben Gür Han’ın ordusunda tuğcu olarak savaştan savaşa koşarken o bir dahaki baharda dönmem için beni bekleyecekti. Sözünü ancak Tayciyut atlıları bize çok fazla yaklaşana kadar tutabildi, atını yavaşlattığında onun gelmekten vazgeçtiğini anlamıştım. Yine de benimle gelmemesi iyi oldu. Bu sayede yavaşlayan Tayciyutlardan kaçıp canımı kurtarabilmiştim.
Kölen’in kıyısına vardığımda neredeyse akşam olmak üzereydi, gizlenebileceğim uygun bir yer bulup sazlıklar arasında uyuyarak sabahı bekleyecektim. Kölen’in dalgalarının sesi Altay şarkıları kadar güzel bir dinginlik veriyordu. Ara ara bulutlar perdelese de gökte güzel, parlak bir dolunay vardı. Bu benim saklanmamı güçleştirse de etrafın aydınlık oluşu güvende hissettiriyordu, tâ ki onu görene kadar…
Göğsü kaba Altay’a ve Gök Tanrı’ya ant içerim ki yalan söylemiyorum. Eğer sözlerimde en küçük bir yalan varsa kara pulat kılıcım bedenime gök girip kızıl çıksın. Günler önce başını uçurduğum Tayciyutlu bahadır, o haince sırıtan kesik başını koltuğunun altına almış, atının üzerinde beni izliyordu. Bir kâbus mu görüyorum, yoksa göldeki kara yürekli almışların (albız) bir oyunu mu bilemediğimden gözlerimi ovuşturup kendime bir çimdik attım. Tekrar baktığımda orada değildi. İşte o gece hayatımın en korkulu gecesiydi. En kanlı şekilde ölen bahadırları gördüğüm savaşlarda bile böylesine korkmamıştım.
Devam edecek…
* Marmot, sincap olarak da adlandırılır. Kürkü oldukça değerlidir ve börk(şapka) yapımında kullanılır. Altaylarda halkın yaygın kullanımı Dağ Sıçanıdır.