Yükleniyor...
12.04.2011
Altemur KILIÇ
Söz konusu Cumhuriyet ise başka şeyler teferruattır…
“Büyük Kürdistan” sorunu.
19. yüzyıl sonlarında, yabancıların kışkırttığı bu hayalle başladı ve şimdi zaman ve zemin müsait olduğu için ivme kazanarak devam ediyor.
Kürt Sorunu” , “Güneydoğu sorunu” , “üniter ulus-devlet” , Türkiye Cumhuriyetinin en büyük, en kapsamlı sorunu… Devletimizin var oluşunun şifreleri, çözümü ve çözümsüzlüğü, bu şifrelerle sarmal olmuş.. İç ve dış düşmanlar bu sorunda buluşuyorlar. Cumhuriyetin-Türklüğün var oluşunun bu şifreleri açacak “anahtarda” olduğu söylenebilir.
Bu sorunda sözün başladığı yer de, bitmesi gereken yer de “Büyük Kürdistan” sorunu. 19. yüzyıl sonlarında, yabancıların kışkırttığı bu hayalle başladı ve şimdi zaman ve zemin müsait olduğu için ivme kazanarak devam ediyor.
Aslında o zaman başlayan ve bugüne varan süreç, gaflet ve ihanetlerin öyküsü… Şu sırada da bunlar şahikasına ulaştı. Seçimler öncesinde, bu sorun hususunda, güya “barış” uğruna, gerçekte oy uğruna söylenen sözler ve üniter ulus-devletten, hem iktidar, hem de muhalefet tarafından adeta yarışarak verilen ödünlerle, TC’nin temelleri sarsılıyor; kuyusu kazılıyor…
Sözün bittiği yerdeyiz…
Şu sırada bu diziyi yayımlamaktan maksadımız “Büyük Kürdistan” konusundaki gaflet ve ihanetten ders çıkarılmasını sağlamak içindir. Tabii anlayabilenlere… Kısacası “Büyük Kürdistan” sözün bittiği yer olmalıdır… Bugün PKK’nın tüm temsilcilerinin BDP’nin emelleri; Türkiye’yi parçalamak, halkını bölmektir… Diğer talepler bahane. Demokratik özerklik, ana dilde eğitim, son olarak Apo’ya oda vb.. hep “Büyük Kürdistan”a giden yollardır. Bölücüler TC. hükümetine şartlarını dikte eder, adeta ültimatom verirken, onlara koşulması gereken tek şart “Büyük Kürdistan hayalinden vazgeçtik” demek, olmalıdır. Bu şart yerine getirilmeden onlarla konuşacak, tartışacak ve müzakere edilecek bir şey yoktur.
Oysa iktidar sözü bitireceği son noktayı koyacağına “açılımlarıyla” bölücülere umut ve cesaret vermiş, hatta gizli gizli pazarlıklara girişmiştir.
Şu sıra TSK’nın zaafa uğratılmış olması da PKK ve temsilcilerinin cesaret alacakları bir durumdur. Ve tekrar edelim: Söz konusu Cumhuriyet ve Türklüğün bekası ise, başka şeyler teferruattır…
Kürt kim, Türk kim?..
Önce kavramları netleştirelim: Kürt kim, Türk kim?.. Türk toplumu -halkı, milleti- içinde kendilerince (ve bilhassa başkalarınca) “Kürt” olarak tanımlanan bir grubun mevcudiyeti, bir gerçektir. Ancak kökenleri ve Türklerle tarih boyunca kaynaşmış olmaları, hatta Kürtlerin Türk olduğu da kesinliğe kavuşmamıştır. Öyle ki bazı Kürt aşiretleri aslında Türk oldukları halde bunun farkında değildirler.
Etle tırnak iki toplum…
Aileler boyutunda evliliklerle Kürtler ve Türkler hakikaten et tırnak olmuşlardır… Öyle aileler vardır ki bölünmeleri mümkün değildir. Bazı insanlarımız kendilerinin Türk mü, yoksa Kürt mü sayılacağı hususunda en azından tereddüt ikilemi içindedir.
Ancak gerçek olan, Cumhuriyet Türkiyesi’nin “Türk” kavramıdır. Bu kavram, Cumhuriyet’in bütün temel belgelerinde (ve de uygulamalarında), kesinlikle ırksal değil, Anayasal bir kavram olarak kullanılmıştır. Gerek 1921, 1924, 1961 ve gerekse 1982 Anayasalarımızda bu kural özenle korunmuştur. Mevcut Anayasamızın başlangıç bölümünde bulunan aşağıdaki ifade, bunun açık kanıtıdır:
“Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve hedeflerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve ’Yurtta sulh, cihanda sulh’arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu…”
Atatürk’ün büyüklüğü…
Bu konuda en anlamlı ifade, hiç şüphesiz, büyük Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesidir. Bunun sözün bittiği yer olması gerekir ve yıllarca öyle idi de!.. Son altmış yılda bütün tahriklere rağmen öyle idi de. Kürtlerin büyük çoğunluğu, “Türk” denilmekten şikâyetçi değillerdi; hatta mutlu idiler. Yaşayanlar bilir…
Kürt sorunu giderek daha fazlalaşan bir sorun. Bugün olanların miladı ise Abdullah Öcalan’ın -namı diğer Apo- kendi deyişiyle bir avuç gerilla ile 1984’te Eruh-Şemdinli karakolunu basarak askerlerimizi şehit ettiği gündür.
Özal’ın büyük yanılgısı…
Eruh-Şemdinli baskını üzerine o zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “bir avuç çapulcunun işi” diye önem vermemesi sonraki yıllarda Apo’nun, postacı bazı gazetecilerle gönderdiği mesajlarını kabul etmesi onunla uzlaşma araması ve hatta “Federasyonu” düşünmesi gaflet düşüncesinin başlangıcı, Apo’nun idam edilmemesi de şahikasıdır.
Bu hatalara, Apo’nun AB ve ABD baskılarıyla ve o zamanki hükümetin, anlaşılamaz gafleti yüzünden idam edilmemesini, uyum yasalarıyla terörle mücadelenin gevşetilmesini, MGK’nın kaldırılmasını, Kuzey Irak’ta eşkıyayı ininde vuracak ve bitirecek askeri harekât için ABD’den icazet beklenmesini, barışçı çözüm diye Barzani ve Talabani’den destek aranmasını ekleyin! Ve daha da mühimi, artık “Büyük Kürdistan” ın, hayal olmaktan çıkıp, gerçekleşmekte olduğu da gerçek…
İTHAF
Bu dizi daha önce birkaç baskı yapan ve son olarak “Bölücülüğün uzun tarihi” olarak 2009’da Akasya Yayınevi tarafından yayınlanan kitabımdan yararlanılarak hazırlandı. Önceki baskılarını “Güneydoğu’da katledilen Türk-Kürt, kadın, erkek, memur ve öğretmenlerin, Türkiye’nin milli birliğini korumak uğruna şehit düşen askerlerimizin, emniyet mensuplarının ve köy korucularının ruhlarına ve gazilerimize” ithaf etmiştim.
62 Bu yazılarımı da, bütün bu fedakarlıklara, verdiğimiz şehitlere rağmen hala bölücülük yolunda devam eden, insanlarımızı katleden teröristlere, onları destekleyenlere ve onlara imkan veren gafıl ve hainlere gönderiyorum!
Yanlış teşhis
Yığınaktaki asıl büyük hata, Kürt-Güney Doğu sorununun kasten veya gafletten yanlış teşhis edilmesidir.
“Kürt Sorunu” Cumhuriyetten sonra, Kürt vatandaşlarımızın “haklarının-kimliklerinin” inkâr edilmesi yüzünden başlamadı.
Cumhuriyetten önce ve sonra çıkan Kürt isyanları da hep yabancı tahriklerin sonucuydu. Mesela, 1926’daki Şeyh Sait İsyanı’nı, daha sonraki başkaldırılar “gasp edilmiş haklar” için “milliyetçi” isyanlar mıydı? Hepsinin arkasında İngiliz ve Fransız ajanlar vardı!
Bu yanlış teşhislerle çözüm çareleri kökten şu sırada olduğu gibi yanlış aranıyor. Bu sırada “terörle bir yere varılmaz” derken, bölücüler amaçladıkları hedefe; Türkiye’yi bölmeye ve “Büyük Kürdistan” ı gerçekleştirmek amacına varmak üzereler.
Gaflet ve ihanetler dizisinde son nokta, ne kadar değişirse değişsin aynı kalan son nokta şimdi seçim sath-ı mailinde. Güneydoğu oyları için, sadece AKP iktidarı tarafından değil, maalesef CHP tarafından da verilecek tavizler, PKK eşkıya başı ve temsilcileriyle yapılmakta olan açık-yarı açık ve gizli pazarlıkar. Bunların maliyeti TC üniter ulus devletine çıkacak.
Zaman bölücülerin lehine, TC’nin aleyhine işliyor
İktidar, PKK’nın barış şartlarına- ültimatomuna ve BDP’nin taleplerine karşı, “Şimdi, hemen Büyük Kürdistan hayalinden vazgeçin” şartını koyabiliyor mu? Bu şartı yerine getirmezler, vazgeçmezlerse, gereğini yapabilir mi? Sözün bittiği, bitmesi gerektiği son nokta bu olmak gerekiyor. Bu yapılmaz, yapılamazsa gerisi boş. Bahanelerle teferruatla boşuna uğraşmayalım, vakit kaybetmeyelim. Zaman eşkıyanın, bölücülerin lehine, TC’nin, Türklerin aleyhine işliyor.
İçimizde Kürtçülerin muhibi, “Hasan abisi” gibi gazeteci yazarlar var. Bunlar Kandil-Ankara, İmralı-Ankara arasında posta güvercinliği yaparlar. Ve en acısı devlet, hükümet katında itibar gören “Barış Formülü” önerisi… Bu formüle göre, PKK dağdan inmeyecek, silah bırakmayacak; ama TC. Hükümeti genel af ilan edecek. “Âkil adamlar” (kimler olacaksa) mekanizması işletilecek ve Türkiye eşkıyayla müzakere masasına oturtulacak. AB ve AB himayesinde! Türkiye, bundan ne kazanacak değil, eşkıya ne kazanacak?..
Çözümün değil çözülmenin başlangıcı
Ben naçizane, 1999 yılında Milli Güvenlik Mahkemesi, İmralı’da Apo hakkında idam hükmü verdiği gün hemen başlayan, sözde aydınlarımızın başını çektiği “Apo idam edilmesin” kampanyasına karşı, “Eğer bu adam asılmazsa, Türkiye’nin başına bela olur, Mandela olur” demiş, yazmıştım. Sonra idam hükmü zamanın iktidarı, maalesef Ecevit ve Devlet Bahçeli’nin iştirakiyle rafa kaldırıldı. Rahmetli Ecevit’e yakındığımda “Merak etme, onu çelik konserve kutusuna koyacağız. Artık kımıldayamaz” demişti. Sonra ne oldu?
AB’nin idam cezasını kaldırmasına denk düştü bu “rafa kaldırma” . Ve AB’nin “idam edilmeme şartını” neden koştuğu bir türlü anlatılmadı, anlaşılamadı… Herhalde zamanı geldiğinde -ihtiyaç hasıl olduğunda- istimal(kullanmak) edilmek üzere… Ne var ki şimdi devlet Apo’yu kullanmak istiyor ama bana kalırsa aslında Apo başkaları tarafından Türkiye aleyhinde kullanılıyor ve devleti kullanıyor…
Kürt Bölücülüğünün, 19. Yüzyıldan 21. Yüzyıl 2009’a kadar uzanan, uzun tarihine nokta konulamadı.
“Sendrom” müzminleştikçe tarihi kökleri, ayrıntıları ve sebepleri gittikçe flulaşıyor. Kesin bir çözüme varmak, adeta imkânsız hale geliyor. Kısacası, bu konuda varılan “son nokta” , aslında “son nokta” değil “çözümün” değil “çözülmenin” başlangıcı. Bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti üniter ulus devletinin sonu olacak. Gafletin, Türkiye üzerinde en az bir asırdır oynanmakta olan “Büyük Oyun” un son perdesi şimdi vizyonda…
Bugünkü durum son 8 yılın gafletlerinin ürünüdür
Apo, gerçi İmralı’da sözde tecritte ama uzaktan kumanda ettiği örgütü, PKK veya yeni adıyla KONGRA-GEL, Kandil dağlarında yuvalanmış, her gün Türkiye’de uzaktan kumandalı mayınlarla askerlerimizi şehit ediyor, kentlerde patlayıcılar ve bombalarla masum insanlarımızı öldürüyor.
PKK’nın başı Abdullah Öcalan yakalandıktan, “daha doğrusu ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildikten” sonra İmralı’da DGM tarafından yargılandı. İhanetinin, cinayetlerinin, tartışılmaz delillerine istinaden, layık olduğu idam cezasına çarptırıldı. Hemen sonra da bu hüküm Yargıtay tarafından tasdik edildi. Zaten 1990’lı yılların sonunda PKK, zamanın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ifadeleriyle, TSK tarafından, “en alt düzeye” indirilmişti.
Abdullah Öcalan’ın idama mahkûm edilmesiyle PKK’ya öldürücü darbenin indirildiği ve artık terörün sonunun geldiği düşünülüyordu. Karadayı Paşa: “TSK olarak görevinizi yaptık, sinekleri öldürdük, sıra iktidarların, bataklığı, terörün mümbit zeminini kurutmakta!” demişti.
Ama buna fırsat kalmadı. O mümbit zeminde, terör gene yeşerdi ve zehirli meyvelerini, bugüne kadar vermeye de devam ediyor!
Vasıl olduğumuz netice, en az son sekiz yılın gaflet ve ihanetlerin ürünü ve hazin bir öyküsüdür.
Gaflet ve ihanet…
Bugün geldiğimiz-getirildiğimiz noktada Apo, gerçi İmralı’da sözde tecritte ama uzaktan kumanda ettiği örgütü, PKK veya yeni adıyla KONGRA-GEL, Kandil dağlarında yuvalanmış, her gün Türkiye’de uzaktan kumandalı mayınlarla askerlerimizi şehit ediyor, kentlerde patlayıcılar ve bombalarla masum insanlarımızı öldürüyor. Daha da vahimi, “mümbit zemin” , hem dışarıdan hem de içeriden “barışçı çözüm” , PKK Partisi “DTP” (Demokratik Toplum Partisini), güya siyasetçe TBMM’ye sokmak gayretleri kendilerince başarıya ulaşmıştır. Ancak DTP asla bir Türk-Türkiye Partisi olmadı. Şimdi DTP olarak yolunda devam ediyor. Son olarak Büyük Kürdistanın yolunun Apo’nun yol haritasıyla eş zamanda gösterilmesi!
Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya tıkılmasından önce yazdıkları ve söyledikleri, DTP liderlerinin yaptıkları da ortada.
Öcalan, 1992’de Suriye’nin Bekaa’daki karargâhında huzuruna gelen ve daha önceleri Turgut Özal ile, Başbakanken ve sonra da Cumhurbaşkanı iken, arasında diyalog sağlamayı öneren ve buna çalışan yazarlara, Öcalan’ın bu teklife, “Federasyon” fikrine sıcak baktığını söyleyecek ve onun bu yüzden öldürüldüğünü iddia edecekti. Gene bu sohbetlerde, özellikle 1993’te, Oral Çalışlar’a amacının, bağımsız Kürdistan olduğunu ve Federasyonu da lütfen kabul edebileceklerini söylüyordu. “Ama Türkler budaladırlar” demeyi de ihmal etmiyordu.
Türk ve ordu düşmanı…
Şu sırada -şu bağlamda- İmralı’dan “Türk-Kürt Demokratik Cumhuriyeti” diyor, ama ne Oral Çalışlar’la ne de o sırada PKK organlarında takma adla yazdığı havalarda, bu hava yoktu. TC’ye Türk Ordusuna hakaretler yağdırıyordu. Çalışlar’a diyordu ki:
“Apo olsa da olmasa da, Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardır. Bu sorunun çözümü için akılcı, barışçı, radikal politikalar gerekiyor… Sorunun çözümünü askerlere bırakarak işin içinden çıkılabilir mi? Asker savaşır; ama Kürt halkıyla savaşarak sorun çözülebilir mi?”
Hidayeti kısa sürdü…
Yakalanmadan önce, Şam’dan, Bekaa vadisinden TC’ye ağır yazı ve amaçlarla söven Apo, İmralı’da adeta hidayete ermişti, Atatürk’ü, Cumhuriyeti övmeye başlamış ve “üniter” bir “Türk-Kürt Demokratik Cumhuriyeti” kurulması projesini ortaya atmıştı.
Ve Apo, bugün İmralı’da yaptığı gibi, TSK’ya, karşılıklı, “ateşkes” teklif ediyor ve karşılık görmediği için TSK’yı suçluyordu. Bugün, 1990-1999 İmralı’dan önceki yıllardaki duruma döndük…
PKK herhalde Apo’nun, İmralı’dan “uzaktan kumandası” en azından tasvibiyle terör eylemlerine kentte-kırda devam eden PKK’nın insan ve malzeme kaynağı. Kuzey Irak’a operasyon yapılmasına ilişkin, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Paşa: “Sınır ötesi operasyon gerekli” diyor. AKP iktidarı ise bu talimatı vermiyor. PKK’ya silah malzeme desteği ve moral veren Amerika’dan icazet bekliyor. ABD bu “icazeti” , “önce diplomatik yollar denenmeli” diyerek, “Koordinasyon” oyunuyla savsaklıyor. Arada Irak olayları, Amerikan saldırısı, Talabani’nin Irak Devlet Başkanı olması ve Barzani’nin, Kuzey Irak’ta Bağımsız Kürt Devletini Amerika’nın desteğiyle gerçekleştirilmesi oldu.
Küstahca teklifler…
PKK artık burada yerleşik, Barzani’nin ve Talabani’nin, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin moral ve silah yardımlarıyla vuruyor, insanlarımızı şehit ediyor.
Ve Apo bugün, İmralı’daki sözde tecrit hücresinden, yakalanmadan önce 1990’larda Bekaa’dan yaptığı “ateşkes” teklifini, daha küstahça yapıyor. Hatta daha da ilerisi, meydan okuyor;
“Bu önerimiz, TC tarafından yanıt bulmaz da, TSK mücadeleye devam eder, Kuzey Irak’a bir operasyon yaparsa, seçim neticelerini bekleyeceğiz. Eğer Milliyetçiler, bir CHP-MHP kazanır, iktidar olurlarsa ’gerillalarımızı’ ben bile tutamam!”
Seçim öncesi, AKP iktidarı ve sözde aydınlar, Barzani ve Talabani ile diyalog düşünüyorlar. APO’yu da, sözde “kullanacaklar” !
Bebek katili Öcalan, ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildikten sonra yargılandı ve neticede idam cezasına mahkum edildi. Ancak zamanın Başbakanı Bülent Ecevit bu kararı uygulayacak cesareti birtürlü gösteremedi.
İmralı’dan önce…
Apo’nun, İmralı’ya tıkılmasından önceki olayları kısaca hatırlatalım:
19. Yüzyılda başlayan bölücülük çabaları, mahalli başkaldırılar, Büyük Savaş’tan sonra, 1919’da Kürt Teali Cemiyeti’nin, Avrupa devletlerinin desteğiyle, Türkiye topraklarından kopartılacak Bağımsız Kürt Devleti kurmak teşebbüsleri, Sevr’le birlikte geçici olarak hüsrana uğradı; aynı Sevr gibi tekrar canlandırılmak üzere! Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Şark isyanlarıyla ortaya çıktı. Ağrı 1930, Dersim-Tunceli 1937 isyanları, hükümetin kararlı duruşuyla silahla bastırıldı.
1940’lardan sonra Doğulu genç aydınların, Musa Anter’in, Ziya Ekinci’nin başını çektiği, gizli hareketleri de bastırıldı, dergileri kapatıldı. Ancak 27 Mayıs’ta 1960 darbesinden sonra, 1961 Anayasasının serbest ortamında, gene açığa vuruldu.
Yetmişli yılların cadı kazanından Apo ve PKK çıktı. Apo’nun PKK ” gerillaları “ -kendi deyimiyle- ” silahlı propaganda birlikleri “, 14 Şubat 1984’te Siirt’in Eruh-Şemdinli ilçesinde subay gazinosunu bastılar. İçerideki herkesi öldürdüler. Zamanın Başbakanı bu olaya önem vermemişti; ama bu kanlı yeni Kürt isyanının başlangıcıydı.
Aydınlarımız, bazı gazeteciler, bu hareketin ekonomik ve sosyal sebeplerden kaynaklandığını ve bunun için de, ” askeri çözüm “ yerine ” siyasi çözüm “ önermeye başladılar, bunun için de Apo ile Özal arasında barış güvercinliğine soyundular.
Nerede yanlışlık yaptık…
1990’da Apo ve PKK neredeyse bitmişken nasıl oldu da bugünlere, tekrar başa geldik?
“Nerede kalmıştık” değil; “Nerede yanlışlık yaptık” da nasıl 1999 öncesine döndük. Bir dizi gafletler yüzünden…
Bu gaflet dizisinin başlangıcı, Apo’nun idam hükmü giymesine rağmen hükmün gerektiği gibi infaz edilmemesinde. Kısacası bu gaflet sonraki gafletlere yol açtı.
Bunların, bugünkü gelişmelerinde ve özellikle ABD’nin, PKK’yı desteklemesinin asıl şifresi, şu sorularda: “ABD, alttan alta hep desteklediği Apo’yu, neden yakaladı ve Türkiye’ye teslim etti. İdam edilmemesini neden şart koştu?”
AB, Apo’nun idamına, idam cezasına, “ilke olarak karşı olduğu için” itiraz ediyordu. Ya Amerika? Her halde insani nedenler, insan hakları, ilkeleri için değil. Amerika, kendi teröristlerini gözünü kırpmadan idam eder. Öyleyse, neden bu şartı koşmuştu?
Zamanın Başbakanı Bülent Ecevit, her konuda çok dikkatli ve hatta evhamlı olduğu halde, Amerikalılardan, bu “himayenin” sebebini neden sormadı ve şartı kabul etti. Neticede Apo neden idam edilmedi?
ABD’nin Apo’yu, neden canlı tutmak istediğine gelince. Ecevit, bunu da hiç sorgulamamış. Acaba o da, CIA ve MİTin (Milli İstihbarat Teşkilatı) “Apo’nun canlısı, ölüsünden daha iyidir” tezine ve Apo’nun kullanılabileceğine inandığı için mi? Teröristleri, canlı tutup kullanmak, istihbarat örgütlerinin klasik yöntemleridir. Bugün de MİT’de görevli veya emekli bazıları, “Apo’yu kullanmaktan” yanadırlar. Rivayet olunur ki, MİT, PKK ortaya çıkmadan önce, 60’lı yıllarda, Apo’yu kullanmıştı!
Sonra ne oldu? Sınıf arkadaşım Ecevit’e, vefatından birkaç ay önce; “Bu adamı neden asmadınız?” diye sordum. Soruma, şöyle cevap vermişti; “Ben ve Rahşan idam cezasına, ilke olarak karşıyız” !
Ecevit o zaman, idam hükmünün rafa kaldırıldığını açıklarken:
“Öcalan’ı çelik konserveye koyduk asla çıkamaz” demişti.
Sekiz yıl sonra, Ecevit vefat etti, ama Apo konserveden, taptaze çıktı ve İmralı’daki tecrit hücresinden ahkâm kesiyor.
Kürt sorunun “mazisi çok eskilere 19.Yüzyıla kadar dayanır. Fakat 1957’de, Amerika’da yayınlanan ” Türkiye ve Dünya “ kitabımda ise şöyle yazmışım:
“Irak olaylarını dikkatle izlemek gerekir. Potansiyel bir tehlike de Komünistlerin-Sovyetlerin desteklediği Kürt Milliyetçiliğidir. Bu ’tehlikenin’ aslı değişmedi, boyutları ve ayrıntıları değişti ve Sovyet Rusya’nın yerini de ABD ve AB aldı! “
Türkiye’nin AB üyeliği ‘oyun içinde bir oyun’dur
1998’de, gerekirse Suriye’yi vurmakta kararlılık gösteren hükümetin yerinde, bugün, 2011’de, PKK ve Apo’yla pazarlık yapan ve oy uğruna eşkıyaya bölücülere tavizler verecek, AB’ye ve ABD’ye bağımlı, AKP iktidarı var.
Bir zamanlar kırmızı pasaportları, peşmergelerin postallarını verdiğimiz, “aşiret şeyhleri” Barzani ve Talabani’den medet umuluyor
1998 yılına gelindiğinde, zamanın hükümetinin sabrı taşmıştı ve kararlıydı. O sırada PKK’yı açıkça destekleyen Suriye’yi vurmak, MGK’da devletin zirvesinde de kararlaştırıldı.
Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, “Bunun iyi bir fikir olmayacağını, Arap ülkelerini karşımıza alacağımızı, önce diplomatik yolların denenmesi gerektiğini” söylüyor, arabuluculuk teklif ediyor, adeta yalvarıyordu; “Ne olur bekleyin” diye! Hüsnü Mübarek, nabız yoklamak için, 1998 Eylül ayında Ankara’ya geldiğinde, Cumhurbaşkanı Demirel ona açıkça;
“Biz 14 yıldır diyalog kuruyoruz. Ama her gün şehit cenazesi kaldırıyorum. Türkiye terörden çok çekti. Bundan sonra, ıstırap çekmek istemiyoruz. Daha net ve açık ne söylenebilir. Ya bu bitecek, ya da Suriye, PKK’yı desteklemediğini ispat edecek” diyordu…
Demirel ve Genelkurmay birlikte karar vermişlerdi. Nitekim birkaç gün sonra, 17 Eylül 1998’de, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Hatay’da bu kararı ordunun gücüyle açıkça belirtince, ajanslar haber verdi; “Apo, Suriye’yi terk etti.”
Suriye’nin aklı başına geldi
Suriye, pabucun pahalı olduğunu anlamış Apo’yu, terke “ikna” etmişti! Bundan sonra Apo, serseri mayın gibi, Avrupa ülkelerini dolaştı. Bir süre Başbakan D’Alema’nın müsaade ve desteğiyle, İtalya’da kaldıktan sonra, kendisini hala manen destekleyen Avrupa ülkelerinde, hatta yaklaştığı ve gitmeye razı olduğu Amerika’da sığınma hakkı bulamayınca, Yunan gizli servisinin yardımıyla Kenya’ya gitti, oradan da, CIA tarafından 15 Şubat’ta yakalandı. Türkiye’ye 19 Şubat’ta “idam edilmemek” koşuyla teslim edildi. Apo İmralı’da da DGM tarafından yargılandı, idama mahkûm edildi; ama hüküm infaz edilmedi. Bundan sonra da ABD’nin ve özellikle AB’nin baskıları ve dayatmalarıyla bir taraftan terör yasasının, DGM’lerin kaldırılması, MGK’nın sivilleştirilmesiyle ve TSK’nın gücünün engellenmesiyle ve Kürtçe eğitim ve yayın imkânı sağlanmasıyla, bölücülük ivme kazandı. Ve sonunda da işte bugünlere gelindi; ama gaflet devam ediyor… “AKP İktidarının “Açılım fıyaskosu” ve bölücülerin bu “açılım” dan cesaret alarak Demokratik Özerklik, Ana dilde eğitim ve eyalet sistemi talepleri ve PKK’nın son ültimatomu…
Büyük Kürdistan-bugünün gafleti
Hiç kuşkusuz, yılların “Şark Meselesinin” altında Doğu’nun güç ekonomik ve sosyal şartları ve mümbit bir zemin vardır. Ama Şark isyanlarının ve Osmanlı dönemindeki başkaldırıların sebebi sadece bunlar değildi. Türkiye’nin diğer yörelerinde de bu, hatta daha kötü koşullar vardır. Ama o yörelerde halk bunlar var diye başkaldırmadı, gençler dağa çıkmadı.
1944 yılında, İçişleri Bakanı Hilmi Uran, Doğu konusunda bir rapor hazırlamış, sorunları ortaya koymuş, çözüm önerileri yapmıştı. Bu önerilerin çoğu uygulandı ve gerçek şu ki, Devlet Doğuya oradan aldığından çok fazlasını verdi.
Bölücülüğün gerçek sebebi “aş ve iş” değil, entegrasyonun, Kürtçülere göre “asimilasyonun” tam yapılamamasından ziyade Kürt milliyetçiliğinin ve ayrımcılığının özellikle yabancılar tarafından tahrik edilmesidir. İçimizdekiler, Türk Milliyetçiliğini yıkmaya çalışırlarken, Kürt milliyetçiliğine omuz vermekteler. Ve iş adamlarımız da Kuzey Irak’ta büyük işler ve yatırımlar yaparken, “Kuzey Irak” ı biz inşa ediyoruz! diye övünürken, Kürdistan Devletinin alt yapısını inşa ettiklerinin acaba farkında mıdırlar, yoksa umurlarında değil mi? Mesela TÜSİAD’ın; “Aman yatırımlara, ticarete halel gelmesin” diye radikal çözümlere karşı çıkmasından belli. 1998’de, gerekirse Suriye’yi vurmakta kararlılık gösteren hükümetin yerinde, bugün, 2011’de, PKK ve Apo’yla pazarlık yapan ve oy uğruna eşkıyaya bölücülere tavizler verecek, AB’ye ve ABD’ye bağımlı, AKP iktidarı var.
Bir zamanlar kırmızı pasaportları, peşmergelerin postallarını verdiğimiz, “aşiret şeyhleri” Barzani ve Talabani’den medet umuluyor.
Gerçekler bu. Ve bu gerçekler karşısında AB üyeliğinin de nasıl “Büyük Oyun içinde bir oyun” olduğu anlaşılır. Kısacası; Kürtler ve Kürdistan, Türklüğün gücünü kırmanın araçları. Bu paranoya değil!
Kırmızı çizgilerimiz nerede
PKK bu hayalin vurucu gücüdür. Amerika ve Avrupalılar ve özellikle hem Kürdistan’ın kurulması için PKK’ya silah ve teçhizat yardımı yapıyorlar; Barzani ve Talabani yoluyla. Mayınların İtalyan, patlayıcıların ABD markalı olması tesadüf mü? Saddam’ın silahları nereye gitti? Aslında Kırklı yıllardan beri ve “Çekiç Güç” , “Kalkık Horoz” döneminde Amerikalıların ve İsrail’in PKK’ya silah ve eğitim verdikleri belgelenmiş hakikatler. Ve son zamanlarda orta çıkan Albay Peters, “Kan bağışlarına göre” çizilecek yeni BOP, (Büyük Orta Doğu) haritası, daha ileriki yıllarda Türkiye NATO’nun “en güvenilir” üyesi ABD’nin “Stratejik Müttefiki” iken, ileride kullanılmak üzere NATO üyelerinin kasalarındaydı. Bu perspektifte son yıllarda AB Komiserlerinin Türkiye’deki ilk bırakılanların Diyarbakır olmasına, oradaki mahalli politikacılarla içli dışlı olmaları ve “özerklik tavsiye etmeleri” herhalde arızi ve tesadüfî değil. Ancak yabancıları suçlamamak lazım; onların uzun vadeli politikaları ve planları var! Bizim devlet siyasi belgemiz, “kırmızı çizgilerimiz” nerede?
Son zamanlarda orta çıkan Albay Peters, “Kan bağışlarına göre” çizilecek yeni BOP, (Büyük Orta Doğu) haritası, daha ileriki yıllarda
Türkiye NATO’nun “en güvenilir” üyesi ABD’nin “Stratejik Müttefiki” iken, ileride kullanılmak üzere NATO üyelerinin kasalarındaydı.
Halk arasında dolaşan bazı efsaneler
Son zamanların bir efsanesi: ABD’nin Irak’a bizim güneyimizden – Irak’ın Kuzeyinden saldırmasına imkân, ültimatom vermeyi öngören “Birinci Tezkere” Meclis’te kabul edilseydi “Böyle olmazdı. TSK Kuzey Irak’ta olurdu” efsanesi’.
Önce, bu konuda, terimler-koşullar çelişkili! ABD’nin çıkarları ve temel siyaseti varken, Washington uzun vadede Kürt kartını tehlikeye atmak, Kürtleri kızdırma pahasına TSK’ya bu imkânları hiç verir miydi? Belki ağzımıza bir parmak bal çalınır, AKP hükûmetinin, o zaman Bush’un deyişiyle “at pazarlığı” sonunda, biraz dolar ödenir, Kuzey Irak’ta da bir yere kadar gitmemize -o da belki- izin verilir, ama Irak’ın geleceği konusunda söz hakkımız olamazdı. ABD’nin binlerce askeri Güneydoğuya, üslerimize, limanlarımıza bir daha çıkmamak üzere yerleşseydi, neler olmazdı! Ve Türkiye, Amerikan Ordusunun Irak’ta yaptıklarına suç ortağı olurdu! ABD, ne yaparsak yapalım PKK ile mücadelemizi önlüyor ve önleyecek. Güya ortak mücadele “koordinasyonu”nun da savsaklama olduğu ortaya çıktı.
Başka bir efsane de, Güneydoğuda PKK’nın halk arasındaki taraftarlarının güçlerinin azaldığı ve bölücülüğün de artık halktan fazla destek görmediği iddiası. Güneydoğu halkının tümünün Türkiye’nin bölünmesine taraftar olmadıkları, terörden bezdikleri, TC’ye sadık oldukları da doğru da bunların gücü ne kadar? Bütün bu gerçekler muvacehesinde “Barışçı çözüm” gene kotarır\-ken başka efsanelere dayanan çözüm önerileri varken, komplo biraz daha ileri götürülüyor: Önce, bazı şartlar yerine getirildiği takdirde AKP ile DTP arasında, koalisyonla çözüm. Ertuğrul Özkök buna örnek olarak, Bulgaristan Türklerinin, Bulgar Hükümetinde koalisyon ortağı olmalarını gösteriyor: Burada tekrar değinmek isterim ki, bu kitabımın ilk basımında, 2007 yılında nelerden bahsetmişiz, hangi konular gerçekleşmiştir onlara göz atalım.
“Şimdi aslında, ” Ayrılıkçı bölücü ve de ırkçı “ BDP, seçimlere parti olarak değil, sözde ” bağımsız adaylarla “ girecek ve bunların yirmisi seçilirse grubunu kuracak.. Ondan sonra hedef, artan ve her tarafa yayılan, yerleşen Kürt nüfus sayesinde, Türkiye’nin kuzeyini, batısını, güneyini kapsayan, Kuzey Irak’la, diğer Kürtlerle birlikte, ” Büyük Kürdistan “… Kürt ideoloğu Musa Anter yıllar önce, ” Niçin Hakkâri’de Şırnak “ta sıkışıp kalalım Antalya da Mersin de bizim” demişti!
Eyalet sistemi, sonu hüsranla bitecek hayal…
Güneydoğu sorunu muhakkak çözülmeli! Ancak önce, nasıl çözmeli? Raporlara kapılarak, dayatmalara uyarak, Üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni feda ederek eyalet sistemini kabul ederek veya “federasyonla” değil! Bu, sonu Türklük için hüsranla bitecek bir hayal!
“Operasyon belki başarılı olur ama Türkiye-Türklük her anlamda ölür.”
Yabancı “uzmanlar” , mesela ABD, “düşünce tankı” uzmanlarından Graham Fuller ve Henry J. Barkey “Türkiye için en iyi yerin federasyon olduğunu, aksi takdirde TC’nin parçalanacağını” yazdılar söylediler. Bu, hem ABD’nin hem de AB’nin yarı resmi önerisi. Bunlar TC’nin Mustafa Kemal tarafından geliştirilmiş temel kuruluş felsefesini; “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışını, Anayasa’daki; “Bu ülkede yaşayanlara Türk denir” inceliğini ve önemini içimizdeki bazı aydınlar gibi, ya anlamıyorlar ya da anlamak işlerine, hesaplarına gelmiyor. Bu bir gönüllü aidiyet-entegrasyon formülü “tılsımı” . Amerika’da aynı anlayış nasıl “Amerikanım” yani “Amerikalıyım” diye değil, bütün yurttaşları aynı bayrakta, aynı vatanda ve hatta dilde birleştiriyorsa, Atatürk’ün “tılsımı” da kendilerini gönüllü olarak “Türk’üm” diyenleri buna birleştirdi. Abdullah Öcalan’ı asıl bu tılsımı bozduğu ve Türklerle, Kürtler arasına nifak soktuğu için idam etmek gerekirdi!
Kürt veya Kürt bölücülüğü sorunu, Güneydoğu sorunu aslında şu veya bu şekilde, ülke içinde kanayan bir yaradır. Bir “candan can koparmak veya koparmamak” sorunudur. Apo’nun deyimiyle “doğal asimilasyonla” daha doğrusu bu kadar iç içe olmuş iki halkın ayrılmaları, bölünmeleri, vatanın bölünmesi söz konusu bile olamaz. Tasavvur bile edilemez. Babası Kürt, anası Türk bir genç kızın dediği gibi; “Beni neremden kesip ayıracaksınız?” Türkiye’yi neresinden kesip ayıracak ve böleceksiniz?
Atatürk’ün ilkesine dönmekten başka, diğer önerilerin hepsi, Türklüğün ve TC’nin aleyhinde olacaktır. Mustafa Kemal’in; “Ne mutlu Türk’üm diyene” ve Anayasadaki “Bu ülkede yaşayanlara Türk denir” hükmünün yerine getirlmesinden başka yol yok. Başka çare de yok. Yeniden Atatürk’e, Atatürk ilkelerine, gönüllü entegrasyona dönmek bütün olaylardan sonra çok zor ama imkânsız olacak; ama bu var oluş için başka alternatif de yok. Başka çare, her plan her rapor, Türklük aleyhine işler!
1991’de Türkiye’ye sığınan Kürtlere yardım bile çarpıtıldı
Türkiye’deki Kürt sorunu İran ve Irak’taki sorunla aynı değildir. O ülkelerde Kürtler azınlık statüsündedirler. Oysa Türkiye’de Türk milletinin temel unsurlarıdırlar.
Bu dostluk size bir şeyler hatırlatmıyor mu ?Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve Kemal Burkay vb.. Hizbullah, sonra biribirlerine girmeleri mukadder olsa bile, şimdi bu davada birleşmektedirler… ‘Türk-Kürt kardeşliği’ gibi yutturmacalara kapılıp ’sevelim (yani verelim de öyle kurtulalım)’dersek, (Kürtlerin) Türkleri biraz fazlaca ’sevmeleri’mümkündür.
1991 Körfez savaşından sonra altmış bin Irak Kürt’ü Saddam Hüseyin’in zulmünden, kimyasal kitle imha silahlarından kaçıp, Türkiye’ye sığınmış ve Türkiye, kendi ekonomik ve mali imkânlarını hazırlayarak, onlara melce (sığınma hakkı), gıda vermişti. Ama ne gariptir ki, yabancı basın, Türkiye’nin, bu yardımını ve hoşgörüsünü Türkiye’ye karşı çevirdiler, Türkiye’nin hudutları kapattığı ve hatta yapılan yardımları dağıtmadığını ve askerlerimizin mültecilere ateş açtığını iddia ettiler ve fırsattan istifade, Kürt davasını Türkiye’nin bölünmesi çabalarını, PKK eylemlerini tahrik ettiler. Kısacası Türkiye’nin âlicenaplığı, Türkiye’yi bölmek PKK’yı güçlendirmek için kullanıldı.
Ben, bölgeye gittim ve gerçeklerin hiç de öyle olmadığını bizzat gördüm, hatta mültecilerin ağızlarından yapılan yardımlardan dolayı minnettar olduklarını bizzat duydum. 24 Mayıs 1991’de, Wall Street Journal gazetesinde; “Türkiye Kürtlerinin güvenliği, ancak entegrasyonla sağlanabilir” başlıklı bir makale yazdım. Makalemde şöyle yazmıştım:
Macera uğruna toprak verilemez…
“Açıktır ki bu son trajedi ve muhtemel neticeleri sadece idari-mali ve ekonomik değildir; Türkiye’nin geleceği ve birliği söz konusudur. Eğer bir milyon Irak’lı Kürt, Türkiye’ye yerleşirse dengeler bozulacak, güvenliğimiz tehlikeye düşecektir! Bunun için de Kürtlere otonomi özerklik verilmesi, ayrılıkçılık, hatta Türkiye hudutlarına, Saddam’a karşı bir tampon bölge oluşturulması, sonunda Bağımsız Kürdistan’a ekleneceği için asla kabul edilemez. Diğer bir tehlike de “Bağımsız Kürdistan”ın sonunda petrol zengini Kerkük’te, çoğunluk olan üç milyon etnik Türk’ü yutması tehlikesidir. Tarihte hiç bir zaman bağımsız bir Kürt devleti olmamıştı, şimdi sadece ihtimali bile bölgede çözeceğinden fazla komplikasyonlara, tehlikeye yol açar. Bilinmelidir ki hiç bir Türk hükümeti, bu macera uğruna, topraklarından bir tek “inci” bile gözden çıkaramaz.”
Bu yazının tarihi 14 Mayıs 1991 ve bugün tarih 2011 Mart. Ve gene 2006 yılında Wall Street Journal’de İngilizce olarak yazdığım “Güneydoğu Sorunu” başlıklı makalem: “İster adına ’PKK terörü, sorunu’deyin, ister ‘Kürt sorunu’, ister daha kapsamlı olarak ‘Güneydoğu sorunu’; bugün Türkiye’de odak noktası Güneydoğu’da, fakat bütün ülkemize yayılmış ve Türk Devleti’nin bekasını ve milletimizin geleceğini tehdit eden, gittikçe müzminleşen çok tehlikeli ve çok öncelikli bir ‘durum’ var… Bu tehlike karşısında çözüm oluşturabilmek için her şeyden önce ‘durumu’ bütün boyutlarıyla, gerçekçi olarak çekinmeden belirtmek zorunludur; eğer tehlikeyi bütün unsurları ve boyutlarıyla ortaya koymazsak, bugün gerekli olan çok radikal ve gerçekçi çözümler için gerekçeler inandırıcı olamaz…
1984 Ağustos’unda PKK’nın kalaşnikof’lu beş eşkıyası Eruh-Şemdinli katliamıyla dünyaya ilan ettiği ’Serhıldan’(başkaldırı), onbinlerce ’gerilladan’(kendi deyimleri) oluşan bir ” orduyla “ devlete karşı tam bir isyan halini almıştır… PKK, bu isyanı özellikle yarı okumuş gençlerin mümbit zemininde kâh umutlar vererek, kâh dehşet saçarak başarıyla tahrik edebilmiştir…
Saatli bir bomba gibi…
Bu ortamda her taşın altından bir silah deposu, her manav tezgâhının altından bir kalaşnikof çıkarken ve herkesin bir ’gerilla’olabileceği hususunda tecrübelerden gelen kuşkular sürerken, güvenlik güçlerinden tam manasıyla ’demokratik ve insan haklarına göre hareket’etmelerini nasıl beklersiniz?
‘Serhıldanı’-başkaldırıyı- doğru perspektiflerine koyalım; bu isyanı yöneten PKK ise, ‘itici gücü’de ‘Kürt kimliğini’ Türkiye Cumhuriyeti’ne zorla empoze etmektir. Anadilde Kürtçe eğitim, Kürt TV ve radyolarının da kurulması ve neticede ’kültürel özerklik’gibi boyutlarıyla ’Kürt kimliğini’devletçe tanımanın nerelere kadar gideceğini iyi hesaplamamız gerek… ’Kürt kimliği’nin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk milletinin geleceğinin altına konacak ‘Kürt milliyetçiliği’ saatli bombası olduğunu bilmeliyiz!..”
Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve Kemal Burkay vb.. Hizbullah, sonra biribirlerine girmeleri mukadder olsa bile, şimdi bu davada birleşmektedirler… ’Türk-Kürt kardeşliği’gibi yutturmacalara kapılıp ‘sevelim (yani verelim de öyle kurtulalım)’ dersek, (Kürtlerin) Türkleri biraz fazlaca ‘sevmeleri’ mümkündür.
Tarihte bugün/bugünlerin tarihi yanılgısı
Batılılar Türklerin, Avrupa’da ve Balkanlar’da egemen olmalarını da Orta Doğu’da, Orta Asya’da ve hatta Anadolu’da egemen olmalarını da hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir. Bunda dini sebepler, atavistik Türk düşmanlığı, Orta Asya’dan gelen “barbarlardan” korku rol oynar, İngiliz başbakanlarından Gladstone’un büyük emeli; “İsimleri ağza bile alınamayacak Türkleri, taşınabilir malları ile birlikte geldikleri yerlere, Orta Asya çöllerine sürmek” ti.
Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıktan sonra, “Avrupa’nın hasta adamı” denilen Osmanlı Devleti’nin ayakta tutulmasının sebebi de Osmanlı mirasının bir taraftan Batılı devletler, diğer taraftan da Rusya arasında kolayca paylaşılamayacağı gerçeği idi…
İki tarafın da işine “Hasta adamı” yaşatmak geliyordu. Orta Doğu’da, Kerkük’te, Musul’da zengin petrol yataklarının bulunması bu kavgayı büsbütün tahrik ediyordu. I. Dünya Harbi sona erdikten ve Rusya, Sovyetler Birliği olarak bu kavgadan -hiç olmazsa bir süre için- çekildikten sonra, Osmanlı’nın Orta Doğu mirasının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması sorunu çıktı. Ve bu da gene sanal olarak, Orta Doğu’daki sınırların adeta cetvelle çizilmesi neticesini verdi… Bu da kötü neticeleri bugüne kadar uzanacak ve Orta Doğu’yu patlamaya hazır bir bomba haline getirecek, David Promkin’in deyimiyle; “Bütün barışlara son verecek bir barış” olacaktı.
Bu sözde barışta ve daha doğrusu alttan alta devam edecek olan mücadelede, bölgede bölük pörçük yaşayan Kürtlerin bütün taraflarca piyon olarak kullanılmaları doğaldı. Özellikle İngilizler -sonra da Amerikalılar- Kürtleri ve mümkünse bağımsız bir Kürt Devleti’ni veya özerk bir tampon bölgesini petrol çıkarlarının potansiyel bir muhafızı yapmak istiyorlardı.
Kürtler, sonraları Sovyetler Birliği için Batı çıkarlarına karşı bir koz olacaktı. Ve bizim için asıl önemlisi ve şimdi de varit olan “Çin Seddinden Adriyatik’e kadar” potansiyel bir güç olan Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak veya da kendilerine tabi bir “müşteri devlet” olarak belirli boyutlarda tutabilmek ve Kürt kozunu, en azından elde bulundurulacak bir “contıngency-ihtimal hesabı” vardı.
Özetlemek gerekirse; “Batılılar, İngilizler ve genellikle Batı Devletleri ve hatta Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, bölgedeki çıkarları açısından Güneydoğumuzu da kapsayan bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulmasını isterler.”
Son zamanlarda hangi Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman veya İsveçli diplomatla görüştüysem söyledikleri aşağı yukarı hep bunlardır. Siyasi çözümün, bağımsız bir Kürdistan’ın veya böyle bir şeyin kurulmasının kaçınılmaz olduğudur.
Ya görmek istemiyorlar, ya da…
Bağımsız bir Kürt Devleti hayalinin tarihçesine girmeden önce, geleceğe bir bakmamız, ülkemiz ve Kürt-Güney sorununda bize Batı ve ABD çevrelerince biçilmek istenen düzenin boyutlarını anlamamız, bilmemiz gerekiyor.
1945 San Fransisco Birleşmiş Milletler Konferasına verilen Kürdistan haritası.
Müttefiklerimizin resmi, gayri resmi çevrelerinde, RAND Enstitüsü gibi ’Think Tank’larında oluşturulan tasavvurları ve gerekçeleri en somut bir şekilde özetleyen bir rapor var elimizde:
“Türkiye’nin Kürt Sorunu.” Carnegie Vakfı’nın, “Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu” tarafından 1998 yılında yayınlanan ve Virjinya’daki Lehigh Üniversitesi profesörlerinden, Türkiye kökenli Henry Barkey ve RAND Enstitüsü analistlerinden eski CIA’cı Graham Fuller tarafından konu ile ilgili her kesimden insanlarla ve bu arada çeşitli eğilimlere sahip Kürt kökenlilerle yaptıkları konuşmalardan sonra hazırladıkları “Türkiye’nin Kürt Sorunu” adlı raporu. Şüphesiz bu rapor, Batı’nın ve tabii Amerika’nın Güneydoğu ve “Kürt Sorununa” bugünkü bakış tarzını özetliyor:
“Amerika (ve Batı için) Türkiye’nin iç istikrara kavuşması ve bölgede, önemli bir güç olması zorunludur. Türkiye’nin istikrara kavuşmasına Güneydoğu sorunu engeldir. Türkiye bir dereceye kadar askeri başarı elde etse bile, artık uluslararası arenaya da taşınan bu sorunu, bölgede askeri çözümle halletmesi kesinlikle imkânsızdır. Artık siyasi çözümün (kibarcası bölgeye merkezi hükümetin yetkilerinin devri) zamanı gelmiştir. Bu da önce Kürtlerin dil ve kültür kimliklerini tanıyarak bölgeye siyasi ve kültürel özerklik verilmesi, (Diyarbakır’da bir Kürt Parlamentosunun kurulması), bölgeden askerlerin ve özel harekât timlerinin ve korucuların çekilmesi ve nihayet Kürt halkının temsilcileriyle (PKK dâhil) müzakere masasına oturulması ile olur.”
Bu tasavvurun masumane gerçekleri de var:
“Güneydoğudaki savaş bölgede kirliliğe sebep oluyor, güvenlik kuvvetlerinin mensupları, başta uyuşturucu kaçakçılığı olmak üzere birtakım kirliliklere bulaşıyorlarmış… Hem bu mücadele yüzünden rantını mücadelenin devamından sağlayan ve dolayısıyla Güneydoğu sorununun çözülmesini istemeyen bir ’savaş lobisi’oluşmuş. Bu durum askeri yönetime de kapı açıyormuş.”
Fuller ve Barkey açıkça, “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken (yanlış) bir kararla etnik faktör ve gerçeklerin gözardı edildiğini” söylüyorlar.
Onlara göre artık bu yanlışı düzeltmenin zamanı gelmiştir. Tabii böyle bir planla Anadolu’da etnik bir Pandora kutusunun kapağı açılır. Sonra! Sevr düzeni geri gelir veya Yugoslavya parçalandıktan sonra Bosna’da olanlar bizde de olur! Ya göremiyorlar, görmek istemiyorlar ya da hiç umurlarında değil.
Kürtler açıkça Türkiye’yi bölmek için kullanılıyor
Amerika’da yayımlanan ‘Türkiye’nin Kürt Sorunu’ başlıklı raporda ‘ABD Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yanadır’ deniyor ve parantez içinde şu not düşülüyor: Tabii mümkün olabilirse!!!
Bugün, dünkü yazımızda bahsettiğimiz Carnegie Vakfı’nın, “Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu” tarafından 1998 yılında yayımlanan “Türkiye’nin Kürt Sorunu” başlıklı raporundaki tespit ve önerilere yer vereceğim.
Raporun yazarlarına göre öncelikli endişe ve dilekleri, Amerika’nın anahtar müttefiki saydıkları Türkiye’nin istikrarı, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve bu kendisini gittikçe zayıflatan sorunla başarı ile başa çıkmasıdır. Burada ilginç bir cümle var:
“… Dünyadaki birçok ülkelerin tehlikeli etnik başkaldırılar ve bölücü eğilimlerle karşı karşıya oldukları zamanımızda asıl tercihimiz Türkiye’nin toprak bütünlüğünün -tabii mümkün olabilirse- birleşik bir Türk devleti içinde muhafazasından yanadır!” (Bana öyle geliyor ki yazarlar bunun mümkün olabileceğini pek sanmıyorlar; ama bir söz rüşveti veriyorlar.)
Rapordan bazı tespitler
– Türk Devleti ile nüfusun takriben
% 20’sini teşkil eden Kürt’ler arasında süren mücadele, çözümden gittikçe uzaklaşmakta ve gittikçe daha tehlikeli boyutlara varmaktadır. Aslında “etnik” olan soruna siyasi çözüm bulunmaması, ekonomiyi olumsuz yönde etkiliyor, bu da toplumsal huzursuzluğa ve dolayısıyla İslamcıların işine yarayan radikalizme yol açıyor. Nitekim birçok Kürt, İslamcılarla ittifakı muhtemel hâl çarelerinden addediyorlar. Türkiye’nin iç istikrarı, savaş koşulları ve göçler yüzünden etkileniyor.
– İki tarafta da ölüler arttıkça Türk ve Kürtler arasında düşmanlık duyguları da artıyor ve ülkede şovenizmi tahrik ediyor.
– Etnik kutuplaşma ve Kürtler arasında yabancılaşma duyguları artıyor. Anti-demokratik yapılaşmalar Türkiye’nin demokrasisini tehdit ediyor. Türkiye’nin askeri ve güvenlik kurumları başkaldırı ile mücadele ederken hukuk dışı usullere başvurmuşlar ve bu da hükümetin en yüksek seviyelerine kadar yolsuzlukları ve skandalları taşımıştır.
– Bu anti-demokratik ve insan haklarını ihlâl süreçleri Türkiye’nin gelecekteki Batı ile ilişkilerini ciddi olarak tehdit etmektedir. Türkiye’nin, Batı’nın büyük bir müttefiki olarak bu seçkin bölgedeki hayati rolü tehlikeye düşüyor.
Kürt grupların hedefleri
Raporda bu karanlık tablo çizildikten sonra şöyle deniyor:
“Türk hükümeti, Kürt ayaklanmasına karşı askeri bakımdan ilerlemeler kaydediyor; ama siyasi mücadeleyi kaybediyor.”
Kürtlerin, daha doğrusu muhtelif Kürt gruplarının hedefleri şöyle tahlil ediliyor:
– PKK, siyasi bakımdan aktif olan Kürtler için en kuvvetli siyasi örgüttür. Çoğu Kürtler, PKK hususunda gurur, korku ve saygı gibi karışık duygular beslemekle birlikte, genellikle bu örgüte ileride devletin politikalarını değiştirebilecek yegâne siyasi örgüt nazarıyla bakıyorlar.
– Kürtler arasında milliyet ve milliyetçilik duyguları son zamanlarda PKK mücadelesinden dolayı ve Türkiye’nin bölgedeki büyük “mevcudiyetinden” dolayı kuvvetlenmiştir. Kürtlerin kendi kimliklerini geliştirmeleri artık durdurulamaz ve geriye çevrilemez. Zaman, şimdiki devlet politikalarının aleyhinde işlemektedir ve baskılar ancak Kürtleri kendi kimliklerini ispata ve radikalizme itebilir. Bu yüzden de mutedil çözümler güçleşebilir.
– PKK’nın Kürtler için en ideal bir liderlik örgütü olmadığı ve Kürt-Türk tefrik etmeyen acımasız terör yöntemleri ve yapısı tenkit edildikten sonra çoğu Kürtlerin, sadece PKK’nın silahlı mücadelesinin devletin dikkatini Kürt ihtiyaç ve emellerine çekmiş olduğuna inanmadıklarına işaret ediliyor.
1945’te BM toplantısında sunulan Kürdistan haritası
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’te San Fransisco’da yapılan Birleşmiş Milletler Teşkilatının kuruluş toplantısına Kürtler adına Hoybun Cemiyeti tarafından sunulan Kürdistan haritası…
Atatürk ve Cumhuriyet’e saldırı
1998 yılında yayımlanan rapora göre HADEP kapatılmazsa ve olgunlaşırsa PKK’nın alternatifi olarak “siyasi” çözümde taraf olabilir…
– Yazarlara göre, Türk askeri ve sivil liderlerinin çoğu Kürtlerin ciddi bir problem olduğunu kabul etmekle beraber, bu problemi sadece bölgenin ekonomik problemlerine ve bir azınlığın işi olduğunu iddia ettikleri teröre bağlıyor ve böylece sorunun asıl temelini bu mücadelenin etnik kimlik ve kültürel hakları için olduğunu görmezlikten geliyorlar.
Raporun çarpıcı iddiası şu:
“Kürt problemini, bugünkü Türk devletinin kuruluşunda verilen hatalı kararlar yaratmıştır. Bugün de çözümün çoğu anahtarı, devletin elinde olduğu ve buna karşılık Kürtlerin elinde hiçbir anahtar bulunmadığı için sorunun yıllardır devamından da Türk Devleti sorumludur.”
Türk düşmanlığı
Yazarlara göre, 1920’lerde Türk Devleti kurulurken ve sonra da millet yapılandırılırken, Türk kimliği tek kimlik olarak ve diğer etnik kimlikler pahasına tanınmıştır. Burada şöyle deniyor:
“Yeni Türk Devleti, Mustafa Kemal’in olağanüstü liderliği ile kurulması sırasında diğer etnik grupların ve bu grupların en büyüğünü teşkil eden Kürtlerin kimliğinin tanınması sıradışı ve gerçekçilik dışı sayılmayabilirdi. Atatürk olmasaydı modern Türkiye de olmazdı. Ancak Kürtler, Osmanlı döneminde elde ettikleri etnik statülerini kaybetmekten hiç hoşnut olmadılar ve üç ciddi başkaldırı yaptılar… Kanunlara göre Türk Devletinin bütün bireyleri etnik ve dini köken gözetilmeksizin kanun önünde eşittirler. En üst siyasi ve sosyal düzeylere ulaşmakta etnik köken engeli yoktur. Ancak Kürt kimliğinin hukuki varlığı inkâr edilmiştir. Eşitlik ancak tüm olarak asimile olmayı kabul edenler için vardır.
Onlara göre çözüm
Bu devlet ideolojisi şimdi çok pahalıya mal olmasına rağmen sürdürülmektedir. Ama Türk halkı problemin bu yönünü görmemekte ve sadece meselenin bölücü terörizm meselesi olduğuna inanmaktadır. Eğer çözüm isteniyorsa bu (ideolojiden) vazgeçilmelidir. Ancak devlette bu irade yoktur ve zaman devlet aleyhinde işlemekte, Kürtler gittikçe radikalleşmektedir.
– Kürt etnik milliyetçiliği ve şuuru devlet baskıları yüzünden, Kürt bölgelerinin ekonomik ve sosyal geri kalmışlığı yüzünden, bütün bölgedeki ve dünyada Kürtler arasındaki global iletişim olanakları arttığı için gittikçe kuvvetleniyor.
13 yıl önceki rapor bugünleri anlatıyor…
PKK hakkındaki görüşler raporda şöyle özetleniyor: PKK hiç kuşkusuz Türkiye Kürtlerinin tek temsilcisi değildir; fakat son yıllarda en başta gelen güç olmuştur. Bunun bir sebebi Kürt örgütleri arasında en dayanıklısı ve uzun yaşayanı olmasıdır. Gerçi Suriye desteği önemli olmuştur; ama esas itibarıyla dış faktörlerin ürünü değildir. PKK’nın kuvveti Türk askeri harekâtlarının şiddetine göre değişmiştir ve ancak çok pahalıya mal olan askeri ve polis baskıları altında kontrol edilebilmektedir. Türk askeri ve polis birlikleri bölgeden çekildikten sonra, PKK’nın bölgedeki siyasi ve askeri nüfuzu gene artacaktır. Rapora göre, PKK 1994’ten beri kendisini Türk Devleti’ne karşı yegâne taraf olarak kabul ettirmek için dışarıda geniş bir siyasi ve diplomatik boyutlar geliştirmeye yönelmiştir. Brüksel’de kurulan “Sürgündeki Kürt Parlamentosu” bu boyutlardan biridir. Ayrıca, eski feodal yapıya karşı karakteri ile Irak, Suriye ve İran Kürtleri indindeki nüfuzunu da arttırıyor. Daha önemlisi Avrupa’da yaşayan 500 bin Kürt üzerindeki egemenliğinin artmış olmasıdır. PKK, Kemal Burkay’ın merkezi İsveç’te olan mutedil ve şiddet karşıtı Kürt Sosyalist Partisi dışında da büyük ve ciddi siyasi örgüt haline gelmiştir. PKK bugüne kadar demokratik ve saydam bir yapı oluşturmamış olsa bile, özellikle Avrupa’da siyasi müttefiklerini ve tabanını arttırdıkça, şimdiki liderler sıkı kontrollerini gevşetmek ve siyasi taktiklerini değiştirmek zorunda kalabilir.
Türkiye yumuşamalıymış…
“Eğer Türkiye resmi tutumunu yumuşatırsa bu muhakkak olacak, yani PKK değişecektir.”
Rapora göre hiçbir ciddi Kürt örgütü hâlâ veya şimdilik, bağımsız Kürt Devleti’ni hedeflemiyor, bugünkü hudutlar içinde “siyasi çözüm” istiyorlar. Gene rapora göre bunun başlıca sebebi de İstanbul ve Diyarbakır’daki Kürtlerin tam bağımsızlığa taraftar olmamalarıdır. “Bunların (herhalde şimdilik) azami emelleri, Diyarbakır’daki bir Kürt parlamentosu ve Ankara’daki bir Türk parlamentosu ile federal bir devlettir.”
Diğer başlıca emeller de şöyle özetleniyor:
– Türk Devleti içinde Kürt kimliğinin tanınması,
– Olağanüstü hal rejiminin kaldırılması,
– Güneydoğu’daki askeri harekâta son verilmesi,
– Şoven milliyetçi özel timlerin çekilmesi, koruculuğun kaldırılması,
– Kürtlerin, devlet desteği ile onarılacak köylerine dönmelerine imkân verilmesi,
– Teröre karışmamış olanlara umumi af,
Kürt siyasi partilerine ve siyasi faaliyete anayasal imkân ve himaye ve en önemlisi devletin merkeziyetçilikten arındırılması, sadece Kürtlere değil bütün Türklere kendi vali ve yerel yöneticilerini kendilerinin seçmeleri imkânının verilmesi.
Rapora göre “üniter devletten yana olan muhafazakâr Türkler”, kültürel özerkliğin ileride tam bağımsızlığa yol açacağından endişe ediyorlarsa da “Global etnik ifadelerin arttığı bugünkü dünyada bu endişeler tamamıyla haksız olmamakla beraber, etnik emel ve isteklerin yerine getirilmemesi neticede muhakkak bölünmeye sebep olacaktır.”
Yazarlara göre sivil liderler, cesur yeni siyasi çözümler getirecekleri yerine, sorumluluğu kendiliklerinden askerlere terketmişlerdi. “Önce terörün durdurulması, sonra reformların başlatılması” yolundaki politikalar gerçekçilikten uzaktır. Çünkü hep tünelin ucundaki ışıktan bahsedilmesine rağmen askeri mücadele hiçbir zaman sona ermeyecektir.
Bunlar 13 yıl evvelki raporda yazılanlar ama bugünkü durumla ve taleplerle ne kadar örtüşüyor…
Osmanlı’daki çöküşle birlikte Batı ‘Büyük Oyun’u başlattı…
Osmanlı İmparatorluğu’nun iniş dönemine geçmesiyle birlikte Bab-ı Ali ile Kürt aşiretler arasındaki irtibat kopmaya doğru yüz tutmuştu. Doğuda düzen gevşeyince başta Rusya olmak üzere batılılar fırsattan istifadede gecikmediler.
Osmanlı İmparatorluğu 18. Yüzyıldan itibaren iniş dönemine geçtikçe, merkezi hükümet taşradaki ve özellikle “uzak” taşradaki kontrolünü de kaybetmeye başlamış, Bab-ı Ali ile aşiretler arasındaki irtibat kopmaya yüz tutmuştu.
Aşiret başları da, Osmanlı’nın artık zayıfladığını anladıkları için 19. Yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’la ilişkilerini zayıflatmaya, başlarına buyruk hareket etmeye başlamışlardı. Pax Ottomana yani “Osmanlı Düzeni” gevşeyince, kendi aralarında da rekabet mücadeleleri başgöstermişti.
Büyük Oyun Başlıyor
Bölgedeki anarşiye yakın bu durum içinde başta Rusya olmak üzere Batılılar, bölgedeki Büyük Oyun’larına giriştiler. İlginçtir, 19. Yüzyılın başlarında ilk defa Kürtlerle tanışan Ruslar, daha önce Osmanlı Ermenilerini kullandıkları gibi, 1829’da Kars’ı alırken, organize edip silahlandırdıkları bir “Müslüman” Kürt aşiret alayını da Türklere karşı Kars’ı almakta kullanmışlardı. Bu arada her mezhepten Hıristiyan, Katolik, Protestan ve Rus Ortodoks misyonerler de bölgede icrayı faaliyete başlıyorlardı. Bab-ı Âli ise başlangıçta bu faaliyetlere lakayt kalıyordu.
Önce III. Sultan Selim, sonra da II. Mahmud inkırazı durdurmaya çalıştılar. III. Selim’in, Yeniçeri Ocağı’nın yerine modern bir ordu kurma teşebbüsü akamete uğradıktan sonra II. Mahmud, 1820’den sonra derebeylerine ve aşiret beylerine karşı başarılı bir mücadele yürüttü. Zira Osmanlı ordusu Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, Mısır Ordusu’na Suriye’de yenilmesinden sonra Kürt aşiretleri Merkezi Hükümete karşı büsbütün meydan okur hale gelmişlerdi. Merkezi hükümete meydan okumaların başını “Ravanduz hükümdarı Mir Mehmed” çekiyordu.
Bedirhanlar sahnede
Bölgedeki ikinci önemli Kürt kıpırdanması, sonraları adı Kürtçülük hareketlerinde çok işitilecek olan Bedirhan Bey’in, 1843-1845 Diyarbakır harekâtıdır. Bedirhan Bey’in, Ermenilere Nasturi Hıristiyanlara ve hatta misyonerlere saldırılarının Batı’nın protestolarına sebep olması üzerine, Bab-ı Âli ileride kendi otoritesine karşı da tehlike oluşturacağı muhakkak olan, hatta bağımsızlığını ilan eden Bedirhan Bey’e ve kuvvetlerine karşı harekete geçti. Bedirhan ve avanesi 1845’te yakalanarak Girit’e sürüldü. Bu arada belli başlı Kürt aşiret liderleri ve Baban aşireti lideri yakalanmış, sürülmüşlerdi. Bölgedeki aşiret emirlikleri dönemi bir süre için kapanmış oluyordu.
Yeni bir dönem
Aşiret emirlerinin ve büyüklü küçüklü derebeylerin otoritelerinin kırılması ile bölgeye barış ve düzen egemen olamadı. Bundan evvel aşiret başları birbirlerini dengeliyor ve bir nevi -hassas ve netameli de olsa- düzen sağlıyorlardı. Hâsıl olan otorite boşluğunda Kürtlerle Ermeniler arasında cereyan etmeye başlayan kanlı olaylar, Hıristiyan Batı devletlerine ve Ortodoks Rus Devleti’ne, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki içişlerine müdahale imkânını veriyor ve “Büyük Oyun” bu bölgede ajanlar arasında ve Ermenilerin Osmanlı’ya karşı tahrik edilmeleri şeklinde oynanır oluyordu.
Eski dönemde aşiretler ve aileler arasındaki ihtilaflar, zaten birbirleri ile hısım veya akraba oldukları için emirler tarafından “aile içinde” halledilirdi. Bu düzen kalkınca yerine tarikat şeyhlerinin otoriteleri geçmeye başladı. Bu mücadelelerin sayısı, olayın boyutlarına ışık tuttuğu içindir ki burada kısaca değiniyorum.
Bölgede eskiden beri mevcut muhtelif etnik unsurlar; emirlerin yerinde veya daha fazla nüfuz sahibi oldular. Bunların en önemlisi, Abdülkadir Geylani’nin kurduğu Kadiri Tarikatı idi. Bu tarikata mensup başlıca iki şeyhlik vardı:
Şeyh Abdülkadir’in sülalesinden ve iddialarına göre Peygamber sülalesinden gelen, Hakkâri havalisinde hâkim Nihr, Seyyitleri ve şeyhleri; diğeri de Süleymaniye havalisindeki Barzınca Köyü’nden oldukları için “Seyid” yani Peygamber soyundan olduklarını söyleyen Barzinciler. Ne var ki, 19. Yüzyılın başlarında Nakşibendî tarikatının içinden çıkan, başını Şeyh Mevlana Halid’in çektiği bir yenileşme veya “Yeniden Doğuş” (Müceddidîn) hareketi ile Nakşibendîlerin nüfuzu Kadirîlerinkini geçip bütün bölgeye yayıldı.
İlk Milliyetçi mi?
Bazı Kürtler, Nihri Şeyhi Ubeydullah’ı Kürt milliyetçisi sayarlar.
Ubeydullah, Tebriz’deki İngiliz Konsolosu William Abbot’a hükümetine acilen duyurulmak üzere:
“Kürtlerin etnik töre, hatta din bakımından apayrı bir halk olduklarını” belirttikten sonra, hareketini şöyle izah ediyordu:
Kürdistan ile ilgilenin!..
“Kürdistan’ın bütün hükümdar ve ağaları, artık işlerin böyle Osmanlı ve İran (Kaçar) hükümetleri altında devam edemeyeceği ve mutlaka bir şeyler yapılması gerekeceği, bu durumun bir şeyler yapmaları ve durumu tahkik etmeleri için Avrupa hükümetlerine duyurulması hususunda müttefiktirler!”
Aynı şeyleri kendisi ile yakın temasta olan Amerikalı Misyoner Dr. Joseph Plumb, Dr. Cochran’a da söylüyor ve Avrupalıların, Amerikalıların, Kürtler ve “Kürdistanla” ilgilenmeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Ne var ki, İran’daki başarısızlığı sonunda İstanbul’a sürgün edilen sonra da sürgün edildiği Mekke’de 1883’te ölen Ubeydullah’ın, gerçekten bağımsızlık için savaşan bir milliyetçi mi, yoksa çoğu zaman Osmanlılara hizmet eden bir oportünist mi olduğu pek belli olmamıştır.
II. Abdülhamid dönemi ve Hamidiye Alayları
1876’da Osmanlı tahtına çıkan Sultan Abdülhamid, imparatorluğu, tahtta kaldığı sürece 1908’e kadar parçalanmaktan korumuş bir hükümdardı. Doğu’daki Kürt ve Ermeni hareketlerini büyük bir tehdit olarak görüyordu ve bunun da Tanzimat’ın, dolayısıyla Avrupalıların önerdiği liberal ve demokratik tedbir ve reformlardan başka usullerle yapılmasına çalışıyordu. Hatta açıkça söylemek gerekirse, Tanzimat’ın liberal fikirlerinin, bölgedeki ayrılıkçı hareketlere ivme kazandıracağına inanıyordu.
II. Abdülhamid, Ermeni tehlikesine karşı Kürt aşiretlerini ve şeyhlerini kullanmaktan yana idi. Bunun için de Şeyh Ubeydullah’ın başını çektiği bir ‘Kürt Birliği’ hareketini alttan alta desteklemiş olduğu söylenir. Bazı tarihçiler bu konuda Abdülhamid’e şeytani bir komplo atfederler. Güya, Şeyh Ubeydullah hareketine, Hıristiyan Ermenileri ve Nasturileri de katacak ve böylelikle Avrupalıların Ermenilere olan sempatileri de körlenecekti…
Hamidiye Alayları
II. Abdülhamid’in Ermeni tehlikesine karşı en belirgin hareketi, Sünni Kürt aşiretlerinden yarı muntazam ’Hamidiye Alayları’nı kurması idi. Osmanlı Devleti’nin ve II. Abdülhamid’in Ermeni ihanetine karşı başlıca güvencesi de Kürt aşiretleri ve sonra kurulan sadık Hamidiye alayları, bir de İstanbul’da devlete yakın Kürt aydınları yetiştirmek için kurdukları aşiret “Zadegan” okulları idi. Ne var ki, bu okullardan bazı Kürtçüler de çıkacaktı sonra…
Hamidiye Alayları’nın çok faydalı oldukları söylenemez. Aksine, gerek Doğu’da ve gerekse İstanbul’da Ermeni taşkınlıklarına karşı kullanıldıklarında, kalpaklarındaki madeni armalara izafeten “Tenekeliler” denilen Hamidiye Alayı mensuplarının bir hayli taşkınlık ve şımarıklıkları olmuştu.
Ermenilerin Kürtlere saldırmaları ilk kıvılcımdı
Diğer tarafta Ermeniler de Hınçak ve Taşnak partileri olarak örgütleniyor ve silahlanıyorlardı. Mücadele daha fazla Ermenilerle Kürtler arasında cereyan ediyordu. Ermeni çeteleri, özellikle Rusya tarafından örgütlendiriliyor ve silahlanıyorlardı. 1894’te Muş’un güneyindeki Sason bölgesinde Hınçaklar Kürt köylerine saldırarak yüzlerce Kürt’ü öldürdüler.
1895’te Ermeni taşkınlıkları İstanbul’a sirayet etti ve Ermeni komitacılarının bir polis karakolunu basmaları üzerine başlayan olaylar zinciri Anadolu’nun güneyine taştı ve ilk soykırım iddialarına yol açtı. Oysa kanlı olayları Ermeni komitacılar Rusların ve misyonerlerin tahrikleri ile başlatmışlar ve misyonerler de bu olayları tek taraflı olarak Amerika’ya ve Avrupa’ya “soykırım” şeklinde yansıtmışlardı.
Büyük Oyun’un piyonları
Tarihte hiçbir zaman bağımsız bir Kürt Devleti olmamıştır. Ama Kürdistan dedikleri, Türkiye’nin Güneydoğusu’nu, Irak’ın Kuzeyini ve İran’ın da bir parçasını kapsayan bölgede, şu veya bu şekilde, bir Kürt Devleti’nin veya özerk bir Kürt bölgesinin kurulması teşebbüsleri Orta Asya’da İngiliz, Fransız, Alman, Rus ajanları arasında oynanan Büyük Oyun’un bir uzantısı olmuş…
Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve maalesef bir bakıma da Türkler bu oyunun piyonları olarak kullanılmış… Bütün bunlardan maksat önce Hindistan yollarının güvencesi, sonra da petrolün artan önemi yüzünden Kafkasya ve Orta Doğu’daki petrol kaynaklarına hakimiyet ve Türk gücünü kırmak!
Avrupa, doğuda kendi çıkarı için çalışacak halkı keşfetti: Kürtler
Yapılacak şey bu halkta veya halklarda bulunmayan milliyetçilik ve kimlik duygularını telkin etmek, canlandırmaktı. İngiliz ajanı Yüzbaşı Barry şöyle diyordu: “Türklerden farklı olan bu kavmi kendi tarafımıza çekmeliyiz.” Amerikalı misyonerler de “Kürtleri Hıristiyanlığa daha kolay kazandırabiliriz” mesajı gönderiyorlardı…
Batılılar için daima büyük bir tehlike teşkil eden Türkler, Osmanlı’nın son döneminde güçsüz kalmış olsalar bile, uzun vadeli perspektifte büyük devletlerin hepsi için de potansiyel bir tehlike teşkil ediyordu.
Britanya Donanması İstihbarat Servisi tarafından 1918’de yayınlanan gizli raporun sonuç bölümünde şöyle deniyordu:
“Türkler tarih sahnesine çıkalı beri, daima savaş ve kaba kuvvet ifade etmişlerdir… Eğer bu ırkın çeşitli kolları gençleşmiş bir Türkiye’nin liderliği altında birleşir ve etkin bir şekilde örgütlenirlerse, bu birlik daimi huzursuzluk kaynağı ve özellikle Hint İmparatorluğu için büyük bir tehlike oluşturur.”
Misyonerler ve arkeologların faaliyetleri
Bölge Hıristiyanlık için de önemli, tarihi bir bölge. Bu bölge halkının Hıristiyanlaştırılması hatta zaten Hıristiyan olan Ermenilerin, Nasturilerin (Süryanilerin) Protestanlaştırılmaları, misyonerler için bir “challenge” idi, kutsal bir görevdi…
Bu misyonerler 19. Yüzyılın başlarından itibaren okullar, hastahaneler ve sağlık merkezleri açarak kesif faaliyette bulundular. Misyonerlerin bir maksadı, Hıristiyan Ermeni devletinin kurulmasına kadar Ermenileri, bu devlete engel olacak Müslüman Kürtlere karşı korumaktı ve hatta bağımsız bir Ermeni Devleti kurmaktı. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren bölgede bir taraftan Batı ajanlarının, diğer taraftan da Rus ajanlarının özellikle Alevi Kürtleri Osmanlılara karşı tahrik etme faaliyetleri de başlamıştı.
Diğer taraftan da ajan seyyah ve misyonerler, gazeteciler, antropologlar ve arkeologlar da bölgeyle ve özellikle yeni tanıdıkları Kürtlerle ilgilenmeye başlamışlardı.
Kürtlerin tarihini, antropolojiyi araştırmaya ve fotoğraflarını çekmeye, yüz ve vücut ölçülerini almaya ve kitaplar yayınlamaya başladılar. Kimlerin gerçek gazeteci ve bilim adamı veya misyoner, kimlerin aynı zamanda ajan olduğu pek belli de değildi. İşin acı tarafı, Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki bu faaliyet devam ederken Osmanlı resmi makamlarının ilgisizliği ve duyarsızlığı idi. Nitekim 1892’de Irak’a “seyyah ve arkeolog” olarak giden İngiliz Gertruide Bell daha sonra ünlü İngiliz casusu ve “Arap uzmanı” T. E. Lawrence ile birlikte İngiltere hükümetine önemli raporlar hazırlayacaktı. 1921 yılında da yani Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra, İngiltere’nin mandası altında kurulan Irak Krallığı’nın İngiltere Yüksek Komiseri Sir Percy Cox’un siyasi sekreterliğini yapacaktı.
Kürtleri keşfetmek
Avrupalılar artık “Kürtleri keşfetmişlerdi”. Daha doğrusu bu hassas ve çıkarların çatıştığı bölgede Türklere karşı kendi çıkarları için kullanabilecekleri bir “halkı” bulmuşlardı. Yapılacak şey bu halkta veya halklarda bulunmayan milliyetçilik ve kimlik duygularını telkin etmek, canlandırmaktı. İngiliz ajanı Yüzbaşı Barry şöyle diyordu:
“Türklerden farklı olan bu kavmi kendi tarafımıza çekmeliyiz.” Amerikalı misyonerler de Amerika’daki merkezlerine, “Kürtleri Hıristiyanlığa daha kolay kazandırabiliriz” mesajını gönderiyorlardı. Problem, o zamana kadar birbirlerine düşman Ermenilerle, Osmanlıya sadık Kürtleri uzlaştırabilmekti!..
Miss Gertrude Bell o sırada, o bölgede hem Ermenilerle, hem Kürtlerle ilgili araştırmalar ve çalışmalar yapmakta olan Amerikan misyoner Dr. Joseph Cochran ile de yakın temastadır.
Dr. Cochran’nın dostu Gertrude Bell sonraları, 1921’de Lawrence ile birlikte, Kahire’de “Kürt” konusunu konuşmak için yapılan Winston Churchill’in başkanlığındaki toplantıda başlıca söz sahiplerinden olacaktı…
Şeyh Ubeydullah ve yeni simalar
Osmanlılara karşı ilk bağımsızlık hareketlerinin öncüsü olan Kürt aşiret reisi Nihri’li Şeyh Ubeydullah, hem İngilizlerden, hem de Dr. Cochran’dan destek istiyor, onlara;
“Biz ayrı bir halkız, kendi işlerimizi kendimiz yönetmek istiyoruz!” diye yazıyor… Dr. Cochran da Ermenilerle Kürtleri Osmanlı’ya karşı uzlaştırmaya, birleştirmeye çalışıyor, daha 1890’lı yıllarda…
20. Yüzyılın başlarında bölge sahnesine sonra adları daha fazla duyulacak kişiler çıkıyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’nun “Barışları Önleyen Barış” , yani Eski Osmanlı topraklarının, sonra büyük bunalımlara yol açacak olan suni paylaşılmasında Fransız Picot ile birlikte başrolü oynayacak Arap yanlısı Sir Mark Sykes, ünlü T. E. Lawrence ve Kürtlerin Lawrence’i diye tanınan Binbaşı E. W. C. Noel, 1919’da Anadolu’da Bedirhanlar gibi bazı Kürt aydınlarını da yanına alarak Kürtleri Türkiye’ye ve milli mücadeleye karşı tahrik ederken Mustafa Kemal’in karşısına çıkan ve sonraki Kürt isyanlarında sadece parmağı değil, kolu bulunan Binbaşı E. W. C. Noel!..
Osmanlı’ya ihanet ve seçkinlerin ikilemi
Osmanlı döneminde aşiret ağalarının, vergi vermemek ve askere gitmemek gibi sebeplerle, zaman zaman başkaldırmalarına rağmen, belirgin bir bağımsızlık hareketi yoktu. Kürtler, I. Dünya Savaşından sonra da (İstiklâl Harbi’nde olduğu gibi) diğer unsurlarla birlikte düşmana karşı kahramanca çarpıştılar. Çanakkale’deki mezar taşları bunun en çarpıcı kanıtı!
Kürtler, özellikle Sünni kökenli Kürtler, Müslüman kimliğine bağlı kalıyorlardı. Ancak, daha fazla Dersim (Tunceli) bölgesindeki Alevi aşiretlerde ve Süryanilerde devlete sadakatin derecesi biraz daha düşüktü. Sünnilerin duyarlı oldukları yabancı, Ermeni, Rus tehlikeleri Alevilerce daha az algılanıyordu.
Ancak Kürtçülük ve Kürt bağımsızlığı hareketleri, Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerinden etkilenerek, Doğu’daki kıpırdanmalardan daha bilinçli olarak, Osmanlı’nın nimetini görmüş Kürt aydınları ve Devlet erkânı arasında da 19. Yüzyılın sonlarında başlıyordu…
Karar vermek zordu…
İstanbul’daki, hatta devletin yüksek kademelerindeki Kürt seçkinleri de kavramlar ve sadakatlar arasında sıkışmış gibi idiler. Bir taraftan Müslüman ve Osmanlı üst kimlikleri ile padişaha ve halifeye bağlılıkları; diğer taraftan Batı’dan gelen telkin ve fikirler doğrultusunda milliyetçilik ve kimlik arayışları bunları etkiliyordu. Devletin ekmeğini yemiş Bedirhanlar, büyükelçiliğe kadar yükselmiş Şerif Paşa, Devlet başkanlığına kadar yükselmiş olan Şeyh Abdülkadir, Kürtçülük ve bağımsızlık hareketlerinin başını çekmeye başlamışlar ve bu yolda Batı devletleri ve ajanları ile temasa geçmişlerdi. Bu kimlik ikilemleri arasında bocalayanlar da vardı. Jön Türk hareketine katılan İttihat ve Terakki’nin ilk yıllarında bu saflarda bulunan Kürt kökenli kişiler, mesela Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti, Hikmet Baban, daha sonra İttihat ve Terakki’den ayrılacaklar; Adem-i Merkeziyetçiliği, Merkezi Hükümet yerine bölgelere yetki devrini savunan Prens Sabahaddin’e katılacaklardı. Ademi Merkezıyetçilik yanı eyalet sistemı -bugünkü adıyla “Demokratik Özerklik” .
Osmanlı’ya ihanet, Kürt ve Ermenilerle işbirliği
Kürt asıllı olup sonuna kadar Osmanlı kimliğini savunan kişiler (Süleyman Nazif gibi), gene aslen Kürt oldukları halde Türk milliyetçisi olanlar da yok değildi. Baban ailesinin bazı fertleri gibi, Türk milliyetçiliğinin, Türkçülüğün ideoloğu Ziya Gökalp gibi. Bazı Kürt kökenlilerin ilk arayışları, Osmanlı Devleti ve Osmanlılık içinde devletin ıslahatı yönünde idi. Ama Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Kürt asıllı bazı aydınlar da bağımsız Kürdistan idealini benimsemeye başlamışlardı. Hatta Abdullah Cevdet, Avrupa’da Bedirhanlar tarafından yayınlanan Kürdistan dergisinde, 1897 yılında Ermeni iddia ve taleplerini açıkça destekliyor ve Osmanlı Devleti’ne karşı Kürtlerin ve Ermenilerin birlikte mücadele etmelerini öneriyordu. Bu açık ihanetlerine rağmen devlet, onlara dış temsilciliklerinde görevler verdi. Hem Sukutî, hem de Abdullah Cevdet, Türkler ve de Kürt ayrılıkçılar tarafından bağışlanmadan öldürüldüler.
Öne çıkan iki aile
1900’lerden sonraki Kürtçülük hareketlerinde iki aile öndedir. Tarikat olarak Nihri Seyyidleri ve “sivil” Bedirhanlar. Bu iki aile Kürt milliyetçiliğinin başını çekeceklerdir uzun süre. Nihri’liler özerklik, Bedirhanlar ise bağımsızlık taraftarıdırlar.
Nihri’liler lideri, daha evvel gördüğümüz Şeyh Ubeydullah’ın ikinci oğlu ve babasının ölümü üzerine şeyhliği tevarüs etmiş olan Şeyh Abdülkadir de II. Abdülhamid’e başkaldıran İttihat ve Terakki’de yer alır.
Bedirhanlar ise babaları Abdurrahman’ın 1847’de uğradığı yenilgiyi içlerine hiç sindirememişlerdi ve iki oğlu Osman ve Hüseyin 1897’de Diyarbakır havalisinde çabuk bastırılan bir başkaldırı girişiminde bulunmuşlardı. II. Abdülhamid döneminde Bedirhanlar, özellikle oğullardan Emin Ali Bedirhan, Mithat Bedirhan ve Abdurrahman Bedirhan, faaliyetlerine iki dildeki (Türkçe ve Kırmanço) Kürdistan gazetesi ile devam ettiler. Gerçi, bu gazetede yazan Hikmet Babanzade ile birlikte İttihat ve Terakki’yi destekler gözüküyorlardı; ama alttan alta Kürt bağımsızlığını da pompalıyorlardı.
Yollar ayrılıyor
İttihat ve Terakki içinde yollar, Türk milliyetçileri ile liberallerin, yani özerklik taraftarlarının ve bu arada Ermeni haklarını da savunanların yolları, belirgin bir şekilde ayrıldı. Kürt üyelerin çoğu Prens Sabahaddin’in “Adem-i Merkeziyyetçilik” hareketine katıldılar. Kürt kökenli Süleyman Nazif’in ve Ziya Gökalp’in Türkçüler safında olmaları hatta Türkçülük hareketinde adeta başı çekmeleri ilginç ve anlamlıdır.
Bedirhanlar ve Ermeniler ihanet için birleşmişlerdi
İttihatçılar bir Kürt-Ermeni tehdidinin farkına varmışlardı. Bu ittifak günümüze kadar devam etmiştir. Daha, 1890 yılında bölgeyi dolaşan İngiliz Lord Percy şöyle yazıyordu: “Osmanlı Devleti, Kürtlerden ve Ermenilerden ayrı ayrı çekinmiyorsa da birleştikleri takdirde oluşturacakları tehlikenin farkındadır”
Meşrutiyetten sonra İstanbul’da Kürt ve Kürtçülük hareketleri Emin Ali Bedirhan’ın, Baban ailesinden Mahmut Şerif Paşa’nın ve Ubeydullah’ın oğlu Nihri Şeyhi Abdülkadir’in kurdukları Kürdistan Teali (uyanış) ve Terakki Cemiyeti gibi cemiyetlerle hareketlenecek ve Doğu bölgesinde yayılacaktı. Aynı zamanda ayrı bir Kürt derneği, gene Abdurrahman Bedirhan’ın kurduğu, Kürt Eğitimini Yayma Derneği de, o sırada İstanbul’da yaşadığını öğrendiğimiz Kürtlerin çocuklarını eğitmek için okul açıyordu.
Said-i Nursi
Bu okulun yöneticileri arasında Said-i Nursi (veya Kürdi)’yi görüyoruz. Nursi, Kürt kimliğinin tanınmasına çalıştığı halde Kürt bağımsızlığına karşı idi.
Said-i Nursi bu maksatla Abdülhamid’e 31 Mart Vakası’ndan birkaç ay evvel başvurarak,“laik” Osmanlı eğitimini ve Türkçe’yi Kürtçe konuşan Osmanlı öğretmenler vasıtası ile ve Doğu’ya taşımak ve kendi deyimiyle ağaların nüfuzunu kırmak ve eğitimi “ulemanın” elinden almak istemiş…
Başlangıçta Abdülhamid’le ters düşen Said-i Nursi, 31 Mart Vakası’ndan sonra, isyan hareketine katıldığı için Divan-ı Harp’te yargılanmış, kendisini savunurken“Vaka”yı oluşturan sebepleri objektif olarak ortaya koyduktan sonra, kendisinin bu harekete fiilen katılmadığını belirtmiş ve başkaldıranların “itaat-ı askeriyeyi” feda etmelerini şiddetle kınamıştı. Neticede de beraat etmişti.
Doğuda meşrutiyet sevinci
Meşrutiyet, Doğuda Kürtler arasında sevinçle karşılanmıştı. Çünkü halk Meşrutiyet’in kendilerini ağaların ve şeyhlerin sultasından kurtaracağına ve artık kendi topraklarına sahip olacaklarına, yapılan propagandalar neticesinde inanıyordu. Buna karşılık Abdülhamid’in nimetinden yararlandıkları halde imtiyazlarını kötüye kullanmış olanlar da vardı. Mesela Milli’li İbrahim Paşa, başkaldırıya teşebbüs etti ise de başaramadı. Diğer bazı şeyhler de Barzinci Şeyhi Sait gibi İslâmiyet ve şeriat elden gidiyor diye ayaklanmaya teşebbüs ettilerse de hareketleri mevzii kaldı, bir yere varmadı.
Ermeni-Kürt yakınlaşması
Bir zamanlar Osmanlı’ya sadık görünen Osmanlı Şûra-yı devlet reisi Şeyh Abdülkadir’i de bağımsızlık ateşi sarmıştı. O, bu sefer, Ermenilerle birlik olarak Ermeni-Kürt dayanışması içinde Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak tasavvurunda idi. Bölgeye gitti bir Kürt-Ermeni Kongresi örgütledi; ama dönüşünde gözaltına alındı. İttihatçılar bir Kürt-Ermeni tehdidinin de farkına varmışlardı. Bu ittifak günümüze kadar devam etmiştir. Daha, 1890 yılında bölgeyi dolaşan İngiliz Lord Percy şöyle yazıyordu:
“Osmanlı Devleti, Kürtlerden ve Ermenilerden ayrı ayrı çekinmiyorsa da birleştikleri takdirde oluşturacakları tehlikenin farkındadır.”
Bölgedeki hükümet temsilcileri ve dolayısıyla Bab-ı Âli, Kürtlerle Ermeniler arasında; hatta Kürt tarikat şeyhleri ile Ermeni papazları arasında başlayan yakınlaşmadan ve şeyhler arasında başgösteren özerklik kıpırdanmalarından rahatsızdı. Bir zamanlar rakip olan İstanbul’daki Kürt liderleri Bedirhanlar, Şeyh Abdülkadir ve Şerif Paşa da aralarında işbirliği yapmaya başlamışlardı.
1909 ve 1911 yılları arasındaki bu gelişmeleri en yakından takip eden ve belki de alttan alta teşvik edenlerse bölgede mukim İngiliz ajanları, Konsolosları ve Konsolos yardımcılarıydı. İngilizleri de rahatsız eden bir diğer faktör ise, 1901 yılında Urumiye’yi ve Hoy’u işgal eden Osmanlıları, Rusların 1905’te oradan çıkarmaları ve bölgede entrikalara başlamalarıydı.
Bedirhanlar ikili oynuyordu
Ruslar, Bedirhan’lar ile yakın temasta bulunuyorlardı. 1910 yılında sürgünde olduğu Paris’ten gizlice bölgeye dönen Abdürrezzak Bedirhan, Tebriz’e gitmiş ve “Kürdistan’ın, Rusya’nın himayesi altında özerk olabileceği” fikrini yaymaya başlamıştı ve iki taraflı oynuyordu. Bir taraftan Ermenilere yaklaşır gözükürken, diğer taraftan da Kürtlere yaklaşıyordu. Batılıların Anadolu’yu Ermenilerin idaresine bırakmak istedikleri ve Ermeni hâkimiyetinden ve intikamından ancak Rus himayesi altında kurtulabilecekleri düşüncesini telkin ediyordu. Bedirhan diğer taraftan da, İran’da başkaldıran ve Ruslardan yardım gören “haydut” Simko ile de temas halinde idi.
İstanbul hükümeti endişeliydi
Ruslarla temas halinde olan diğer Kürt şeyhleri de vardı. Bütün bunlar İstanbul hükümetini endişelendirmekte idi. Büyük harbin arefesinde, 1913 yılında Türkiye’nin doğusundaki tehlike -Rus-Ermeni-Kürt işbirliği- iyice büyümüştü. Eski rakipler neredeyse isyancı Kürt lider ve aşiretleri ile Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifak yapmak üzere idiler. Bu ittifaka Nihri Şeyhi Taha, Şeyh Abdülselam Barzani ve Yezidi liderleri de katılınca Rusları destekleyecek 100.000 kişilik bir Kürt ordusu çıkıyordu ortaya. Bu tehlikeye karşı İttihat ve Terakki hükümeti, Meşrutiyetin ilanından sonra aşiretlere ve ağalara dayanan Hamidiye alaylarını dağıtmanın yanlış olduğunu farkediyor bu alayları bu sefer, aşiret hafif süvari alayları olarak yeniden teşkil etmek hazırlıklarına girişiyordu. Bu arada Kürt şeyh ve ağalarını Ermenilere karşı tahrik etmek için dini, İslâm birliğini hilâfeti ve cihatı öne çıkaran bazı motifler kullanılıyordu.
Barzaniler ile Zibarilerin arası iyi değildi…
Musul vilayetindeki Barzani aşireti on yıl zarfında bölgede en fazla nüfuz sahibi olan aşiretlerden biri haline gelmişti. Barzaniler ile Zap Nehri’nin sol yakasındaki Zibariler’in arası hiç iyi değildi. Kuzeylerindeki Nihri seyyidleri ile de… Bir zamanlar Nihri şeyhlerinin tebaaları iken son yıllarda bölgenin en nüfuzlu beş şeyhliğinden biri haline gelmişlerdi. Bu durum, gücünü Zibariler’den alan Musul valisini çok rahatsız ediyordu. Meşrutiyetten sonra, çok dindar olan Barzaniler, dinsiz olduğuna inandıkları İstanbul hükümetine ve yeni hükümetin vergi alma, asker toplama vb.. merkezi hükümet baskılarına karşı hükümet kuvvetleriyle devamlı çatışma halinde idiler. Barzanilerin başı Şeyh Abdülselam, başka şeyh ve liderlerle de arasını düzeltince Bab-ı Âli’nin endişeleri büsbütün arttı ve 1914 yılında hükümet kuvvetleri Barzanlara saldırdılar ve mağlup ettiler. Şeyh önce Urumiye’ye sonra Tiflis’e kaçtı. Ruslara sığındı. Maksadı İran’da Simko ile buluşmaktı; ama yolda muhtemelen, Osmanlılar’dan para alan Haydut
Simko’nun bir tertibi ile tuzağa düşürüldü. Osmanlılara teslim edildi. 1914’ün sonunda asılarak idam edildi.
Rusların Bitlis’teki oyunu başarıya ulaşamadı
O yıllarda Bitlis merkez olmak üzere Rusların da tahrik ettikleri başka bir başkaldırı hazırlanıyordu. Hizan, muhtelif tarikatların odak noktası ve dolayısı ile de entrikaların merkezi idi. Buradaki kazanı Hizan şeyhleri ve Bedirhanlar, İstanbul’daki Kürt liderleri hatta îttihat-ı hükümetin muhalifleri kaynatıyordu. Büyük savaşın arefesinde bu ihanet kazanını Rus ajanlarının silah ve para ile tahrik ettikleri de muhakkaktı. Nitekim başkaldırı, Molla Salim’in Bitlis valisine verdiği bir ültimatomla başladı. Ne var ki, bu isyan hareketi Bitlis halkının desteğini alamayınca akim kaldı. Bölgedeki bir İngiliz ajanının raporuna göre, eğer bu isyan hareketi bölgedeki diğer aşiretlerden destek görseydi Osmanlı idarecileri çok müşkül durumda kalabilirdi… Molla Salim, Rus Konsolosluğu’na iltica etti. Ne var ki, büyük savaş başlarken Doğu Cephesi, Rus saldırısı ihtimali karşısında gerek Kürt, gerekse Ermeni çetelerinin faaliyeti yüzünden hiç güvenli değildi…
Ancak sonunda Bab-ı âli’nin bu konudaki endişelerinin çoğu tahakkuk etmedi. Kürtlerin çoğu Ruslarla işbirliği yapmaktan kaçındılar, devlete sadık kaldılar. Ermenilerle birleşmediler. Ruslarla işbirliği yapmayı tasarlayan, hatta Ruslara iltica eden bazı Kürt şeyhleri ve ağaları, Ruslardan umdukları yardımları alamadılar.
Bölge dört yıl boyunca müthiş savaşlara ve olaylara sahne oldu. Kürtler Ruslara iltihak etmediler; aksine Türklerle omuz omuza Ruslara ve Ermenilere karşı savaştılar. Bu savaşlarda Rusların Osmanlı Ermenilerinden örgütlediği Ermeni çeteleri özellikle Kürtler arasında soykırımı uyguladılar. Bölgedeki Kürt ahaliden bir milyona yakın kişi ölmüştü…
Önce Çarlık Rusyası’nın devrilmesi ve 1918 Mart ayında yani Sovyet Hükümeti ile imzalanan Brest Litowsk antlaşması ile Ruslar bölgeyi terkediyorlar ve Osmanlılar 1914’deki hudutlara ve 1878 savaşında kaybedilen topraklara dönüyorlar ve Ermenilere karşı mücadele devam etse bile bu cephede güç kazanıyorlardı. Bu kazanımlar sonra değişecekti; ama herhalde bölgede yeni ve belki de daha tehlikeli bir mücadele başlıyordu.
İngiliz ajanı Noel, Sivas’ta Atatürk’ü tutuklamak istemişti
Noel, İstanbul’da Sadrazam Damat Ferit Paşa ile işbirliği halinde ve padişahın irade-i seniyesi ile Elazığ’daki son Osmanlı Valisi Ali Galip’i, Bedirhanlılardan Mutasarrıf Halil Bey ve adamlarını alarak Sivas Kongresi’ni basıp Mustafa Kemal’i yakalamak için harekete geçti ancak bu hain teşebbüs önlendi…
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu müttefikleriyle birlikte yenildikten ve Mondros Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra imparatorluğun parçalanması ve paylaşılması hemen gündeme geldi. Zaten daha savaş sona ermeden önce İngiliz Mark Sykes ile Fransız Georges Picot masa başında cetvellerle, etnik, hatta jeolojik ve coğrafi gerçeklere bakmadan, ekonomik çıkarları açısından bu toprakları aralarında İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan nüfuz bölgelerine ayıran gizli anlaşmalar yapmışlardı.
Bu planlar arasında İstanbul’u ve Boğazları da Çarlık Rusyası’na bırakmak vardı; ama Çarlığın ömrü vefa etmedi. Sovyet İhtilâlinden sonra Lenin, o da bu anlaşmanın Rusya ile ilgili kısımlarını ve mirasını -bir süre için- reddetti. Gizli anlaşma metni, Sovyet İhtilâli’nden sonra, yeni Sovyet yöneticileri tarafından açıklanınca, Arapları, Ermenileri ve Kürtleri kızdırmıştı. Çünkü bağımsızlıklarından söz edilmiyordu. Mirasın taksimatında İngiltere için en önemli faktör, Hindistan yollarını güvence altına almaktan daha fazla petrol, daha doğrusu Musul petrolleri idi. İngilizler kendi çıkarları için Musul-Bağdat ve Basra’nın entegrasyonuna önem veriyorlardı. Kürdistan’ın geleceği, Mezopotamya’nın özellikle Musul’un güvenliğine bağlı olarak düşünülüyordu. Sykes-Picot taksimatında Musul bölgesi, Fransa’nın kontrolüne verilecekken bu sonra değiştirilecekti. Taksim planı, olaylar geliştikçe, İngilizler lehinde bir hayli değiştirildi. İngiliz Başbakanı Lloyd George ile Fransa Başbakanı Georges Clemancaeu arasında yapılan bir anlaşma ile İngiltere, neticede Suriye ve Lübnan’ı Fransızlara bırakarak kendi çıkarları açısından daha önemli olan Mezopotamya’yı münhasıran kendi nüfuz ve himaye bölgesi içinde tutabildi.
Petrol kavgası
Lozan’da İngiltere’yi temsil edecek Lord Curzon’la, Winston Churchill arasında o sıradaki yazışmalardan Hindistan yollarının güvenliği ve Musul petrol kaynakları yüzünden Mezopotamya üzerindeki hâkimiyeti elden kaçırmamak gerekiyordu.
Meşhur İngiliz ajanı T. E. Lawrence, daha 1913 yılında bir raporunda şöyle yazmıştı: “Yeni denize indirilen Queen Elizabeth transatlantiğindeki petrolle işleyen türbinleri gördükten sonra, imparatorluğun geleceğinin petrolde olduğunu anladım.”
Mütareke zamanı İstanbul’da ABD’nin yüksek komiseri olarak görev yapan Amiral Mark Bristol, 1922’de Washington’a gönderdiği raporda:
“Kürdistan’ın meşhur petrol yatakları sebebi ile entrikaların, hatta İngilizlerle Fransızlar arasındaki çıkar çatışmalarının başladığını, İngilizlerin ’Kürdistan’ı denetim altında tutmak için’ Kürtleri, Türklere karşı kullandıklarını, Kürt aşiretlerine silah ve para yardımı yaptıklarını” yazıyorduk.
Kürtler faaliyette
Sonra ortaya çıkan belgelerden ve o sıralarda bölgeye tahkikat maksadı ile gelen ABD’li General Harbord’un yazdığı raporlardan da anlaşılıyor ki, ABD kendi çıkarlarına ve özellikle petrol çıkarlarına ters düşen bu gelişmelerden pek memnun değildi.
Mütarekenin ve mütareke İstanbul’unun bulanık havası içinde yıllardır Kürt bağımsızlığı için gizli açık faaliyet gösteren bazı Kürt aydınları ve seçkinleri faaliyetlerine hız verdiler. Bu hareketler, mütareke döneminin zayıf Osmanlı hükümetleri karşısında pervasızca yapılır oldu. Kürt Teali Cemiyeti ve Kürt Teavün Cemiyetleri gibi örgütler, Bedirhan ailesi ve Şerif Paşa gibi devletin ekmeğini yemiş Kürt seçkinleri, imparatorluğun dağılmasından sonra parsayı toplamak ve bağımsız bir Kürt Devleti kurmak peşinde idiler. ABD Başkanı Wilson’un ünlü 14 ilkesinden 12’ncisi mucibince, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Türklerden gayrı unsurlarına ve Kürtlere “özerkliklerini engel olunmadan geliştirmek fırsatının verilmesini” öngördüğüne dayanarak, kendi mukadderatlarını kendileri tayin etmek istiyorlardı. Osmanlı Devletinde büyükelçilik yapmış Şerif Paşa, 1919’da Paris’te toplanan barış konferansına “bütün Kürtler adına” müracaat ederek “tamamıyla” bağımsız ve hür bir Kürdistan Devleti kurulmasına karar verilmesini istiyordu. ’Kürdistan’ın hudutları sonra tespit edilebilirdi.
Mustafa Kemal’i tutuklama teşebbüsü
Aynı yılın Temmuz ayında Mustafa Kemal de Erzurum Kongresi’nde, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü “Misak-ı Milli hudutları içinde” müdafaa ve muhafazaya and içmiş ve bu kararlılık Sivas’ta yinelenmişti.
Mustafa Kemal, Samsun’dan Anadolu’ya geçtikten sonra başlattığı Milli Mücadele hareketi Anadolu, Orta Doğu ve Mezopotamya’daki tasavvurlarına engel olacağı için İngiltere’yi, Noel gibi ajanlarını çok rahatsız ediyordu.
1919’da bölgeye gelen ve hemen “Kürtlerin Lawrence” ı olmaya soyunan Binbaşı Noel bunun içindir ki, Sivas Kongresi’ni basıp milli hareketin başı Mustafa Kemal’i tevkif etmeye teşebbüs etmişti. Noel, İstanbul’da Sadrazam Damat Ferit Paşa ile işbirliği halinde ve padişahın irade-i seniyesi ile Elazığ’daki son Osmanlı Valisi Ali Galip’i, Bedirhanlılardan Mutasarrıf Halil Bey ve Celadet Beyleri, Malatya’dan da bazı silahlı Kürt atlıları ve valinin jandarmalarını alarak Sivas Kongresi’ni basıp Mustafa Kemal’i yakalamak için harekete geçer. Ancak ne var ki, Mustafa Kemal artık hiçbir resmi görevi ve sıfatı olmadığı halde bölgede kendisine bağlı idareci ve komutanların yardımıyla bu teşebbüsü önler. Binbaşı Noel de tevkif edilip geldiği yere geri gönderilir. (Not: Babam Kılıç Ali, Sivas’ta Mustafa Kemal’e iltihak edince Mustafa Kemal’in ona verdiği ilk ödev, Noel’i yakalamaktır. Babam at sırtında onu takip ediyor ama Noel, Bedirhan şeyhi ile birlikte otomobille kaçıyor.)
Kürtlerin ‘Lawrence’ı
Atatürk’ün Nutuk’unda Binbaşı Nowill diye bahsettiği, “Kürtlerin Lawrence’ı Binbaşı Edward William Charles Noel” çoğu Intelligence Service ajanları gibi, asil bir İngiliz ailesine mensuptur. İngiltere hükümetinin işine gelince sahip çıkıp, işine gelmeyince “o tek başına hareket eden bir maceraperesttir” diye tanımazlıktan geleceği ajanlardan biridir. Bazılarına göre meşhur romancı John Buchan’ın, 1920’lerde çok satılan “Green Mantle” adlı macera romanının kahraman modeli bu Noel imiş. Oysa “Green Mantle” , yani “Yeşil Pelerinli Adam” ın gerçek modelinin Aubrey Herbert adlı başka bir asilzade -ajan- olması çok daha muhtemel… Herbert’in ailesi bunu ispat için bir de kitap yayınlamış. Aubrey Herbert ölümüne kadar milletvekili olarak İngiliz parlamentosunda Türk çıkarları için Lloyd George’a ve diğerlerine karşı mücadele etmiş.
Birçok isyanı destekledi
Azılı Türk düşmanı Binbaşı Noel ise, 1938’e kadar bölgede kalmış ve Şeyh Sait isyanı dâhil bir dizi Kürt isyanlarını tahrik etmiş olmakla birlikte, Noel’in hayatı da maceralarla doludur.
Daha önce 1915-1918 yıllarında Orta Asya’da, Gürcistan ve Azerbeycan’da Büyük Oyun içinde Alman ajanları ile mücadele etmiş, İran’daki Osmanlı yanlısı bir kabileye esir düşmüş, ölümden güç kurtulmuş. Bakü’de Türklerin katliamına karışmış, sonra Osmanlı İslâm Ordusu’nun Azerbaycan’ı işgal etmelerini bazı Kürt aşiretlerini kullanarak önlemeye çalışmış. Neticede küçük rütbesine rağmen İngiltere’nin en yüksek nişanı ile taltif edilmişti.
Ve Arap asıllı Albay Cevdet’in meydan okuyuşu
Noel’in Kürtleri tahrik etmeye çalıştığı ve Mustafa Kemal’i tevkif etmeye çalıştığı sıralarda, Diyarbakır’daki 13. Kolordu Komutanı, İngiliz belgelerinde “Arap asıllı” diye söz edilen Albay Cevdet Bey’in, bölge halkına yayınladığı bildirgedeki şu meydan okuması kayda değerdir. Bakınız ne diyordu Miralay Cevdet Bey:
“Malatya’ya bir İngiliz subayının başkanlığında gelen heyet (herhalde Noel’in grubu) ülkemizin hayrına değildir. Son alay yüz yıldır İslâm, Kürtler, Araplar, Arnavutlar ve Türkler birlikte desteklenmişlerdir. Bugün Arnavutların adları bile anılmıyor. Araplar bile bizden ayrılmışlardır. Şimdi gene Kürtleri, hile ile bizden ayırmaya çalışıyorlar. Kendisini albay diye tanıtan aslında binbaşı olan İngiliz zabiti Süleymaniye’de siyasi ajandı ve Şeyh Mahmud’u kandırmıştı. Mahmud şimdi İngilizlere karşı kahramanca mücadele veriyor. Türkler ve Kürtler kardeştirler ve İslâm’ın temelidirler. Ayrılırlarsa İslâmiyet zayıflar. Türkler, Kürtler olmadan da yaşayabilirler; ama Kürtler asla ayrı yaşayamazlar.”
Ama Şeyh Mahmud sonra, gene Noel tarafından kandırılarak İngiliz tarafına geçecek ve sonra da onlara karşı da başkaldıracaktı.
İstanbul’da ve yurtdışında örgütlenmiş olan Şeyh Abdülkadir, Bedirhan kardeşler, Şerif Paşa gibi seçkinler ve onlarla bağlantılı olarak da bölgedeki şeyhler, aşiretleri ve Kürtleri bağımsızlık vaatleriyle tahrik etmeye sonuna kadar devam edecektir.
Ne var ki, bu çabaların önünde engeller vardı. Bir defa Türkiye’deki Kürtlerin büyük çoğunluğu ihanet etmek istemiyorlardı. Bu çoğunluk, Avrupalıların Kürtleri Ermenilerin intikamına terkedeceklerinden ve bir Ermeni devleti kurulmasından korkuyorlardı. Kısacası, İngiltere’ye fazla güvenmiyorlardı.
İngiltere’nin asıl hedefi Musul – Kerkük petrolüydü
İngiltere Mezopotamya’da ağırlığı Emir Faysal’ı kral tayin ettiği yapay bir ülkeye, Irak’a vermişti. Bu da Musul ve Kerkük konusundaki Türk çıkarlarına zıt düşüyordu. İngiliz mandası altındaki yeni Irak krallığında İngiltere Yüksek Komiseri Sir Percy Cox, Musul’un Irak’ın hudutları içinde kalmasının gerekliliğini “Irak’ın geleceği ve İngiltere’nin çıkarları açısından, stratejik ve ekonomik bakımlardan” belirtiyordu.
İngiltere’nin, Büyük Harp sona ermeden, 1915’ten sonra Kürtleri tahrik edip kazanmak için bölgeye yolladığı ajanların, Binbaşı Mark Sykes’in, Binbaşı Noel’in ve Binbaşı Soanes’in öncelikli çabaları, Ermeni korkusunu Kürtlerin zihninden silmek; hatta Kürtlerle Ermenileri biraraya getirmek ve bağımsızlık vaatleri ile Kürtleri Türklere karşı tahrik edip kullanmaktı. Nihai maksatları kendi öz çıkarlarına göre başka idi. Bu çabalar hem Kürtlere, hem de Ermenilere, hemen hemen aynı topraklar üzerinden uzatılan bağımsızlık vaatleriyle nasıl bağdaştırılacaktı? Bu arada, daha önce Ermenilerin yanında Kürtlere karşı cephe alan ve dışarıda Kürt aleyhtarı propagandalar yürüten Amerikalı misyonerler de artık özellikle Alevi Kürtleri kullanarak Türklere karşı bir müşterek Kürt-Ermeni cephesi oluşturmak peşinde idiler.
Londra’ya gönderilen rapor…
Arap yanlısı ve neticede bölgede Arapların egemenliğini hazırlayan planın müellifi Mark Sykes, daha 1915’te Londra’ya yazdığı raporda; “Kürtlerin, Avrupalıların anladığı anlamda hiçbir milliyet ve milliyetçilik duygularının olmadığını, mesela tarihte devletler kurmuş olan Ermeniler ve Yahudiler gibi devlet gelenekleri de olmadığını, sadece şuuraltı etnik ve kabile insiyakları bulunduğunu ve hiçbir Kürt’ün kaybolmuş bir Kürt Devleti’nin hasretini çekmediğini” söyledikten sonra şöyle diyor:
“Birleşmiş ve konsolide bir Kürdistan’ın kurulması imkansızdır. Bunun için de dağınık Kürtlerin hudutları dikte etmeleri ve Kürtlerin illa ki de birleşmeleri gereken bir halk telakki edilmeleri için hiçbir sebep yoktur.”
Rakibi, Kürtlerin “Lawrence” ı olmaya talip Binbaşı Noel ise;
“Kürtlerde Henüz milli şuur olmasa bile biraz itmekle (with a little push) bu şuurun geliştirilebileceğini ve İngiltere İmparatorluğu için çok hayati olan bu bölgede Kürtlere ve bağımsız bir Kürdistan’ınım kurulmasının İngiltere çıkarları açısından zorunlu olduğunu” söylüyordu.
Ünlü Sykes-Picot planı uygulandıktan ve neticede 1929’da yapay Irak devleti, Kürt emellerine gem vururcasına kurulduktan sonra da Kürt bağımsızlığı, Kürt Devleti vaatleri gündemde tutulacaktı. Nitekim Lozan Konferansı’nda Lord Curzon;
“Kürtlere özerklik tanınmasının kaçınılmaz olduğunu” açıkça söylüyordu. Büyük devletler, çeşitli operasyon ve senaryoları her ihtimale karşı sıcak tutmakta mahirdirler. Velhasıl İngilizler, Türklerin 1919’da Mustafa Kemal’in başlattığı hareketle hem bağımsızlıklarına kavuşacaklarını hem de bölgedeki tasavvurlarına engel olacaklarını düşünerek, bu harekâtı daha başlangıçta Kürtleri tahrik ederek boğmak istiyorlardı.
İbre Araplara doğru
Gerçi, Binbaşı Noel’in Mezopotamya’da bir Kürt Devleti veya özerk tampon bölgesi kurulması hayali, Arap yanlısı Mark Sykes’in, Gertrude Bell’in ve Lawrence’ın Londra’da ağır basmaları sonucu rafa kaldırılmıştı; ama “Kürtlerin Lawrence” ı Binbaşı Noel, Kürtleri Türkiye’ye karşı kullanmak tertiplerini muhtelif Kürt isyanlarıyla 1930’larda hatta 1938’de, II. Dünya Harbi yıllarına kadar bölgede kalarak devam ettirdi. İngiltere Hükümeti de bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti gerçeğini kerhen kabul ederken, realist bir büyük güç olarak, her ihtimale karşı Kürt kozunu da elinde tutuyordu. Misak-ı Milli hudutları dışında kalan Kürt bölgelerindeki arayışlarına devam ediyordu. Kürt bağımsızlığı geçici olarak rafa kaldırılırken, İngiltere Mezopotamya’da ağırlığı Emir Faysal’ı kral tayin ettiği yapay bir ülkeye, Irak’a vermişti. Bu da Musul ve Kerkük konusundaki Türk çıkarlarına zıt düşüyordu. İngiliz mandası altındaki yeni Irak krallığında İngiltere Yüksek Komiseri Sir Percy Cox, Musul’un Irak’ın hudutları içinde kalmasının gerekliliğini “Irak’ın geleceği ve İngiltere’nin çıkarları açısından, stratejik ve ekonomik bakımlardan” belirtiyordu.
İngilizler anlaşmaya uymadı
I. Dünya Harbi sona erdikten hemen sonra Mezopotamya’yı, Basra’yı, Bağdat’ı hemen işgal eden İngiliz kuvvetleri, Mondros Mütarekesi anlaşması gereğince çizilmiş olan çizgide durmayıp, anlaşmaya aykırı olarak, Musul’u da Süleymaniye’ye kadar işgal etmişlerdi.
Mezopotamya’yı ve petrol kaynaklarını korumak için İngiltere’nin ümidi ABD’nin himayesinde bir Ermeni Devleti’nin kurulması ve Kürt tampon bölgeleri idi. ABD’nin Eylül 1919’da bir manda idaresi ile Ermeni Devleti’ni korumaktan vazgeçmesi ve bölgedeki Kürt hareketlerinin zayıflaması üzerine İngiltere’nin durumu güçleşmişti. Oysa ABD Başkanı Wilson, Partisi’nin 1919 Şubat ayındaki kurultayında, ülkede ünlü Ermeni soykırımı iddialarının tahrik ettiği Ermeni sempatisine dayanarak oy alma düşünceleri ile şöyle hitap ediyordu:
“Umuyorum ki Amerika halkı, Ermeni halkının çıkarlarının koruyucusu olarak bölgeye girecek ve adı ağza alınmayacak (unspeakable) Türk’e ve aynı derecede muzır Kürt’e hadlerini bildirecektir.”
Wilson daha sonra Haziran ayında, temsilcisi Amiral Bristol vasıtasıyla Doğu’da hangi bölgelere artık egemen olamayacağını söylüyordu. Fakat çok geçmeden anlaşılıyor ki, ne Amerika, ne Ermeni devleti, ne de Türkiye üzerinde mandaterliği, Amerikan iç politikası mülahazaları ile üstlenemeyecektir. Ne acıdır ki, o sıralarda bazı vatansever Türk aydınları bile, tam bağımsızlıktan umut kestikleri için tek kurtuluş yolu olarak Amerikan mandasını istiyorlardı, ama Mustafa Kemal bu önerileri elinin tersi ile itiyordu. Milli Misak hudutları içinde Kürt aşiretlerinin çoğu Milli Mücadele’yi destekliyorlar ve birlikte çarpışıyorlardı. Ama gene de İngilizler, Mezopotamya’nın güvenliği daha doğrusu kendi çıkarları için, Ermenilerle Kürtleri, İstanbul’daki Kürt aydınlarının ve cemiyetlerinin desteği ile uzlaştırmaya çalışmakta idiler. Çünkü kurulacak müstakil Kürt ve Ermeni devletlerinin hudutlarının bu uzlaşma ile çizileceğini umuyorlardı. Ermeni lideri Nubar Paşa ile Kürt liderlerinden Şerif Paşa, 1919’da bu konuda bir anlaşma bile imzalamışlardı.
Damat Ferit Paşa’nın ihaneti
Diğer taraftan İstanbul’da o sıradaki Sadrazam Damat Ferit Paşa hem İngiltere’nin çıkarlarına hizmet etmek, hem de Milli Mücadele’yi akamete uğratmak için Kürtleri, mesela Şeyh Ubeydullah’ın oğullarından Şeyh Abdülkadir’i kullanmaya çalışıyor ve o da Kürtlere tam bağımsızlık vaat ediyordu. Şeyh Abdülkadir ise, Damat Ferit’in de İngiltere’nin de, bu vaatlerini tutabileceklerinden emin olmadığı için, Sadrazam’ı oyalıyordu. İstanbul’daki Kürtleri rahatsız eden bir husus da, o sırada bölgenin kontrolü konusunda Fransa ile İngiltere henüz tam manası ile anlaşamadıkları için di. Hâlâ iki devlet arasında, iki ayrı “Kürdistan” , Güney ve Kuzey Kürdistan kurulması tasavvuru ortada duruyordu. Kürtler, böyle ikiye bölünmeyi kabul etmiyorlardı. Bu da Şerif Paşa tarafından, “Bağımsız ve tek Kürdistan” isteği ile Paris Barış Konferansı’na tevdi edilmişti. Ancak bu istekler de Sevr Antlaşması gibi kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdu. Diğer taraftan, Şerif Paşa ile Nubar Paşa arasındaki anlaşmanın metni açıklanınca, bu ne Ermenileri ne de Kürtleri memnun etti.
Kürtler de bölünmüştü
Kürtlerin kendi aralarında da anlaşmazlık vardı. Bazıları Osmanlı’ya ve hilafete bağlı kalmak koşulu içinde bağımsızlık istiyorlardı. Bazı Kürt liderleri ise Ermenilerle uzlaşarak tam bağımsızlıktan yana idiler. İngiltere güneyde kurulacak bir bağımsız Kürdistan’ın Türkiye ile hiçbir ilişkisinin kalmamasını istiyordu. Zira o zamanın belgelerine göre İngiltere, Türklerin “Turan” hayalleri, yeni Sovyetler Birliği’nin içinde “Bolşeviklerle” irtibatlı olarak gerçekleştiği takdirde bunun kendi çıkar ve güvencelerine karşı olacağından korkuyordu.
Öyle anlaşılıyor ki bazı İngiliz danışmanlar, en realist düşüncenin, Türkiye’nin gelecekte alacağı şekil ve duruma göre Türkiye ile bağlantılı, hatta Türkiye’ye tabi bir Kürt konfederasyonun kurulması fikrinde idiler. Son tahlilde, mesele şu idi: Musul eyaleti çevresinde Kürt tampon bölgeleri tesis etmek mi, yoksa “Kürdistan” denilen bölgeyi biri İngiliz, diğeri Fransız nüfuz bölgeleri olarak ikiye ayırmak mı İngiltere’nin çıkarlarına uygun düşecekti? Yoksa bir evvelki toplantıda kararlaştırıldığı şekliyle kurulacak bağımsız Kürdistan fikrinden tamamıyla kurtulmak mı uygun olacaktı? Ancak, böyle tek bir Kürdistan’ı kurabilecek tek Kürt güç ve iradesini de bulamamışlar, oluşturamamışlardı.
Musul petrolleri İngiltere’nin bölgedeki hesaplarında hep önemli faktördü. Aralık 1919’da yeni jeolojik araştırmalardan, bölgedeki petrol yataklarının, daha önce 1919 Şubat’ındaki araştırmalar neticesinde hesap edilenlerden çok daha fazla olduğu anlaşılıyor ve bunu Bağdat’taki İngiliz Komiser Wilson, havadan yaptığı gözlemler sonunda teyit ediyordu. Bunun üzerine, İngiliz Hükümeti, “Musul’daki petrol bölgeleri, ileride bütün ülkenin gelirlerini yakından ilgilendirecek olan gelirlerine istinad edecektir” kararına varıyor ve bu yüzden Fransa’ya bu bölge hususunda yaptığı eski vaatleri geri alıyordu.
‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ birleştiriciliğin formülüydü…
Cumhuriyet kurulduktan sonra art arda çıkan Kürt başkaldırıları, Mustafa Kemal’i “Ne mutlu Türk’üm diyene!” formülü ile Kürtleri de, diğer yirmi küsur etnik topluluk gibi Türklüğün erime kazanı içinde entegre etmek politikasına yöneltmişti. Bir Türk-Kürt Federasyonu kursa veya bu diğer etnik grupların da benzeri istekleri karşısında devleti çok “etnisiteli” bir federasyona dönüştürse idi, Sevr parçalanması gerçekleşir ve bu da felaket olurdu
Milli mücadele Türkiye’deki bütün etnik grupların, Kürtlerin, Türkmenlerin, Çerkezlerin, Lazların vb. birlikte yaptıkları bir mücadele idi. Kürtlerin büyük çoğunluğu, dış tahriklere kapılmadan bu mücadelelere katıldılar. Hâlâ sorulur; Mustafa Kemal, Milli Mücadele esnasında, Türklerin yanında “Kürt halkından” da söz ettiği halde, sonra neden “Üniter Türk Devleti’ni” kurmuş da bir Federasyon kurmamış ve Türk adını ve kimliğini üste çıkarmış, hatta Kürt kimliğini bastırmıştır diye.
“Kürtlerin Modern Tarihi” kitabının yazarı David McDowall da soruyor:
“Mustafa Kemal’in yeni Cumhuriyet’inde, ’Türk-Kürt halkları’yerine veya üstüne Türk kimliğini ortaya çıkarması önceden düşündüğü bir şey mi idi?” diye.
Türklüğün erime kazanı…
Bence, Mustafa Kemal’in o dönemin şartları gereği Türk kimliğine ve milliyetçiliğine sarılmaktan başka bir alternatifi yoktu. Ancak bunun sebebi ırkçılık ve Kürt kimliğini silmek ve ezmek niyeti değildi. Ne var ki, Cumhuriyet kurulduktan sonra art arda çıkan Kürt ve Nasturi başkaldırıları, Mustafa Kemal’i “Ne mutlu Türk’üm diyene!” formülü ile Kürtleri de, diğer yirmi küsur etnik topluluk gibi Türklüğün erime kazanı içinde entegre etmek politikasına yöneltmiş ve bu politikanın gerekleri de yapılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal pragmatik bir liderdir. O zaman Türkiye’nin bir “mozaik” olduğunu düşünse ve buna göre mesela bir Türk-Kürt Federasyonu kursa idi veya bu diğer etnik grupların da benzeri istekleri karşısında devleti çok “etnisiteli” bir federasyona dönüştürse idi, bir pandora kutusunun kapağı hemen açılır, Sevr parçalanması gerçekleşir ve bu da felaket olurdu.
Mustafa Kemal’in maksadı “Kürt’leri kimlikleri ile Cumhuriyet’e veya bir federasyona ortak etmemekti. Maksadının arkasında önemli bir faktör daha vardı. İngilizler, Güney Kürdistan dedikleri bugünkü Kuzey Irak’taki petrol çıkarlarını korumak maksadıyla Kürtlere çeşitli şekillerde ” bağımsızlık “ vaat ederek de Türkiye’deki Kürtlere bağımsızlık ve özerklik emelleri telkin edecekti. Nitekim İsmet Paşa, Lozan Konferansında Lord Curzon’un ısrarlı olarak Kürtlere Türk Devleti içinde azınlık statüsü talep etmesinden de kuşkulanmış ve çok haklı olarak bunun arkasında Türkiye’ye karşı büyük bir Kürt Devleti kurulması tasavvurunu sezmişti. Bunun için de Curzon’un teşebbüsüne şiddetle karşı çıktı ve Kürtlere Lozan Anlaşması’nda azınlık statüsü verilmedi. Bu durumla bugün Kürtlere özerklik ve kimlik tanınması arasında bir göbek bağı görmemek mümkün değil.
Kürt Başkaldırıları
Güçlü bir Türk Devleti’nin oluşumunu kendi çıkarlarına ters gören Batı devletlerinin ve özellikle İngiltere’nin tahrikleriyle Milli Mücadele esnasında ve Cumhuriyet kurulduktan sonra, Doğu’da ve Güneydoğu’da çıkan 7 önemli ve 10 daha küçük Kürt ve Nasturi başkaldırıları Mustafa Kemal’in bu görüşünde ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Gerçek şu ki özellikle İngiltere güçlü bir Türkiye istemiyor, hem Kürtleri Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmak, hem de onları Mezopotamya’da, özellikle petrol çıkarlarının bekçisi olarak ellerinde tutmak istiyorlardı. Ancak, İstiklâl Harbi’nin yeni Türk devletinin zaferi ile sona ermiş olması, Batı devletlerinin, Fransa’nın ve İngiltere’nin bu devletin kayıtsız şartsız bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü kabul etmelerini ve yeni Türkiye Cumhuriyeti ile kerhen de olsa barışmalarını, uzlaşmalarını gerektiriyordu. Hem de, ticari ve ekonomik çıkarları açısından artık Ankara ile uzlaşmak ve bu ilişkileri, eskiden olduğu gibi Kapitülasyonlar anlayışı ile olmasa bile normal ve eşit düzeye oturtmak zorunda idiler. Batılıların ve özellikle İngiltere’nin bir başka sebeple de Türkiye ile kavgayı bırakması zorunlu olmuştu. Büyük savaşın İngiliz maliyesine yüklediği ağır yük yüzünden içinde bulunduğu mali bunalım, ordusunun büyük kısmını terhis etmek zorunluluğu, artık Orta Doğu’da büyük bir askeri güç bulundurmasına imkân vermiyordu.
Sovyet faktörü
Türkiye’ye gelince, İstiklâl Harbi’nde silah vs. yardımlar yapmış olan Sovyetler Birliği şimdi bu yardımların diyetini istiyor, Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi nüfuz sahasına katmaya yani bir peyk yapmaya teşebbüs ediyordu. Ankara da bu ” ayı sarması “ baskılarının karşısında dış politikasını Batı’ya doğru yönlendirmek ihtiyacını duyuyordu. İngiliz ve Fransız dostluk yaklaşımlarına lakayıt kalamazdı. Yeni Türk devletini tanımak ve onunla uzlaşmak gereğini daha İstiklâl Harbi esnasında duyan ilk Batı devleti Fransa olmuş, Antep ve Maraş’taki yenilgilerden sonra Ankara Hükümeti ile 1922’de, daha Batı Cephesi’nde savaşlar sürerken de Ankara Anlaşması’nı imzalamıştı.
İngiltere güçlü bir Türkiye’yi hiç istemedi
Lozan’dan sonra hele Türkiye’ye hasım Lloyd George ve Lord Curzon sahneden çekildikten sonra, Türk-İngiliz ilişkilerinde İngiltere’nin inisiyatifi ile bir yumuşama başladı. 1926’da Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry Dobbs Ankara’ya Mustafa Kemal’i ziyarete geldi ve anlamlı sözler söyledi:
“Milletlerin kendi mukadderatlarını tayin etmelerinden ve azınlık haklarından söz etmek iyi idi de, bunlar mevcut devletlerin haklarından üstün tutulmamalı idi… Kürtler daha nesiller boyunca kendi kendilerini idareden aciz bulunacaklardı…” yani açıkça, Kürtlerden uzun süre ellerimizi çekeceğiz demek istiyordu. Sonraları daha birçok İngiliz şahsiyetleri ve heyetleri önceleri yeni devletin başkenti olarak tanımak istemedikleri ve sefaretlerini İstanbul’dan taşımamak için direndikleri Ankara’ya, sıkça gelip gitmeye başlayacaklardır…
Atatürk ‘lütfen’ kabul etmişti
Başvekil İsmet Paşa’yı, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras)’yü ziyaret edecekler ve Kürt konusunda iyi niyetlerini belirtip, İngiliz dostluğu hususunda teminatlar vereceklerdi. Mustafa Kemal Paşa ise bu heyet ve kişilerden bazılarını “lütfen” kabul edecekti.
Ancak bütün bu “uvertürlere” rağmen, özellikle İngiltere, yeni Türk devletinin fazla güçlenmesinden ve ileride Orta Doğu’daki hatta Orta Asya’daki çıkarlarına karşı bir tehdit oluşturmasından endişeli idi.
Batılılar özellikle İngiltere, yeni Türkiye’nin gücünden, bu yeni devletin ve bağımsızlığının, sömürgeler ve Hindistan halkını bağımsızlığa teşvik etmesinden de korkuyor ve bu sebeple de önce Ankara’daki yeni Türk hareketini, sonra da kurulan Cumhuriyet hükümetini bir yerinden zayıflatma gereğini duyuyorlardı. Artık Ermeni kozu da (hiç olmazsa bir süre için) kalmadığına göre en müsait koz Kürt kozu idi.
1920’li yıllar çok nazik bir süreçti…
Türkiye dışındaki Kürtlere meskûn bölgelerde, şöyle veya böyle özellikle petrol kaynaklarını güvence altına alacak özerk tampon Kürt birimleri kurmak tasavvuru da hâlâ sıcak tutuluyordu. Gerçi Ankara’ya artık Kürtlerle ilgili olmadıkları hususunda güvenceler veriliyordu ama ajanlar hâlâ bölgede faaliyette idiler.
Güya Kuzey Irak’ta Mezopotamya ile ilgili bu faaliyetlerin bugün olduğu gibi Türkiye’ye sarkmaması ve İngilizlerin de bilgileri dahilinde Türkiye’deki Kürtleri de ilgilendirmemesi düşünülemezdi.
Tahrikler
I. Dünya Harbi’nde de İstiklâl Harbi’nde de Kürtler ve Türkler, omuz omuza savaşmışlardı ama Kürt aşiretleri, şeyhleri ve ağaları, dini ve siyasi sebeplerle bağımsızlık ve özerklik hevesleri ile tahriklere açıktılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olması, hilafetin ilga edilmesi özellikle Nakşibendî şeyhlerini hatta Alevi şeyhlerini tedirgin etmişti…
İngilizler, Mark Sykes’in ve Binbaşı Noel’in ötedenberi istedikleri veçhile Kürtlere millet olmak ve milliyetçilik şuurunu telkin etmek için ortamın müsait olduğu kanısında idiler.
İngiltere hükümetinin kararı ve Irak krallığına öncelik verilmesi ile bağımsızlık isteyen Kürtler, hayal kırıklığına uğramışlardı; ama gene de Noel’in deyimiyle “biraz iterek” Türk Devleti’ne karşı Kürt ayrılıkçılığı canlandırılabilirdi. Batılılar Amerika, İngiltere ve Fransa Kürtlere verdikleri sözleri ve yaptıkları vaatleri tutmamışlar, onları hayal kırıklığına uğratmışlar ve kızgınlıklarına sebep olmuşlardı; ama hâlâ Türkiye’ye karşı bir koz olarak hem de Mezopotamya’nın güvenliğini sağlamak için onlara ihtiyaçları vardı.
Dışarıda yaşayan Kürt aydınlar da yeni Cumhuriyet daha da kuvvetlenince, emellerine hiç nail olamayacaklarını biliyorlardı ve bunun için de 1920’li yıllar hem Ankara için hem de Kürt ayrılıkçıları için nazik yıllardı.
Kürt isyanlarının arkasında Fransa ve İngiltere vardı
I. Dünya Harbi’nde İngilizlerle işbirliği yapan, mütarekede ve Sevr Konferansı döneminde İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapmış olan sürgündeki Kürt liderleri, Bedirhan ailesi, Kürt Şerif Paşa, Şeyh Abdülkadir vs.. bağımsız Kürt Devleti kurmak hayaliyle hâlâ İngiltere ile temaslarını sürdürüyorlardı.
Kürtlerin nasıl kullanılacakları konusunda ise Londra’daki “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmeleri” ilkesine inanmış ve bu hususta sözler vermiş olan yöneticilerle bölgedeki reel politika koşullarını bilen Bağdat’taki Yüksek İngiliz Komiseri Arnold Wilson, Binbaşı Ely Soanes, Binbaşı Noel gibileri arasında görüş farklılıkları vardı. Daha önce Binbaşı Hay’in raporunda geçtiği gibi İngiliz ajanlarının Kürtlerin kendilerini idare etme kabiliyetiyle ilgili tereddütleri, hatta olumsuz görüşleri vardı. Ve şunu da ekliyorlardı:
“Kürtler ikiye ayrılırlar: İyi ağalar ve kötü ağalar. Her havalide bir kötü ağa vardır. Olayları çıkaranlar da bunlardır ve bu kötü ağaları her şekilde bastırmak gerekir. Bunlar sadece kişisel açgözlülük ve egoizmdir. Onları tedip etmekle hem kendi çıkarlarımıza hizmet etmiş, hem de genellikle Kürdistan’a hizmet etmiş oluruz.”
Cumhuriyet’ten sonra…
İngiltere’nin bir taraftan dostluk teminatları verirken, o yıllarda hatta 1938’e kadar, ajanlarının ve mesela Binbaşı Noel’in faaliyette bulunduğu ve bu dönemde çıkan veya çıkarılan Kürt ve Nasturi isyanlarında parmağı olduğu, sonradan ele geçen belgelerden anlaşılmıştır. Açıkça, Kürtlerin Lawrence’ı diye anılan Binbaşı Noel, 1940’da öldükten sonra, London Times gazetesinde yayımlanan biyografisinde şunlar yazmaktaydı;
“Dünya Savaşı boyunca Mardin’de ve Kermanşah bölgesinde icrayı faaliyette olduğu anlaşılıyor. İngiltere hükümetinin zaman zaman hiçbir resmi ilgisi olmayan Binbaşı Noel’e, aşağı rütbelerdeki subaylara verilmesi mutad olmayan DSO nişanını vermiş olması, Kürtler konusunda yaptığı hizmetin önemini gösterir.”
Bu arada gene sonradan ele geçen belgelerden anlıyoruz ki, ünlü T. E. Lawrence’in de bölgeye fiilen gelmemiş olsa bile Kürt isyanlarının çıkarılmasında parmağı vardır. Zira Türkiye’nin II. Dünya Harbi’ne Almanya’nın saflarında girmesi ihtimaline karşı, Kürtler ve Kürt bağımsızlığı kozu, İngiltere’nin gözardı edemeyeceği bir kozdu. Diğer taraftan Almanya’nın da, Türkiye’nin Harbe müttefikler safında katılması ihtimaline karşı gene Kürtler arasında ajanlar bulunduğu da bir gerçekti. Fransızlara gelince, onlar da Türkiye’yi kendi sömürgeciliklerine karşı bir tehdit olarak gördükleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Hatay’ı ilhak etmekte ısrar edeceğini bildikleri için, Kürtler arasında faaliyette bulunuyorlardı.
1937 yılına kadar bölgede başgösteren çeşitli ayaklanma ve isyanların, Koçgiri (1920-21), Şeyh Sait (1925), Nasturi (1920), Dersim (1935-37), Ağrı (1926-27-1930), Sason (1935) isyanlarının kahramanları Türk ordusundan kovulmuş İhsan Nuri (Paşa), Baytar Nuri (Dersimî) İngiltere ile daima temasta idiler ve para yardımı alıyorlardı.
Türkiye’nin İngiliz büyükelçileri ve konsolosları ve diğer resmi kişileri her başkaldırı esnasında, bunlarla hiçbir ilgileri olmadığı hakkında teminat üzerine teminat verirlerken, her ne hikmetse, bölgede büyük miktarlarda İngiliz yapısı silahlar ve İngiliz parası, sterlin dolaşmaktaydı.
Yurt dışındaki faaliyet
Gene o sıralarda, I. Dünya Harbi’nde İngilizlerle işbirliği yapan, mütarekede ve Sevr Konferansı döneminde İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapmış olan sürgündeki Kürt liderleri, Bedirhan ailesi, Kürt Şerif Paşa, Şeyh Abdülkadir vs.. bağımsız Kürt Devleti kurmak hayaliyle hâlâ İngiltere ile temaslarını sürdürüyorlardı. Şerif Paşa’nın ve Şeyh Abdülkadir’in liderliğini yaptıkları Hoybun Cemiyeti bu faaliyetlerin odağını teşkil ediyordu. Elde edilen belgelere göre Dersim ve Ağrı İsyanları’nı bu cemiyetin üyeleri olan İhsan Nuri (Paşa) ile Baytar (Binbaşı) Nuri Dersimî organize etmişlerdir. Hoybuncuların büyük bir çabaları da iki eski düşmanı, Kürtler ve Ermenileri Türklere karşı bir müşterek cephe haline getirmektir.
Ayaklanmalar
Cumhuriyetten hemen önce, Milli Mücadele sürerken 1920 Ekim’inde, Dersim’deki Koçgiri başkaldırısı Kürt sorununun Cumhuriyet’in başına bela olacağının ilk işareti oldu. Ermeni intikamı korkusu dolayısı ile Türkler ve Türkiye ile dayanışma içinde olan Kürt aşiretlerinin dışında, yabancı tahriklerine en müsait olan Kürtler acıdır kı Alevi Kürtlerdi. Dersim’in, Ermeni emellerinin hedefi olan bölgelerden uzak olması, tarihte, yabancı misyonerlerin Kürtlerle Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı uzlaştırma teşebbüslerinde Alevi Kürtlerin daha açık olması 1920’li yıllarda da tahriklere daha müsait kılıyordu. Bir de Sünni Kürtlerle Alevi Kürtler arasındaki ezeli ihtilaf vardı. Gerçi Alevi ve Sünni Kürtler zaman zaman (o da aydınlar düzeyinde) birlikte hareket etmişlerdi. Mesela mütareke döneminde İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nde… Bu oluşumun başında, Sünni şeyhlerle Batı Dersim’deki Alevi Koçgiri aşiretinin başı Mustafa Paşa, oğlu Alişan Bey ve sonraki Dersim isyanında da başrolü oynayacaklardan (Baytar)
Nuri Dersimi vardı.
Kürtler arasındaki ayrılıklar
Dersim, İstanbul’dan gelen Kürt liderlerinin de katkılarıyla ve tabii Noel’in de tahrikleriyle Kürt milliyetçiliğinin merkezi haline gelmişti. Bedirhanlar da buraya el atmışlardı. Hasta Kürtlerle meskûn bütün Doğu bölgesine özerklik verilmesi dayatılmaya başlanmıştı. Bunlar karşısında, bu sefer üç ateş arasında, Batı’daki Yunan cephesi ve Doğu’daki Ermeni ve Kürt saldırıları arasında kalan Ankara vardı. Diğer bir taraftan meclisteki Kürt kökenli milletvekillerinin de desteğini kaybetmemek için asi Kürtlerin topladığı 40.000 kadar atlıya karşı çıkaracak gücü olmadığı için Dersim konusunda oyalama siyasetine devam ediyor ve diğer Kürtleri de tutmak istiyordu. Ama yabancı tahrikleri ve Kürt kıpırdanmaları gene de durmuyordu.
Ankara Hükümeti’nin o sırada saltanatı ve sonra da hilafeti ilga etmesi, özellikle Sünni Kürtlerin Ankara’ya sadakatini sulandırmaya başlamıştı.
Milli mücadele sona erdikten sonra da Ankara Hükümeti Doğu’da çok zayıf durumda idi. Ancak diğer taraftan da Kürtlerin yer yer kıpırdanmalarına rağmen, Alevi ve Sünni Kürtler arasındaki tam bir birlik olmaması Ankara’ya nisbi bir hareket sahası sağlıyordu.
Alevi aşiretler Koçgiri isyanına katılmadılar
1920-21’deki Koçgiri İsyanını, Alişan Bey başlattı ve yönetti. Daha önce kardeşi Haydar’la birlikte bölgede, Sivas ve Erzincan yolu üzerindeki Refahiye ve Ümraniye kaymakamlıklarında da bulunmuş olan Alişan Bey ve silahlı atlıları ile Binbaşı Noel’in, Mustafa Kemal’i Sivas’ta kaçırma teşebbüsünün içinde de Kamuran ve Celadet Bedirhan kardeşlerle birlikte bulunmuştu. Alişan Bey, Milli kuvvetlere sevkedilen bir silah ve cephane kolunu basmış, külliyetli miktarda silah ve cephaneye el koymuştu.
O sırada Milli Kuvvetler bir taraftan Batı cephesinde Yunanlılarla ve Doğu’da da yeni bir Ermeni saldırısı ile başa çıkmaya çalışıyorlardı. Daha evvel de Koçgirili çeteler bazı milli karakollara saldırmışlar, silah ve cephane ele geçirmişlerdi. Alişan Bey bu silah ve cephane ile 20 Ekim’de harekete geçti. Ankara hükümetine bir ültimatom vererek, Kürt Teali Cemiyeti’nin önceki taleplerini yeniden ileri sürdü.
Küstah tehditler
Sevr Antlaşmasında öngörülen Kürt özerkliğinin tanınması, hapishanelerde bulunan Kürt “tutsakların” salıverilmesi, Kürt çoğunluğunun bulunduğu bölgelerden Türk idaresinin, Koçgiri bölgesinden de Türk askeri birliklerinin çekilmesi. Alişan Bey, eğer bu talepler kabul edilmez ise, isyanını bütün Dersim’e yayacağı tehdidini savuruyordu. İki cephede çarpışan Milli Hükümet, bölgedeki güçlerini toplayıncaya kadar, Alişan Bey’i oyalamaya çalıştı. Hatta Alişan Bey’e TBMM’de milletvekilliği bile teklif etti. Alişan Bey de aday olmayı kabul etti.
Ankara hükümeti, Sünni Kürtlerin çoğunun Alişan’ın cazip tekliflerine rağmen asilere katılmasını önlüyordu. Çoğu Alevi aşiretler de Koçgiri ayaklanmasına katılmadılar. Alişan ve taraftarlarının Kürt milliyetçiliği talepleri de Kürtleri onun yanına çekememişti. Kış geçip karlar eriyince, Nureddin Paşa komutasındaki milli kuvvetler, diğer Sünni Kürtlerin de yardımıyla Koçgiri İsyanı’nı bastırdılar. Bu başarıda, Sakarya Savaşı’ndan sonra oraya kaydırılan Topal Osman Ağa’nın Giresun Alayı da büyük bir rol oynamıştı. Nureddin Paşa (Sakallı) isyandan sonra hükümete çektiği bir telgrafta; “Bu olaylardan ders alınmasını, felaketlerin, ihanetlerin tekrarlanmaması için bölgede daha esaslı ve ciddi bir operasyon yapılmasını” önemle tavsiye ediyordu.
Asiler cezalandırılamadılar
Ne var ki, Meclis’teki özellikle Kürt kökenli milletvekilleri bu tavsiyelere şiddetle karşı çıktılar. Hatta Nureddin Paşa’nın görevden alınmasına sebep oldular ve asilerin cezalandırılmalarına da engel oldular.
Cumhuriyetin hedefi eyalet değil, tek ulus, tek devletti
Koçgiri İsyanı’ndan sonra anlaşılmıştı ki, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi adem-i merkeziyet -bugünkü BDP/PKK deyimiyle demokratik özerklik eyalet sistemi diye ülkenin parçalanması değil, tek ulus devlette, entegrasyon olacak ve Kürtler de Türklüğe asimile değil, entegre olacaklardı. Ancak, Koçgiri isyanından sonra da, Cumhuriyet’in 1923’te ilanından sonra da, yurt dışından tahrik edilen Doğu’daki bölücülük hareketleri durmadı
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Türk-Kürt Federasyonu olmayacağı ve üniter bir Türk devleti olacağı artan Kürt kıpırdanmalarının verdiği ivmeyle ortaya çıkmıştı.
Kendisi de Kürt olduğu halde milliyetin, milliyetçiliğin sosyal ve kültürel birlikten ve yetiştiriliş tarzından, tarihte birlikte yaşamış olmaktan kaynaklanan bir olgu olduğu tezini savunan ve böylece, Atatürk’ün; “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ilkesinin de fikir babası olan Ziya Gökalp, başını çektiği Türkçülük hareketi de başlangıçta samimiyetle ifade edilen Kürt, Çerkez vs.. halkları tasavvuruna karşı kuvvetlenmiş yeni devletin fikri temelini teşkil etmişti…
Koçgiri İsyanı’ndan sonra gene anlaşılmıştı ki, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi adem-i merkeziyet -bugünkü BDP/PKK deyimiyle demokratik özerklik eyalet sistemi diye ülkenin parçalanması değil, tek ulus devlette, entegrasyon olacak ve Kürtler de Türklüğe asimile değil, entegre olacaklardı. Ancak, Koçgiri isyanından sonra da, Cumhuriyet’in 1923’te ilanından sonra da, yurt dışından tahrik edilen Doğu’daki bölücülük hareketleri durmadı.
Yeni isyanlar planlanıyor
Türkiye dışında Avrupa’da, Kahire’de, Lübnan’da, Suriye’de yaşayan Bedirhanlar, Şeyh Abdülkadir, Bitlis eşrafından Yusuf Ziya ve 1923 seçimlerinde TBMM’ye seçilemeyen Cibranlı Halit, Nakşibendî Şeyhi Palulu Şeyh Sait, Yüzbaşı İhsan Nuri’nin kurdukları Azadi Cemiyeti’nin merkezi Dersim’e intikal etmiş ve havalide şubeleri açılmıştı. Hem Sünnileri, hem de Alevileri kapsayan hareket Doğu’ya ve Güneydoğu’ya çabucak yayılmıştı 1923’te Erzurum’da kurulan Azadi Cemiyeti ve hemen her yörede kurulan şubeleri yeni isyanları planlıyorlardı. Daha sonra ele geçen belgelerden Azadicilerin Mustafa Kemal’in Ankara’daki bazı muhalifleri ile Terakkiperver Fırkası ile irtibatları olduğu anlaşılıyor.
Azadi’nin İhsan Nuri Dersimi ile eski TBMM üyesi Yusuf Ziya’nın kardeşi Rıza’nın, ordudaki beşyüz kadar Kürt kökenli subay ve eri isyana teşvik ederek başlattıkları teşebbüs, asiler arasındaki iletişim eksikliği ve disiplinsizlik yüzünden akamete uğradı. Ne var ki, hükümet artık Azadi hareketini deşifre etmiş; Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Halit Bey, Mutkili Hacı Musa Bey tevkif edilmişlerdi.
Şeyh Sait isyanı
Azadi Cemiyeti yöneticileri 1925 Mayıs’ında bağımsız Kürdistan’ı kurmak için harekete geçmeyi planlamışlardı. İsyanı, Azadi hareketinin içine sonradan çekilen Palu’lu Nakşibendî Şeyhi Sait başlatacaktı. Bu hareketin, laik cumhuriyet’e karşı “Şeriat elden gidiyor” diye başlatılan dini bir hareket olduğu söylenir. Bu bir dereceye kadar doğrudur da. İsyan beyannamesinde de bu gerekçe ortaya atılmıştır ama gene de arkasında Kürt milliyetçisi Azadi hareketi ve yöneticileri vardır.
Noel yine işbaşındaydı
Aşiretleri Kürt milliyetçiliği söylemlerinden ziyade şeriatın ihya edilmesi ve halifenin geri getirilmesi gibi dini temalarla tahrik eden Palu’lu Şeyh Sait, başkaldırısında kararlı idi. Ne var ki, bu hareketi Piran’daki plansız bir çatışma sonunda bir oldu-bitti ile başlamış oldu. Bundan önce Hakkâri’de, Noel’in kışkırttığı Hıristiyan Nasturiler ayaklanmış ve ayaklanma güçlükle bastırılmıştı. Bu isyan esnasında üç Kürt kökenli subay, silah ve cephaneleri ile Şeyh Sait isyanına katılmak üzere birliklerinden firar etmişlerdi. Mahalli idare amirleri Ankara’ya bunun yeni bir başkaldırının hazırlığı olduğu hususundaki şüphelerini bildirdiler.
Nitekim Şeyh Sait’in Emir’ül Mücahidin Muhammed Said Nakşibendî imzası ile 14 Şubat 1925’te yayınladığı bildiri ile isyan patlak verdi ve ancak Şeyh Sait ve avanesinin 14 Nisan’da bozguna uğratılarak yakalanmaları ile bastırıldı. Tenkil hareketi bir süre daha devam edecek bu arada isyancılar Yusuf Ziya, Cibranlı Halit vb.. kurulan İstiklâl Mahkemesi tarafından yargılanıp idam edileceklerdi. Şeyh Sait ve başka isyancılar da yargılanarak 29 Haziran 1925’te idam edildiler. Bu sırada çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu ile Kürtçülüğe karşı geniş operasyonlar başlatıldı.
Said-i Nursi 1925’teki Şeyh Sait İsyanına da katılmamış ve şiddetle karşı çıkmıştı.
Kıpırdanmalar durmuyordu…
Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan sonra alınan tedbirler ve çok sayıda Kürt şeyh ve ağalarının aileleri ile birlikte Batı Anadolu’ya nakledilmelerine rağmen Kürtçülük hareketleri durmadı. 1927’ye kadar küçük başkaldırılar devam etti. Ne var ki, Şeyh Sait isyanının başarısız olması, Kürtler ve aşiretler arasında birlik ve iletişim olmadığını da göstermişti. Eğer Zazaların dışında kalan bütün Kırmanço konuşan Kürt aşiretleri ve Aleviler bu harekete katılsalardı, isyanın başarı şansı daha yüksek olabilirdi. Kürt ayrılıkçıları bunu telafi etmeye, bir de Ermenilerle birlik olmaya çalışacaklardı.
Son zamanlarda açıklanan İngiliz belgelerinden, İngiliz Büyükelçiliğinin ve bölgedeki ajanların raporlarından, İngiltere’nin Kürt hareketlerini ne kadar yakından -fazla yakından- izlediği anlaşılıyor.
Yurt dışında Paris’e, Kahire’ye, Şam, Beyrut, Halep ve İran’a kaçmış olan Kürt liderleri ve aydınları, 1925-1927 arasında yeni ayaklanma hazırlıklarına giriştiler. Bu, yeni hareketlerin odağı, Mütareke İstanbul’unda, Türklere karşı bir Ermeni-Kürt dayanışması gerçekleştirmek için İngiltere’nin yardımı ile kurulmuş olan Hoybun Cemiyeti olacaktı.
Lider Celadet Bedirhan’dı
Kürt liderleri geçmişteki tecrübelerinden ders almışlardı. Aralarındaki iletişimi kuvvetlendirecekler, küçük hesap ve ihtilafları bir tarafa bırakacaklardı. Merkezi Halep’te olan bu hareketin liderliğini de Celadet Bedirhan üstleniyordu. Şimdiye kadar Kürt olayına karışmamış olan Sovyetler de bu sefer Türkiye’yi peyk yapmak umutları azaldıkça Hoybun’la ilgileniyordu. Ve bu sefer nizami bir Kürt ordusu kurulması ve Anadolu’nun doğusundaki dağlık bölgelerde konuşlandırılması, bu “ordunun” başkomutanlığına bir süre önce Beytüşşebab’taki ayaklanmanın lideri, Türk ordusundan kovulma İhsan Nuri’nin tayini kararlaştırılmıştı. Ve bu yeni isyan teşebbüsünde de Noel’in parmağı vardı. Hatta Hoybun organizasyonunda İngiltere’nin Irak’taki başkomiseri Edmonds’un rolü olmuştu. Ancak İngiltere ve Fransa o sıradaki Ankara ile uzlaşma ve yakınlaşma sürecinde, pek fazla ortalıkta görünmek istemiyorlardı. Buna karşılık Sovyet Rusya’dan para ve silah yardımı talep edilmiş, alınmıştı. Diğer taraftan Ermeni-Kürt dayanışması gereği yeni Türkiye Cumhuriyeti’nden intikam almak isteyen Ermeni Taşnak Cemiyeti de Hoybun’un kurulmasında aktif rol oynamıştı ve şimdi de yardıma hazırdı.
Ağrı isyanlarında İngiltere-Rusya-İran işbirliği vardı
16 Mayıs 1926’da Yusuf Taşo adlı eşkıyanın elebaşılığında başlayan ve 17 Haziran 1926’da bastırılan Birinci Ağrı ayaklanması, 13-20 Eylül 1927’deki İkinci Ağrı hareketi, asıl Ağrı isyanına hazırlık mahiyetinde idi. İhsan Nuri, Türkiye’nin mukavemetini denemek istiyordu. Bastırıldıktan sonra asıl Büyük Ağrı İsyanı, 1930 Haziran ayında İhsan Nuri’nin 5.000 kişilik modern silahlarla teçhiz edilmiş, eğitimli Kürt “ordusunun” saldırıya geçmesi ile başladı. Nuri bu sefer Celali Şeyhi Talu’nun da desteğini almış ve Ankara’ya da bir ültimatom vermişti. Hükümet nihayet, Alevi aşiretlerinin de katılması ile bir isyan halini alan hareketleri kökünden ezmek için büyük kuvvetlerle hatta İran arazisine girerek asilere tenkil etti, bölgeyi tamamıyla asilerden temizledi (7 Eylül 1930-14 Eylül 1930). Ağrı isyanlarında İngiltere’nin, Sovyet Rusya’nın ve İran’ın büyük rolleri, Ermeni derneklerinin yardımları olmuştur. Bu isyanların Bağdat’tan yönetildiğine ve ünlü Lawrence’in o sırada bölgede bulunduğuna dair kuvvetli deliller vardır. İsyanın bastırılmasında hükümet çok stratejik davranarak kuvvetlerini, İran’ın direnmesine rağmen, İran topraklarına sokup Ağrı Dağı’nı ve burada konuşlanan asileri çevirmesinin büyük etkisi olmuştur. Nitekim hezimetten sonra İran’a sığınan sözde başkomutan İhsan Nuri “Paşa” ya, İran hükümeti İran ordusunda görev vererek bu olaylarda parmağı olduğunu belli etmiştir. “Dersim isyanını ve bunda rol oynanayan Baytar Nuriyi bır Pazar-lık köşemde yazmıştım.”
Dersim ve Ağrı’dan sonra
1938’de Kürt isyanlarının sonuncusu Dersim (Tunceli) isyanının Türk ordusunun başarılı operasyonları neticesinde bastırılmasından sonra 1970’li yılların sonuna kadar mahalli eşkıyalık olayları dışında önemli Kürt başkaldırıları olmadı. Ama gene de devlet, ordu ve istihbarat birimleri bu bölgedeki Kürtçülük hareketlerine karşı teyakkuz halindeydiler. Bir takım kıpırdanmalar oluyor ve yakından izleniyordu. Atatürk ve İsmet İnönü bu konuda çok duyarlı idiler ve bölücülük hareketlerine müsait zemin bırakmamak için Doğu’ya, Güneydoğu’ya özel tedbirler ve yatırımlar götürülmesini öngörüyorlardı.
Ancak, Batı’da entegrasyon gerçekleşip Kürt kökenliler diğer etnik gruplarla kaynaşırken ve gerek hükümette gerek iş alanında en yüksek düzeylere engel olunmadan çıkarlarken Doğu’ya, Güneydoğu’da öngörülen reform ve entegrasyon hareketlerinin başarı ile uygulandığı söylenemez. O bölgenin ağır coğrafi ve iklim şartları yatırımların oraya götürülmesine, Türkçe eğitiminin yaygınlaşmasına da engeldir.
ABD’nin 1960 sonrası ‘Kürt alfabesi’ teklifi reddedilmişti
Başlıkta belirttiğim konuyu bana rahmetli Alparslan Türkeş anlatmıştı. ABD’nin Kürtlere ilgisi Körfez Savaşı’ndan sonra hararetlenecek ve hareketlenecektir. Almanya’daki Büyük Oyun’un güncel devamında Amerika ile Avrupa, Orta Doğu’da ve Kafkaslarda rekabet çerçevesinde Kürt kozunu ihmal etmeyecek ve PKK’ya gizli de olsa destek vermekle bu kozu elinden bırakmak istemeyeceklerdir.
Zamanın İçişleri Bakanı Hilmi Uran’ın, 1944 yılında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na Doğu-Kürt Meselesi konusunda verdiği rapor çok ilginçtir.
Uran, daha o zaman Kürt sorununun ileride devletin başını çok ağrıtacağını söylüyor ve Kürtlerin sadece Batı’da değil, Doğu’da da Türklüğe asimilasyonunu daha doğrusu entegre edilmelerini, aynı erime kazanında kaynaşmalarını sağlayacak bir dizi çok gerçekçi tedbir öneriyordu.
Ne var ki, genelde entegrasyon özellikle Batı’da başarı ile sürdü ama Doğu’da Kürt veya güney sorunu olduğu benimsendi ve bu politika başarı ile sürdü. Ta ki araya yeniden nifak tohumları ekilene ve bu tohumlar da yeşerene kadar!
Bölgedeki bütün yüksek, hatta orta seviyede memurları Kürt asıllılardan değil de diğer kökenlilerden tayin Edildiği iddia olunur…
Başlangıçta böyle bir kararlılık yoktur; fakat Kürt kıpırdanma ve ayaklanmaları karşısında bölgeye güvenilir idarecilerin tayin edilmesi zorunluluğu hissedilmeye başlanmıştır. Kürt dilinin yasaklanması gibi tedbirler de bir Kürtçülük oluşumuna karşı alınmış tedbirlerdir.
San Francisko’da
Doğu’da ve Güneydoğu’da bölgedeki son önemli Dersim isyanından sonra belirgin bir Kürt hareketi olmadı.
Ancak dışarıdaki Kürtler, Bağımsız Kürdistan hayalinden tamamıyla vazgeçmiş değillerdi. II. Dünya Harbinden sonra San Fransisko’da toplanan Birleşmiş Milletler Teşkilatı kurucu konferansına “Breaux Şerif” , yani “Güzel Şerif” lakabı ile anılan ve bazılarının da bundan galat olarak “Boş Herif” dedikleri Şerif Paşa da katılır ve Kürtlerin bağımsızlık taleplerini bir Kürdistan haritası ile birlikte sunar.
Sovyetler Birliği’nin tutumu
Sovyetler Birliği kuruluş ve Türkiye ile dostluk yıllarında, Çarlık Rusyası’nın aksine Kürt bağımsızlık hareketlerini kollamaya başlıyor. Alttan alta yürütülen bu faaliyet, II. Dünya Harbi döneminde ve hemen sonra 1945-46 yıllarında Sovyetlerin ve ajanlarının özellikle İran ve Azerbaycan topraklarındaki Kürt hareketlerini silah ve para yardımı ile desteklemesine dönüşüyor. Bu desteğin bir neticesi de Molla Mustafa Barzani’nin de desteği ile bu bölgede Gazi Muhammet başkanlığında kurulan kısa ömürlü Mahabat Cumhuriyeti idi. Bu devletin bütün Orta Doğu’ya yayılacak Bağımsız bir Kürt Devleti’nin nüvesi olması umuluyordu. Ne var ki, bu hareket Batılıların ve Amerikalıların yardımı ile İran hükümeti ve ordusu tarafından bastırıldı. Batılılar da bir Kürt Devleti’ni uzun vadeli hesaplarla isteyebilirlerdi ama devletin Sovyetler Birliği himayesi altında olmasını asla kabul edemezlerdi.
Amerika’ya gelince…
Amerikalıların önce misyonerler vasıtası ile Kürtlerle ve Kürt hareketleriyle ilgilendiğini yazmıştım. ABD güçlendikçe ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu ilgisi resmiyete dönüştü. Önce bölgeye gönderilen ’Barış Gönüllüleri’, Kürtler üzerinde araştırmalar yaptılar ve raporlar hazırladılar. ABD bu bölgeyi ve insanlarını kendi çıkarları açısından gözardı edemezdi.
Rahmetli Alparslan Türkeş bu hususta bir anısını bana anlatmıştı. Amerikalılar, 1960’dan sonra Genelkurmay’a bir Kürt alfabesi geliştirmek için “masumane” ve kültürel bir öneride bulunmuşlardı ve bu öneri zamanın Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay tarafından şiddetle reddedilmişti. ABD’nin Kürtlere ilgisi Körfez Savaşı’ndan sonra hararetlenecek ve hareketlenecektir. Almanya’daki Büyük Oyun’un güncel devamında Amerika ile Avrupa, Orta Doğu’da ve Kafkaslarda rekabet çerçevesinde Kürt kozunu ihmal etmeyecek ve PKK’ya gizli de olsa destek vermekle bu kozu elinden bırakmak istemeyeceklerdir.
1914 sonrası Hıristiyan Nasturiler İngilizlerden aldığı destekle özerk bir devlet kurmak istedi. Ona karşı çıkan Simko, Osmanlı’nın para ve silah yardımı ile Nasturilerin lideri Şimur’u mağlup etti. Fotoğrafta Simko, korumalarıyla birlikte görülüyor.
İran ve Irak acımasız davrandılar…
Bu çalışmada, Kürt bağımsızlığı hareketlerini Türkiye açısından ve Türkiye’deki hareketler olarak ele aldık. Netice itibarıyla bunları birbirinden ayırmak ve dışımızdakileri görmezlikten gelmek doğru değildir. Kürtlerin, Kürt aşiretlerinin arasında hudutları aşan kan bağları ve ilişkiler olduğu gibi bağımsızlık hareketleri ve başkaldırıları da hudutları aşmıştır. Bu itibarla dışımızdaki hareketlere ve bu hareketlerin tarihine, kısaca da olsa, bakmakta yarar var.
Kürtler hep sorun olmuş
Bu ülkelerin, devletlerin hepsinin 18. ve 19. yüzyıllardan beri Kürtlerle sorunları olmuştur. Ne var ki, bütün bu devletler Kürt ayaklanmalarına karşı Türkiye’den çok daha sert metotlarla mücadele etmişlerdir. Kürtleri azınlık telakki ettikleri için kâh lehlerinde fakat ekseriya aleyhlerinde muamele yapmışlar; Türk Devleti gibi Kürtleri, eşit hakları olan ve ülkenin nimetlerinden eşit olarak istifade eden vatandaşlar telakki etmemişlerdir.
Koz olarak kullanıldılar…
Nüfuslarında Kürtler bulunan ve bunların başkaldırıları ile zaman zaman mücadele eden özellikle İran ve Irak, bu başkaldırılarda hudutların durumu dolayısı ile ortak sorunları olduğu halde ortak bir yöntem kullanmamışlar. Aksine Kürt konusunu özellikle Türkiye’ye karşı koz olarak kullanmayı yeğlemişler. Ağrı İsyanında İran hükümetinin, sonra kendisine karşı da döneceği muhakkak olan Kürtleri koruyucu bir tavır almaları bunun en belirgin delili olmuş, buna rağmen müşterek bir politika oluşturmamışlardır.
‘Büyük Oyun’un piyonları
20. Yüzyılın başlarına kadar aşiretlerin kavgaları ile bir keşmekeş içinde bulunan İran, 1901 Devrimi ile bir anayasaya, parlamentoya ve merkezi hükümete kavuşmuştu. Ancak merkezi hükümet çok zayıftı ve çeşitli aşiretlerin tehdidi altında idi. Bu aşiretlerin en azgınları Türk ve Rus hudutlarını çerçeveleyen Kürt aşiretleri idi ve bunlar o bölgede oynanan “Büyük Oyunun” piyonları olmuşlardı.
Nasturilerin devlet kurmasını Osmanlı önledi
İran’daki Kürt aşiretleri arasında en kuvvetlisi Urumiye Gölü’nün batısındaki dağlarda yaşayan Şikak aşireti idi ve Tahran’daki merkezi hükümetin hep baş belası idi. Aşiretin başı Cafer Ağa, mahalli vali tarafından hile ile öldürüldükten sonra yerine geçen küçük kardeşi İsmail, “Haydut Simko” lakabı ile bölgenin en azılı şerifi olacaktı 1906’dan sonra.
Irak’taki meşrutiyet hareketini Osmanlılar destekliyordu ama Haydut Simko ve diğer Kürt liderler, Rusların da yardımıyla bu hareketi önlemeye çalışıyorlardı. Bölgeye yerleşen Osmanlı kuvvetleri, 1911 yılında Rus baskıları karşısında çekilmeye mecbur oldular.
1914’te Büyük Savaş çıktıktan sonra İran-Türk hududunda Hıristiyan Nasturi hareketleri oldu. İngilizler, Nasturileri bir vurucu güç olarak hazırlıyorlardı. ’Sovyet Devrimi’nden sonra Rus kuvvetlerinin İran’dan çekilmesi sonrası hâsıl olan güç boşluğunda Nasturiler, İngiltere’nin desteği ile İran’ın bir bölümünde özerk bir Nasturi devleti kurmak istediler. 1921’de Türkiye’deki Nasturi ayaklanması da bu etkenlerle çıktı.
Hem haydut, hem halk kahramanı
Nasturiler karşılarında Haydut Simko’yu buldular. Simko hem bir haydut, hem de bir halk kahramanı idi. Harbin son yılı 1918’de Nasturilerin lideri Mar Şimun, Türklere ve İranlılara karşı birlikte hareket etmek maksadıyla Haydut Simko’yu bir toplantıya çağırdı. Bu sırada Osmanlılardan para ve silah yardımı alan Simko, Şimun’u tuzağa düşürerek öldürdü. Daha da güçlendi.
Ancak 1921’deki bir hükümet darbesi ile İran’da, Kazak kuvvetleri komutanı Albay Rıza, Milli Savunma Bakanı ve Harbiye Bakanı sıfatı ile iktidarı ele geçirdi. Ülkede ve silahlı kuvvetlerde reform yaptı. Merkezi hükümeti güçlendirdi. Çeşitli başkaldırıları bastırdı ve İran’a hâkim oldu. İran ordusu nihayet başbelası Haydut Simko’nun kuvvetlerini tenkil etti. Simko, Ağustos’ta İran’dan Irak’a kaçtı. Buradan Irak ve Türkiye’deki Kürt aşiretlerinin yardımı ile gene İran’a karşı harekete geçti. Rıza’nın kuvvetleri Simko’yu bir kere daha mağlup etti ve o da gene Irak’a kaçtı. İran hükümeti Simko’yu, bu sefer bir takım vaatlerle İran’a çekti ve sonra da pusuya düşürerek öldürdü.
Rıza Han, 1925 yılında İran’da, hudutlardaki başkaldırıları bastırmış, bütün aşiretleri ve muhaliflerini sindirmişti. Sıra zayıf Kaçar Hanedanı’nı devirmeye gelmişti. Parlamento 1925’te Kaçar hanedanını ilga etti ve Rıza Han Şehinşah -şahların şahı Rıza Şah Pevlevi- olarak İran tahtına oturdu Hükümdar oldu. Rıza Şah, İran’da Mustafa Kemal’in Türkiye’ye uyguladığı reformları uyguladı. 1930’dan sonra aşiretleri, bu arada Kürt aşiretlerini ikâmete mecbur etti…
Molla Mustafa Barzani’nin Rusya ve İsrail’le işbirliği…
Molla Mustafa Barzani, Rusya’da sürgünde iken oradaki Musevilerle de irtibatta olmuştur. 1950’li yıllarda başlayan temaslar 1965’e kadar sürmüştü.
O yıl, Hayım Lovakov adlı bir Mossad ajanı bölgeye giderek Molla Mustafa Barzani ile direkt temasa geçecek, silah ve cephane yardımını başlatacaktı.
İkinci Dünya Harbi’nden sonra, Rıza Şah’ın tahtından indirilmesiyle oluşan otorite boşluğunda Kürt Milliyetçiliği hareketi çok kısa bir dönem için belki de ilk bağımsız Kürt Devleti’ni kuracaktı.
II. Dünya Harbinde İran’ın batısını Sovyet ve İngiliz kuvvetleri, Almanların Rıza Şah üzerindeki nüfuzlarını önlemek için işgal etmişler ve Alman yanlısı Rıza Şah’ı tahtından indirmişler, yerine oğlu Muhammet Rıza’yı tahta çıkarmışlardı.
İngilizler, merkezi Kirmanşah olmak üzere Irak’ın sağ cenahını koruyan bölgeyi egemenlikleri altına almışlardı. Sovyet ordusu da İran Azerbeycanı’nın kuzeyini ve batısını işgal etmişti. Ruslar, herhalde kasten, İngiliz ve Sovyet nüfuz bölgeleri arasında ve aslında kendi nüfuz bölgelerine dâhil olan İran Azerbeycanı’nda Mahabat bölgesini işgal etmemiştir ve bölgede bir otorite boşluğunun oluşmasına imkân vermişlerdi. İngilizler ve emirlerindeki İran kuvvetleri de bu bölgeye müdahale edemiyordu. 1945 sonunda Tahran hükümeti Azerbeycan’daki otoritesini kaybetti. Komünist Azerbaycan Halk Cumhuriyeti kuvvetleri Tebriz’deki İran kuvvetlerini etkisiz hale getirerek Doğu Azerbaycan’a hâkim oldular. Burada cumhuriyetlerini ilan ettiler. Buna karşılık, Batı Azerbaycan’da, Mahabat’ta Bağımsız Mahabat Kürt Cumhuriyeti, Kürt lideri Gazi Muhammed tarafından Sovyetlerin desteği ile Ocak 1946’da ilan edildi.
Sovyetlerin ikili oyunu
Sovyetlerin maksadı, açıkça muhtemel Alman nüfuzunu kırmak, hem bu Kürtleri kullanarak Türkiye için mesele çıkarmak, hem de Sovyet Azerbaycan’a karşı yönelebilecek hareketleri önleyecek bir uydu devlet daha oluşturmaktı. İngiltere’nin durumu ise başka idi. Mezopotamya’da, Kuzey Irak’ta Kürt aşiretlerini kontrol etmekte güçlük çekerken İran’daki Kürt aşiretlerine bulaşmak istemiyordu fakat İran Kürtlerinin Tahran yönetiminden kopmalarını ve özerklik veya bağımsızlık edinmelerini de Irak için emsal veya örnek oluşturur diye arzu etmiyordu.
Ancak, İran’ı demir yumrukla idare etmiş ve bir arada tutmuş olan Rıza Şah’ın tahttan indirilmesinden sonra daha genç Şah otoritesini kurana kadar İran’da siyasi otorite boşluğu oluşmuştu. Farslar, Azeri Türkler ve Farslı Hıristiyanlar arasında çatışmalar başlamıştı 1941’den sonra. Tahran’ın Kürt aşiretlerini ve diğer unsurları yatıştırmak gayretleri boşa gidiyordu.
Mahabat’a Giden Yol
Sovyetler bu anarşi durumundan yararlanıyorlardı. İran’daki muhtelif çevrelerden gelen ve aşiret bağlarından ziyade bir Kürt birliğini hedefleyen Kürt milliyetçisi aydınlar Komala-i Jiyanawi “Kürdistan Uyanışı Komitesi” adı altında ve kısaca Komala ve JK diye bilinen bir örgüt kurdular ve bu örgüt kısa zamanda yayıldı ve güçlendi hatta etkisi Türkiye’ye de yayıldı. 1944’te Mahabat’ın nüfuzlu lideri Gazi Muhammed’i ve onunla hareket eden Irak’taki Şeyh Abdülkadir Geylani’yi de arkasına aldı. Gittikçe komünizme ve Sovyetlere meyletti. Bir hayli aşiret liderinin de desteğini aldı.
Sovyet idareleri bu hareketi destekliyorlardı. Azerbaycan’da çok kuvvetli olan İran’ın komünist TUDEH Partisi’ni kullanarak, Komala hareketini destekleyerek İran Azerbaycanı’nın ve Kürt bölgesinin Tahran’dan ayrılmalarını açıkça teşvik ediyorlardı. Bu bölgenin ileride Sovyet peyki olmasına doğru büyük bir adım teşkil edecekti. Başka bir faktör de vardı. Sovyetler, İran petrollerinde imtiyaz talep ediyor, Tahran ise direniyordu. Azerbeycan ve Kürt ayrılıkçı hareketlerini desteklemek, bu konuda da Sovyetler için bir koz olacaktı. Bu bölgede Sovyet komünist nüfuzunu tesis etmek Sovyetler için hem petrol çıkarları, hem de ileride Türkiye’ye ve Irak’a müdahale için önemli olacaktı.
Önce Komala’yı komünistleştirdiler ve sonra da gittikçe kendilerine daha fazla tabi olan Gazi Muhammed’i Komala’nın başına getirdiler. Bir taraftan da bölgedeki Kürt aşiretlerini silahlandırdılar. Bağımsızlık yani Tahran’dan kopma tezgâhı hazırdı ve oyun 1945 Eylül’ünde Tebriz’deki Sovyet Azerbaycanı Cumhurbaşkanı’nın başkanlık ettiği bir toplantı ile sahneye kondu. İlk perde de Gazi Muhammed’in Komala yerine sol eğilimli “Kürdistan Demokratik Partisi” nin (KDP-I) kurulduğunu ilan etmesi ve Komala üyelerinin bu yeni partiye alınmaları oldu.
Barzaniler sahneye çıkıyor
O sırada Irak’taki başkaldırıları başarısızlıkla sonuçlanan Şeyh Ahmed Barzani ve oğlu Molla Mustafa Barzani, emirlerindeki büyük bir kuvvetle Sovyet kuvvetlerinin de yardımıyla Mahabat’a geldiler ve Kürt Demokrat Partisi hareketine, Gazi Muhammed’in emri altına girdiler. Bu Mahabat hareketi büyük bir güç ve ivme kazandırdı. Ne var ki, sonunda iç ihtilaflar, milliyetçi Kürtlerin ve aşiret şeyhlerinin Cumhuriyetin komünizme yaklaşan solculuğuna karşı çıkmaları, İran Azerbaycanı ile hudut ve yetki ihtilafları, Azeri-Kürt çatışmaları Tahran’dan özerklik kazanmaya çalışan Mahabat Cumhuriyeti’ni zayıflattı.
Harp sonrası gelişmeler
Avrupa’da harp sona erince Sovyetler, Amerika ve İngiltere, İran’dan kuvvetlerini altı ay zarfında çekmeyi taahhüt etmişlerdi. İran Azerbeycanı’ndaki muvakkat hükümet de Nisan 1945’te Sovyet desteğinden mahrum kalıp Tahran tarafından cezalandırılmaktan kurtulmak için Kürtlerin meskûn bölgeleri dâhil tekrar İran’ın kontrolü altına girmeyi kabul etti. Böylelikle Mahabat Cumhuriyeti Azerbeycan’ın içinde tecrit edilmiş oluyordu. Mahabat Cumhuriyeti Tahran hükümeti ile bir nevi özerklik elde etmek için müzakerelere girişti ise de elindeki kozlar çok azalmış ve buna karşılık birçok Kürt aşiretleri de Gazi’ye olan desteklerini çekmişlerdi.
Tahran hükümeti de Kürtlere bağımsızlık vermek istemiyordu. 1945 Aralık ayında İran kuvvetleri saldırıya geçince bir yıllık Mahabat Bağımsız Kürt Cemiyeti fazla dayanamadı.
Barzaniler ve MOSSAD bağlantısı
İran’da Mahabat Cumhuriyeti’nin çökmesi ile Barzaniler açıkta kalmışlardı. Şeyh Ahmed Barzani avanesi ile Irak’a geri gitti. Molla Mustafa Barzani’ye Tahran hükümeti iki seçenek tanımıştı. Taraftarları ile silahsızlandırılıp Varamin civarına iskân edilmek ya da Irak’a dönmek. Molla Mustafa iki seçeneği de kabul etmedi. 15 gün çarpışarak Irak, İran ve Türkiye hudutlarını geçip Sovyetler Birliği’ne iltica etti. İran’da Mahabat Cumhuriyeti’nin sona ermesi ile KDP-Kürdistan Demokratik Partisi fiilen sona erdi. Barzanilerin Musevi asıllı oldukları söylenir. Molla Mustafa Barzani, Rusya’da sürgünde iken oradaki Musevilerle de irtibatta olmuştur. Irak’ta 1950’den önce çok sayıda Musevi vardı fakat bunların hemen hemen hepsi 1950’den sonra İsrail’e göçtüler. Irak’taki Kürtlerle Yahudiler arasında hiçbir zaman problem olmamıştı. İsrail Devleti de bu temeller üzerine Orta Doğu’daki çıkarları açısından Araplara karşı Kürt kartını elinde tutmak istiyor ve Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri devam ettirmek istiyordu. 19
50’li yıllarda başlayan temaslar 1965’e kadar sürmüştü. O yıl, Hayım Lovakov adlı bir Mossad ajanı bölgeye giderek Molla Mustafa Barzani ile direkt temasa geçecek, silah ve cephane yardımını başlatacaktı.
İsrail’in kendi çıkarları açısından ve Araplara karşı bir tampon ve denge olarak, Irak’ta bağımsız bir Kürt Devleti’ni en azından bir “ihtimal hesabı” olarak tasarlaması muhtemeldir fakat Türkiye ile sıklaşan ilişkileri bakımından bu konuda çok ihtiyatlı ve dengeli olmak zorundadır. Nitekim son Apo olaylarında, Apo’nun yakalanması için Türkiye’ye istihbarat hizmeti verdiği halde, diğer taraftan da Kürtleri gücendirmemeye çok dikkat etmiştir.
Orta Doğu ve Avrupa’da toplam 30 milyon Kürt yaşıyor
Türkiye’nin dışında İran’da, Irak’ta, Suriye’de hatta Rusya’da, Azerbaycan’da ve Ermenistan’da Kürtler yaşıyor. Bunların sayıları hususunda rivayet muhteliftir. BM istatistiklerine göre bütün dünyadaki Kürt sayısı 30 milyon. Kürtler, Orta Doğu’da Araplardan, Türklerden ve İranlılardan sonra en büyük etnik grubu teşkil ederler. Türkiye’deki Kürtlere gelince, nüfus sayımlarında etnik köken belirtilmediği için kesin bir sayı vermek mümkün değildir. Kürt nüfusu diğer gruplara nazaran daha fazla arttığı için ve girift bazı faktörler dolayısı ile doğru bir projeksiyon yapmak ve kesin bir rakam vermek güçtür. Bu güçlük dil bazından hareket edildiğinde, mesela Kürtçe veya Zaza lehçelerinden biri esas alındığında netice yanıltıcı olabiliyor. Bazıları Kürtlerin 15 milyon kişi ile Türkiye nüfusunun % 20’sini teşkil ettiğini iddia ederler. Ama Türkiye’de bugün 7-8 milyon Kürt kökenli insanın bulunduğu daha isabetli bir tahmin olur. Sonra kökenle kimlik hep çakışmıyor. Ana ve babaları Kürt olanların çoğu Kürtçe bilmiyor.
Bazılarına, hatta ana babaları Kürt olanlara dahi “Nesin?” diye sorulduğunda “Türk’üm” diye cevap veriyorlar. Ali Tayyar Önder “Türkiye’nin Etnik Yapısı” adlı kitabında Kürtler dışındaki Türklerin, nüfusun % 88.03’ünü oluşturduğunu ve Kürt nüfusunun azami 7-8 milyon, Zaza nüfusunun da en çok 1 milyon olduğunu belirtiyor. Önder’e göre, Kürtlerin yüksek olan çoğalma hızı da son zamanlarda yavaşlamış.
Son istatistiklere göre Orta Doğu’da ve Avrupa’da cem’an 30 milyon Kürt’ün yaşadığı söyleniyor. İran’da takriben 6 milyon, Irak’ta 5 milyon, Suriye’de 1,5 milyon, Eski Sovyetler Birliği’nde 500 bin ve Avrupa’da da 500 bin Kürt kökenli insanın yaşadığı söylenebilir.
Kerkük Türklerine karşı Kürt-komünist ittifakı
Kerkük bölgesinde eskiden Türkler çoğunlukta ve önemli yerlerde iken, 1959’da Kerkük’ün 150 bin toplam nüfusundan ancak yarısı Türkmen kalmış ve diğer yarısının büyük çoğunluğunu Kürtler teşkil eder olmuştu. 1959 Haziran’ı ve Ekim’inde Komünistler Kerkük’te olaylar başlatmışlar, birçok Türk’ü öldürmüşler ve işyerlerini tahrip etmişlerdi. Kürtler de bu olaylara karışmıştı.
General Abdülkerim Kasım’ın 14 Temmuz 1958’de Bağdat’ta yaptığı hükümet darbesi ile Haşimi idaresinin devrilmesi ve Cumhuriyet’in ilanı, Kürtlere büyük umutlar verdi. Kasım, subaylardan ve Irak muhalefet cephesinden kurulu hükümet konseyine KDP ve komünist temsilcisini almamıştı. Ama Şeyh Mahmud’un (Barzinci) oğlu Baba Ali’yi davet etmiş, sonra da bir Sünni, bir Şii ve bir de Kürt’ten oluşan bir “Egemenlik Konseyi” oluşturmuştu. KDP Genel Sekreteri İbrahim Ahmed de hemen yeni iktidara sadakat ve desteğini ilan etti. Irak’ın yeni anayasasına da üçüncü madde olarak şu hüküm konulmuştu:
“Araplar ve Kürtler anavatanda ortaktırlar ve milli hakları Irak’ın bütünlüğü içinde tanınmıştır.”
Fakat balayı çok devam etmeyecek, evvela 1958’de sürgünden Bağdat’a Kasım tarafından davet edilen Molla Mustafa Barzani arasında nüfuz mücadelesi başlayacaktı. Barzani bütün Irak Kürtlerinin lideri olmak istiyordu. Kasım da ülkede kendisinden daha güçlü bir lider istemiyordu. Arap milliyetçileri de Kürtlere fazla imtiyaz ve haklar verilmesine karşı idiler. Kasım’ı Kürtlere karşı çok yumuşak olmasından ve Molla Mustafa’yı davet etmesinden dolayı kınıyorlardı. Anlaşılıyordu ki Kasım zafer haletiruhiyesi içinde Kürtlere yaptığı jestlerin nereye varacağını pek tahmin etmemiş hatta pişman olmuştu. Ancak bir taraftan Arap milliyetçi lideri ve başyardımcısı Abdülselam Arif’i yatıştırmaya çalışırken diğer taraftan, Kürtlerin de desteğini kaybetmemek için Kürtçe radyo yayınlarına izin veriyor ve milliyetçileri büsbütün kızdırıyordu.
Barzani giderek güçleniyor
Kasım 1958 Ekim’inde, destek aramaya gittiği Abdülcemal Nasır’ı Kahire’de ziyaretten Bağdat’a döndü ve coşku ile karşılandı. Kasım Barzani’yi, Arap milliyetçilerine karşı denge unsuru olarak kullanmayı tasarlıyordu. Gerçi Arif’i azletmiş ve hapse koymuştu ama iktidarı Arap milliyetçilerinin tehdidi altında idi. Molla Mustafa ve kuvvetleri bölgenin en büyük gücü haline gelmiş ve Molla Mustafa KDP’yı bile ciddiye almayan bir güç olmuştu Kuzey Irak’ta ve hatta Bağdat’ta. KDP kuvvetleri -Peşmergeler- de direkt kendisine bağlı idi. O sırada KDP’nin aydın sınıfında olanlarından Celal Talabani de Barzani’ye bağlı idi…
Molla Mustafa 1959 Mart’ında Arap (Baas) milliyetçilerinin Musul’daki ciddi başkaldırısını peşmergeleri ve komünistlerin de desteği ile bastırdı. Ne var ki, komünistlerin ve komünist KDP işbirliğinin gücü Kasım’ı korkutuyor bunu kendi iktidarına karşı bir tehlike olarak görmeye başlıyordu.
Türkmenler için büyük tehlike
Kerkük’te de Türkler (Türkmenler) için bu güç birliğinden büyük bir tehlike oluşmuştu. Kerkük bölgesinde eskiden Türkler çoğunlukta ve önemli yerlerde iken, 1959’da Kerkük’ün 150 bin toplam nüfusundan ancak yarısı Türkmen kalmış ve diğer yarısının büyük çoğunluğunu Kürtler teşkil eder olmuştu. 1959 Haziran’ı ve Ekim’inde Komünistler Kerkük’te olaylar başlatmışlar, birçok Türk’ü öldürmüşler ve işyerlerini tahrip etmişlerdi. Kürtler de bu olaylara karışmıştı. Molla Mustafa, Kasım’la dostluğunu koruyabilmek için kendisini Komünistlerin ayı sarmasından kurtarmak zorunluluğunu hissediyordu ve KDP’deki Komünist yanlıları tasfiye etmeye başlıyordu. KDP Politbüro üyesi olan Celal Talabani ile arası o sırada bozulmaya başlamıştı.
Molla Mustafa’ya karşı isyan
Diğer taraftan ’Kasım Darbesi’nden hiç hoşnut olmayan Kürt ağa ve şeyhler, Molla Mustafa’nın Bağdat’a dönüşünden ve artan gücünden hiç memnun değildiler. Haşimiler zamanında hiç olmazsa bazı imtiyazları vardı. Bunlar elden gitmiş, hatta toprakları Eylül’de uygulanmaya başlayan tarım reformu ile tehlikeye girmişti.
1959 Mart’ında bazı ağa ve şeyhler, yeni Cumhuriyet hükümetine ve bu hükümetin “adamı” olarak nefret ettikleri Molla Mustafa’ya karşı isyan ettiler. Ancak Molla Mustafa, Irak ordusunun Hava Kuvvetlerinin ve komünist milislerin yardımıyla bu isyanlara kolaylıkla bastırdı. Ama bir paranoyak olan Kasım, Barzanilerin ve Molla Mustafa’nın artan gücünden kuşkulanmaya başlamış ve bir gün kendi iktidarını da tehdit edebileceği korkusuna kapılmıştı. Mayısta kendisine başkaldıran asi şeyh ve ağaları bağışladı ve onlarla yakın ilişkiler kurmaya ve Molla Mustafa’ya karşı konuşmalar yapmaya başladı. Kasım bazı aşiretlerin Barzani kuvvetlerine saldırmalarını açıkça tasvip ediyordu.
İpler kopmak üzere
Nihayet konuşmalarında açıkça Molla Mustafa’yı hedef alıyor, Cumhuriyet’e karşı komplolar kurmakla suçluyordu. Artık açıkça Kürtlere eşit haklar ve özerklik verilmesi vaatlerinden vazgeçtiği anlaşılıyordu. Aradaki ipin kopması kaçınılmazdı. Kasım yanlısı Kürt aşiretleri ile Barzani’nin peşmergeleri arasındaki çatışmalar da yaygınlaşıyordu. 1961’de bu çatışmalar Barzani Kuvvetleri ile Irak kuvvetleri arasında fasılalı gerilla savaşlarına döndü. Üç yıl boyunca Bağdat, Barzani’ye bir zeytin dalı uzatıyor ve özerklik vaatlerinde bulunuyor, bir müddet sonra vaatleri geri alıyordu.
KDP özerklik isteğinde hüsrana uğradı
1960 yazında KDP ve diğer Kürt grupları özerklik, Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi, Irak ordu birliklerinin çekilmesi, petrol endüstrisinin millileştirilmesi, tarım reformunun öncelikle yapılması ve en önemlisi, Anayasanın Kürtlere eşit haklar ve statü tanıyan III. maddesinin yürürlüğe sokulması hususundaki taleplerini tekrarladılar ve tatmin edici bir cevap alamadılar. Kasım’ın kararsız, bir yanar bir söner tutumu prestijini sarsana ve yeni bir darbenin zeminini hazırlayana kadar sürdü. Kasım rejimi ile KDP’nin arası da artık kopma noktasına gelmişti. KDP’nin yayın organı KHABAT ve diğer Kürtçe gazeteler kapatılmış ve o zaman politbüro üyesi olan Celal Talabani yazdığı bir bölücü yazıdan dolayı gözaltına alınmıştı. Tevkif edilen diğer KDP üyeleri de vardı. Gerilla savaşları peşmergeler tarafından yürütülüyor ve siyasi mücadele de sureta KDP ile hükümet arasında cereyan ediyordu ancak Kasım’ın asıl hedefi Molla Mustafa Barzani idi.
1961’in sıcak günleri
Ancak iki taraf da o sırada açık savaş istemiyorlardı. Kasım, Arap milliyetçileri ve muhalif Baas’lı subaylarla başı dertte iken Kuzey Irak’ta böyle bir savaşı istemiyordu. Kasım, dost aşiretler koalisyonu kurarak Barzanileri bertaraf etmeye çalışıyordu. Ne var ki, onun da otoritesi çok zayıflamış ve bunu bilen Molla Mustafa, Kasım’dan para ve silah alan Şeyh Raşid gibileri vurmaya başlamıştı.1961 Eylül’ünde olaylar açık bir isyan şekline dönüşmüştü. İsyancıları rahatsız eden bir durum da hükümet kuvvetlerinde çok sayıda Kürt kökenli er ve subayların varlığı idi ve bunlar genellikle devlete sadık kalıyorlardı. Ne var ki, 1962 sonunda Kasım ve rejimi bitmiş gibi idi. Bu durumda KDP, Kasım’ın muhalifleri ile yani Cemal Abdülnasır taraftarları ve Baas’çı subaylarla temasa başladılar. Milliyetçi ordu birlikleri Kasım’ı devirirken, Kürt isyancıların Kuzey Irak’ta ordu birliklerine saldırmamaları vaadini aldılar. KDP böylelikle darbecilerden özerklik vaadini aldıklarını umuyorlardı. Yalnız fena halde yanılacaklardı.
Baas Rejimi, Barzani’ye bir türlü güvenemiyordu
Baas’çı askerler 1963 yılında Abdülkerim Kasım’ı devirdiler ve Baas’çı, milliyetçi bir idare kurdular. Bu idare Kürtlerle özerklik müzakerelerine girişti. Ancak Bağdat hükümeti Musul petrol bölgesinin statüsü konusunda Kürtlere taviz vermiyordu. Savaş yeniden başladı ve Irak kuvvetleri kanlı bir harekâtla Süleymaniye’yi ele geçirdiler çok sayıda peşmergeyi öldürdüler… Ne var ki, yıl sona ermeden Baas hükümeti Abdüsselam Arif’in darbesi ile devrildi. Bu arada Molla Mustafa Barzani ile KDP’nin politbürosunun arası da açılmıştı. KDP Genel Sekreteri İbrahim Ahmed, Barzani’nin Abdüsselam Arif’le uzlaşmaya varmasını tasvip etmiyordu. Barzani kuvvetleri Ahmet’i İran’a sürdüler. Ahmet önce İran hükümeti tarafından iyi karşılandı. Tahran, Kürtleri Irak hükümetine karşı kullanabileceklerini sanıyordu ama sonra Barzani’nin daha büyük bir güç olduğunu anlayınca ona yanaştı. Zaten Ahmet de Barzani ile uzlaşmış ve onun saflarına dönmüştü. Ahmet İbrahim, 1966’da gene saf değiştirecek ve Irak hükümet kuvvetlerinin yanında
Barzani’ye karşı savaşacaktı.
1968’de Bağdat’ta yeni bir darbe olacak ve Baas Partisi gene idareyi ele alacaktı. Baasçılar Barzani ile gene özerklik müzakerelerine giriştiler ve 1970’de aralarında Kürtlere büyük ölçüde özerklik verilmesini ve merkezi hükümette temsil edilmelerini öngören bir anlaşma imzalandı ama bir türlü yürürlüğe sokulamadı. Baasçılar Kürtlerin bitip tükenmeyen yeni talepleri karşısında vaatleri yerine getirmekten kaçınıyorlar ve de haklı olarak Barzani’nin, o sırada Irak’ın büyük düşmanları olan İran, İsrail ve ABD ile Irak aleyhinde komplolar kurduğundan kuşkulanıyorlardı.
Eğer Demirel oyuna gelseydi federasyon kaçınılmaz olurdu
Türkiye, Talabani’nin “Musul”u ilhak edin talebine karşı olumlu davransa, Kerkük petrol bölgesini ve dört milyon Kürt’ü almış olurdu. Ancak Irak’taki Kürt milliyetçiliğinin ileri durumu muvacehesinde, Türkiye’nin bu bölgeyi Kürtlere özerklik tanımadan ilhak etmesi mümkün olamayacağına göre, Türk Kürtlerine de hakların tanınması gerekecek ve Türkiye’de federasyon, yani bir Türk-Kürt Cumhuriyeti kurulacaktı.
Yabancı gözlemcilere göre, Türkiye, Talabani’nin “Musul”u ilhak edin talebine karşı olumlu davransa idi bölgede çok derin neticeleri olurdu. Türkiye, Kerkük petrol bölgesini ve dört milyon Kürt’ü almış olurdu. Ancak Irak’taki Kürt milliyetçiliğinin ileri durumu muvacehesinde, Türkiye’nin bu bölgeyi Kürtlere özerklik tanımadan ilhak etmesi mümkün olamayacağına göre, Türk Kürtlerine de hakların tanınması gerekecek ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak Türkiye’de federasyon, yani bir Türk-Kürt Cumhuriyeti kurulacaktı. Yani “federasyonun şekere bulanmış şekli!”
Türkiye bu numarayı birçok sebeplerle kabul edemezdi… Her şeyden önce Atatürk’ün üniter devletinden asla vazgeçemeyeceği için… Nitekim bu federasyon oyununu reddetti ve Irak’ın toprak bütünlüğüne sadık olduğunu resmen ifade etti. Ne var ki, Ankara PKK’ya karşı sınır ötesi harekâtta özellikle KDP peşmergelerinin ve bazen de Talabani kuvvetlerinin iştirakini sağlamak ve bölgeye mali yardım yapmakla Kuzey Irak’taki idareyi zımnen ve fiilen tanıdığını göstermiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri bölgedeki yönetim boşluğundan yararlanıp burada mevzilenen ve buradan Türkiye’ye sızan PKK’ya karşı sınır ötesi harekâtlara girişti.
Tahminler gerçekleşti…
Bakın o yıllarda nasıl bir tespitte bulunmuşuz: “Halen, ABD’nin hem Talabani’yi, hem Barzani’yi ve diğer Kürt gruplarını, Irak’lı muhtelif Şii ve Sünni muhalefet grupları ile birleştirme teşebbüsleri devam ediyor. Bu sırada Kuzey Irak’ta sessizce bir özerk devletin alt yapısı Türkiye’yi kuşkulandıracak şekilde devam etmektedir. Eğer Saddam rejimi devrilirse burada olacak gelişmeleri tahmin etmek hem güç hem kolay. Kargaşadan bir Kürt devleti çıkarmak isteyeceklerdir. Dışarıdaki Kürt hareketleri ve özellikle Irak’taki Kürt hareketleri üzerinde bu kadar uzun boylu durmanın sebebi aşikâr. Bugün Kuzey Irak’ta olanları anlayabilmek için bu gelişmelerin seyrini bilmek gerekiyor.” Nitekim, Irak’taki son yıllardaki gelişmeler bu tespitlerimizi haklı çıkarmıştır.
Kürtçülük dağlardan, ovalardan, kentlere iniyor
Dersim harekâtı ile Doğu’daki, Güneydoğudaki Kürt isyanları bastırılmıştı. Cumhuriyet hükümetleri II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sert ve sıkı tedbirlerle bölgedeki eşkıyalık şeklinde de olsa Kürt kıpırdanmalarını kontrol ediyorlardı. Ancak Kürtçülüğün ve bölücülüğün bu tedbirlere ve entegrasyon çabalarına rağmen devam ettiği, gazete haberlerine geçmese bile bir vakıa idi. Hilmi Uran’ın, 1944 yılında zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na verdiği rapordan da bu anlaşılıyordu. Ben de naçizane 1957’de yazdığım İngilizce kitapta Kürt konusunun ileride Türkiye’yi çok meşgul edeceğini yazmıştım. Çünkü aydınlar kesiminde bu yolda bazı kıpırdanmalar olduğunu, bunları Sovyetler Birliği’nin tahrik ettiğini ve bunların yabancı basına da yansıdığını duyuyordum.
Kıpırdamalar başlamıştı
Daha savaş sona ermeden önce 194l’de Diyarbakır’da bazı tevkifat yapıldığı da duyulmuştu. Zamanın hükümetleri bu kıpırdanmalara fırsat vermiyorlardı.
1946’da çok partili siyaset dönemi açıldıktan sonra ve özellikle 1950’den sonra ülkedeki Kürt aydınları arasında Kürtçülük hareketlendi. Zaten harp esnasında da birtakım dağınık hareketlerin dışarıdaki Hoybun’cularla temasları vardı. Yeraltı faaliyetleri yapılıyor ve gizli olarak basılan Kürtçü dergiler gizli olarak bölgede dağıtılıyordu. 1950’lerin ortasında bu faaliyetleri yürüten gizli bir grup yakalandı. Bunlar 49 kişi oldukları için ’Kırk dokuzlar Grubu’ olarak anıldılar; ama bir isimleri de doğunun kalkınması için çalıştıklarını iddia ettikleri için ’Doğucular’dır. Aralarında isimleri çok duyulacak olan Musa Anter’in, Ziya Ekinci’nin, Yusuf Azizoğlu’nun, Faik Bucak’ın da bulunduğu Kırk dokuzlar ve Doğucular’ın maksatları; “Kürt kimliğinin tanınması… Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi… Kürtçe radyo yayınları yapılmasından başlayarak nihayet Kürtlere milliyetçilik şuurunun aşılanması ve Doğu bölgelerine özerklik ve ilerde de bağımsızlık verilmesi” idi.
“Kırk dokuzlar”dan itiraf
Kırk dokuzlar bu hedefleri itiraf ediyorlardı. O dönemin genel havasını Erivan Radyosu’ndan yapılan Kürtçe yayınlarda yakalamak mümkündü. Bazılarının başkaldırısı Türkiye’deki Kürtçüleri tahrik ve teşvik ediyordu. Ne var ki, Türkiye’nin doğusundaki iklim, halkın kültür seviyesi bu hareketlere henüz müsait zemin teşkil etmiyordu. 1946’da bölgeyi gezen bir İngiliz diplomatı, seleflerinden Binbaşı Noel’in dediği gibi; “Buralarda Irak’ın aksine Kürt milliyetçiliğinin en ufak bir kokusu bile yok!” diye adeta hayıflanıyordu.
Muğlalı’nın mahkumiyeti Kürtleri teşvik etti
1950’de demokrasi havası içinde ve oy hesaplarıyla Kürtçülük hususundaki devlet hassasiyeti zayıflamıştı ve muhalefete geçen CHP, iktidarın müsamahasını tenkit ediyordu. O sırada, Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir yazıda Demokrat Parti Hükümeti;
“Dikkat edin, bu hareketlerin amacı Kürdistan’dır” diye ikaz ediliyordu.
Gerçekten de DP iktidarının Kürt isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynadığı için Kürtçülerin hışmını çekmiş olan General Mustafa Muğlalı’yı yargılatması ve Paşa’nın idama mahkûm edilmesi, Kürtçüleri teşvik etmiştir. Kürtçülük hareketlerine ivme kazandırmıştır. İktidarın bu konudaki müsamahasına ve gevşekliğine karşılık ordu ve istihbarat servisleri Kürtçülük hareketlerini takip etmekten geri kalmıyorlardı. 1950’de ve 1956’da geniş Kürtçü tevkifatı yapıldı. Kırk dokuzlar da bu arada tutuklanıp yargılandılar. Ama demokrasi yaygınlaştıkça ve insan hakları şikâyetleri arttıkça güvenlik ve istihbarat birimlerinin işleri de güçleşti.
Melik Fırat’ın görüşü
Çok partili rejimin 1946’da başlaması ile oy hesapları yavaştan başlayarak dini inançların istismarını ve bölgesel ağa ve şeyhlerin desteklerinin aranmasını da beraberinde getirmişti. İtiraf etmek gerekir ki bu konularda başta gelen partinin yarışmasına rağmen DP, CHP’nin yıllarca süren iktidarındaki yöntemlerine karşı çıkmakla daha başarılı oluyordu. Kürt kökenliler konusunda da mesela Şeyh Sait’in torunu Melik Fırat’ın DP listesinden aday gösterilip yaşının küçük olmasına rağmen seçilmesi de anlamlı satır başları idi. DP, doğuda hem kendi itibarını, hem de ağaların CHP döneminde bastırılmış olan nüfuzlarının artmasına yeniden imkân veriyordu. Bu arada söylemeliyim ki; Yassıada’da aynı koğuşu paylaştığım Melik Fırat, o zaman da Kürt konusunun Türkiye’nin başına büyük işler açacağını ve de sonunda muvaffak olacaklarını söylüyor; çözümün sonraları savunduğu gibi bağımsızlık veya özerklikte değil eski ağa-şeyh düzeninin ihya edilmesinde olduğunu iddia ediyordu. Ona göre Türkiye’nin bütünlüğü ancak bu sistemle muhafaza edilebilirdi.
Ağa ve şeyhleri kullanmak tekeli sadece DP’de değildi. CHP de aynı şeyi yapıyor, bazı ünlü aileleri ve şeyhleri kendisine bağlamaya gayret gösteriyordu. Nitekim daha önce Batıya yerleştirilmiş olan şeyh ve ağa ailelerinin Doğudaki yurtlarına dönmelerine CHP hükümeti 1947’de izin verdi. Fakat 1950 seçimlerinde DP’ye asıl destek bu ailelerden geldi. Velhasıl her iki parti de Güneydoğuyu rekabet haline getirmişlerdi. Her ikisi de toprak reformları ile hep eski ağa şeyh sisteminin değiştirilmesini amaçladılarsa da pratikte fazla bir şey yapamadılar.
Güneydoğu DP ve CHP için rekabet alanı olmuştu
Aydınların Kürtçülük hareketleri, paradoksal olarak Türklüğe entegre edilmek üzere devlet parasız yatılı okullarda yetiştirilen doğulu gençler tarafından başlatıldı. Gelecekte bölücülüğün ileri gelen ideologlarından birisi olacak olan Musa Anter bunlardan biri idi. Söylendiğine göre Anter, Birinci Umumi Müfettişlik tarafından özellikle yetiştirilmek üzere seçilmişti. Filhakika böyle seçilen birçok genç sonra iyi Türk vatandaşları hatta Türk milliyetçisi olmuşlardı. Aynı şekilde parasız yatılı okullardan çıkıp da bölücülük yolunu seçenler arasında Faik Bucak, Tarık Ziya Ekinci, Yusuf Azizoğlu da vardı. Sonra itiraf ediliyor ki Türkiye’de Kürtçülük veya Kürt milliyetçiliği akınlarının ivme kazanmasında, Erivan Radyosunun Kürtçe yayınları ve nihayet Irak’taki 1958 darbesi ve Molla Mustafa Barzani’nin karizmatik kişiliği etkili olmuştu.
Kürtçülük-Doğuculuk
1959’da Musa Anter Diyarbakır’da sureta doğunun meselelerini ele alan ileri Yurt Dergisi’ni yayınladı. Bunu diğer Türkçe fakat Kürt kökenli dergiler izledi. Bunların başlangıçtaki söylemleri ihmal edilen reformları yapmak şeklinde idi. Doğuculuk’tu. Kürt ve Kürtçülük tabirlerini kullanmaktan özenle kaçınıyorlar ve bunun yerine aslında içlerinden eş anlamlı olan Doğuculuk tabirini kullanıyorlardı.
1959’da Kürtlerin, Kerkük’teki Türkleri katliam boyutunda öldürmelerinin yankıları Türkiye’de de Kürtlere karşı tepki uyandırmıştı. Bazı Kürt öğrencilerinin de buna karşı nümayişler yapmaları üzerine bazı Kürt ileri gelenlerinin, aralarında Anter’in ve Sait Elçi’nin de bulunduğu 49 Kürt öğrenci ve aydının Kırk dokuzlar’ın tevkif edilmelerine, İleri Yurt Dergisi’nin kapatılmasına sebep olmuştur. Bu gruba sonra Kırk dokuzlar denecek ve hareketleri savaş sonrasındaki ilk belirgin Kürt Hareketi sayılacaktı. Aralarında yedek subaylar da vardı.
Bu tevkifatı 1960 Mayıs’ından sonra hareketlerinden şüphe edilen 148 kişinin tevkif edilip Sivas’ta bir kampa konulmaları ve bazı ağaların gene Batı’da iskân edilmeleri takip etti. Özellikle ordu, Kürtçülük hareketlerini dikkatle ve hassasiyetle takip ediyordu. 27 Mayıs darbesinden sonra devlet başkanı olan, kendisi Erzurumlu Cemal Gürsel; “Bölücü hareketler arttığı takdirde ordunun şehir ve köyleri bombalamaktan kaçınmayacaklarını, isyancıların kendi kanları içinde boğulacaklarını” söyledi! Gene Gürsel, Kürtlerin Türk kökeninden geldiklerini iddia eden Şerif Fırat’ın “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” kitabının yeniden yayınlanmasını emretmişti.
Bu kitaba karşı Doğu illerinden protestolar yükseldi. Protestocular “Biz Türk değiliz, Kürt’üz” diye bağırıyorlardı.
Sol, Kürtleri kullanmak isterken kendi kullanıldı
1960’lardan sonra Türk Solu Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev Genç vs. Türkiye halkları sloganı ile “özgürlük ve barış” uğruna Kürtçülük faaliyetlerine bir hayli destek verdiler. Kürt Bağımsızlığı Hareketi, 1960’ların sonlarında ve 1970’ten sonra sol eylemlerle birlikte gelişti. Türk solcuları Kürtçülük hareketlerini ve Kürtleri kendi emelleri için kullanmak istiyorlardı; ama neticede Kürtçüler bizim solcuları ve entellerini kullanır oldular.
Belki ilk Kürt partisini gizli yeraltı partisi olarak Bucak ailesine mensup Faik Bucak kurmuştu. Pek uzun yaşamayan, Kürdistan Demokrat Partisi TKDP veya KDPT, Barzani’nin KDP’si ve İran’daki KDP-I dengi olarak onların modelinde kurulmuştu ama fazla yaşamadı. Bazıları bu partinin yaşamasını her şeye rağmen sağcı bir Türkiye partisi olmasına atfederler.
Kürtçülüğe asıl ivme kazandıran, kucak açan Türk solu ve özellikle Mehmet Ali Aybar’ın TİP (Türkiye İşçi Partisi) olacaktı, 1961 genel seçimlerinde.
O dönemi anlatan yabancı yazarlar Türkiye’de Kürtçülüğün ivme kazanmasını, devletin Kürt kimliğini inkar etmesine ve birkaç marjinal örneğe bakarak Türk milliyetçiliğinin Kürtleri aşağılamalarına atfederler. Fakat aynı yazarlar Kürt kökenlilerin devletin ve ekonominin üst düzeylerine rahatlıkla geçtiklerini itiraf ediyorlar.
Öcalan’ın doğuşu…
1960’lardan sonra Türk Solu Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev Genç vs. Türkiye halkları sloganı ile “özgürlük ve barış” uğruna Kürtçülük faaliyetlerine bir hayli destek verdiler. Doğu Kültür Grubu ve Abdullah Öcalan da bu kazandan çıktı. Kürt Bağımsızlığı Hareketi, 1960’ların sonlarında ve 1970’ten sonra sol eylemlerle birlikte gelişti. Türk solcuları Kürtçülük hareketlerini ve Kürtleri kendi emelleri için kullanmak istiyorlardı; ama neticede Kürtçüler bizim solcuları ve entellerini kullanır oldular.
İlginçtir hâlen Helsinki İnsan Hakları Örgütü’nün temsilcisi olan Murat Belge, Genel Yayın Müdürü olduğu Yeni Gündem Dergisinde, Kürt kimliğini ve haklarını savunduğu makalelerinin derlendigi “Türkler ve Kürtler Nereye?” adlı kitabında, Kürt konusunun açıkça yazılamadığı daha önceki dönemlerde Kürt haklarını vb. “arada bir, çarpıcı bir konuyu ve olayı fırsat bilip araya laf sokuşturmakla dile getirdiklerini” merd-i kıpti misali anlatıyor. Kürtçülüğün Türk savunucusu İsmail Beşikçi’yi “aziz” mertebesinde bir kahraman olarak tanımlıyor Belge… Sırası gelmişken bu konuda Aziz Nesin’in de hakkını vermeliyim. Rahmetli o sırada Yazarlar Derneği’nde, Beşikçi’ye ve Kürtçülüğe karşı çıkmıştı.
Türk solunun yarattığı canavar
1978’de Abdullah Öcalan’ın liderliğinde kurulan PKK (Partiya Karkari Kürdistan) Türk solunun eseridir. Yarattığı canavardır. Bu partinin silahlı kolu ERNK’in 15 Ağustos 1984’de Eruh-Şemdinli kanlı baskını, Kürt başkaldırısının ilk işareti idi. On beş eşkıyanın yaptığı bu baskın çok geçmeden Türk Devleti’ni yıllarca uğraştıracak silahlı bir mücadelenin başlangıcı oldu.
Türk solu ve Kürtler
İlk Yol (TİP): Kürtçülerin ilk siyasi yolları Türkiye İşçi Partisi oldu. Birçok Kürtçü aydınlar o sırada TİP’e katıldılar, çünkü kendi partilerini kuramıyorlardı. Ama TİP de o dönemde Kürt davasını açıkça desteklemekten çekiniyordu. Tarık Ziya Ekinci ve diğer Kürtler, TİP içinde kendi Kürt hücrelerini kurdular. TİP yöneticileri bunları görmezlikten geliyor ve alttan alta da destekliyorlardı. Ancak TİP, 1970 Ekim’indeki dördüncü kurultaydaki sonuç bildirgesinde:
“Türkiye’nin doğusunda Kürt halkı yaşar. Egemen sınıfları temsil eden faşist yönetim, Kürt halkına çoğu zaman kanlı baskınlar haline gelen bir asimilasyon ve sindirme politikası uygulamıştır” paragrafına yer veriyor.
Bu, Türk solunun Kürtçülüğü ve bölücülüğü desteklemiş olduğunun somut delillerinden bir tanesidir.
Sendikalar içinde örgütlenme
1969-1970’lerde işçi sendikaları içinde ve dışında solcu hareketler almış yürümüştü. Bir taraftan TÜRK-İŞ’e karşı solcu DİSK kurulurken, Fikir Kulüpleri, DEV-GENÇ güçleniyor ve bunların içinden “Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)” çıkıp büyüyordu. Bu ocakların şubeleri doğuda ve güneydoğuda köylere kadar yayılıyordu. Türk solu Kürtçüleri kullanalım derken, giderek Kürtçüler, bölücüler Türk solunu kullanmaya başlıyorlar. Solcu Türklerle birlikte Kürt delikanlıları da (mesela Deniz Gezmiş) Filistin’e El Fetih örgütünde gerilla ve terör eğitimi almaya gidiyorlardı.
Eylemler artıyor
1970’de DDKO’nun, İstanbul ve Diyarbakır’daki liderleri Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Sait Elçi ve onlara destek olan, Kürt davasını benimseyen Türk Sosyolog İsmail Beşikçi, Diyarbakır ve İstanbul’da tevkif edildiler. Beşikçi ilk defa Kürt kimliğini ve haklarını savunan ve Kürt tarihini, toplumunu araştıran bir kitap yayınladı. Ve yargılanıp hapse mahkûm edildi.
Bu sırada Kürt delikanlıların da ön saflarında olduğu Türk Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türk Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) gibi terör örgütleri de eylemlerini artırmışlardı.
İlk bayrak açanlardan biri Elçi idi
Bu anarşi ve terör eylemleri, sonunda 12 Mart 1971 Muhtırası ile TSK’nın müdahalesini getirecekti. Bu müdahale ile Kürtçülük hareketleri de büyük bir darbe yemiş oldu. Gerçi müdahale neticesinde, terör ve anarşi bir süre için durakladı; ama normal siyasi dönem başladıktan sonra gene tırmanmaya başladı. Solcu Marksist ve Maoist terör örgütleri arttı. Kürtçülük faaliyetleri de… Ecevit hükümetinin 1974’te genel af ilan etmesi de bu hareketlere ivme kazandırdı. Sol ve Kürtçü hareketlere karşı, devlet otoritesi zayıf kaldığında milliyetçi ülkücüler, sokaklarda ve üniversitelerde devleti yıkmaya çalışanlara karşı mücadele vermek zorunda kaldılar.
Malatya ve Maraş olaylarından sonra o zaman Başbakan olan Bülent Ecevit; “Bölücü hareketleri yabancıların tahrik ettiklerini” söylüyordu. Ancak kendisinin koalisyonuna Bayındırlık Bakanı olarak aldığı Diyarbakır milletvekili ortalıkta kaleşnikoflu korumalarla dolaşıyor ve TBMM kürsüsünden; “Türkiye’de Kürtler var. Ben de bir Kürt’üm” diyerek Kürtçülük bayrağını açıyordu.
Şerafettin Elçi yargılanırken de bu sözlerini tekrar edecek ve yabancı bir gazeteciye; “Kürt sorununun Türkiye hudutları içinde, bölücülük yapılmadan çözümlenmesinden yana olduğunu” söyledikten sonra:
“Eğer Türkiye’de Kürt kimliğini inkâr ederseniz, size bütün kapılar kapanır” diyecekti.
Kendisine sormak gerekirdi ve hâlâ aynı söylemler sürdüğüne göre bugün de sormak gerekir. Kürtler bir azınlık olmadıklarına göre ve Elçi dâhil bütün Türk vatandaşlarının nüfus cüzdanlarında “Türk” yazıldığına göre, Türkiye’de, diğer mesela Çerkez, Laz, Boşnak vs. alt kimlikler gibi bir alt kimlik olan Kürt kimliğini öne çıkarmakta ne gerek vardı? Birçok diğer Kürt kökenliler bunu yapmıyorlar ve “Biz çeşitli kökenlerden geliyoruz ama Türk’üz” diyorlardı.
“Ben Türk değilim Kürt’üm” diye meydan okuyorlardı… Hem acaba, en üst düzey mevkilere ve refah düzeylerine hiçbir ayırım ve ayrıcalık yapmadan gelen devlet memurlarına “Kürt müsün, Türk müsün?” diye soruluyor ve ırk kanıtı mı aranıyordu? Hepsinin Kürt kökenli oldukları zaten belli değil miydi? Tabii “Ben Kürt’üm” diye TBMM kürsüsünden meydan okuyanlara aynı hoşgörünün gösterilmesi mümkün olamazdı…
Zaten bir bakıma bizdeki liberal aydınların günahı da bu kimlik konusunu kaşımaları olmuş ve böylelikle bir Pandora kutusunun kapağı açılmıştır. Solcular da bunun başını çekmişlerdir. 1991 yılında kurulan SHP-DYP koalisyonun programında “Kürt kimliğinin” resmen tanınması da kötü bir başlangıçtı… 1970’lerdeki cadı kazanının, Tunceli’yi Vietnam usulü, kurtarılmış Kürt bölgesi yapmayı amaçlayan Aydınlık-Perinçek grubunun ideologlarından Şahin Alpay, üstüne basa basa; “Milli azınlıkların kültürel, dinsel kimlikleri korunacaktır” demekte idi.
En büyük bela Kenan Evren sonrası geldi
1992 yılında, CHP’nin dublörü ve TBMM’ye Kürtçü milletvekillerini sokmakla ünlü ve fakat ambleminde “milliyetçilik oku” bulunan SHP’nin güneydoğu raporunda, güneydoğu sorununun sebebi “Türk milliyetçiliğinin yükselişine” atfediliyordu.
Şahin Alpay bu düşüncelerinde yalnız değildi. Bir zamanların milliyetçi CHP’si, milliyetçilik okunu nereye koyacağını bilmez hale gelmişti. Kürtçü milletvekillerini koltuklarının altına alması, 1991’de HEP’le seçim ittifakı yapması bunun somut delilleri idi. Şu sırada da öyle değil mi?)
12 Eylül’den sonra
12 Mart 1971 Muhtırası’ndan, bir iki yıl geçtikten ve normal siyaset işlemeye başladıktan sonra terör eylemleri gittikçe artarak, günde ortalama yirmi can alacak şekilde devam etti ve bu sefer de 12 Eylül 1980 müdahalesi kaçınılmaz oldu…
12 Eylül müdahalesinden sonra da, 1961’in Türkiye’ye bir hayli bol ve lüks gelen 1961 Anayasası kaldırılacak, yerine 1983’te referandumla yeni bir Anayasa kabul edilecekti… Aynı yıl yapılan yeni seçimlerle Turgut Özal başbakan oldu… Ancak ekonomide ve iç siyasette yeni bir dönem başlarken bu sefer Abdullah Öcalan’ın (Apo’nun)/PKK’nın başlattığı bölücülük belki de cumhuriyet tarihinde devletin ve milletin başına en büyük belayı açıyordu.
SHP’nin HEP ile ittifakı kendi yüzünde patladı
Devlet-hükümet-muhalef ve SHP-SODEP Güneydoğu’da oy almak ümidiyle Kürtçü tanınanları bünyelerine alıyor ve hatta CHP’nin yerine kurulan SHP ilk Kürt Partisi HEP (Halkın Emek Partisi) ile seçim ittifakı yapıyordu. Ne var ki, bu ittifak SHP’nin yüzüne patlayacaktı. Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana’nın TBMM kürsüsünden PKK renkli giysiler ile Kürtçe konuşması üzerine liderlerin çoğu gene “Kürt gerçeğini” tanımak, “Kürt kimliğini” tanımak veya “Türkiye vatandaşlığı kavramı” gibi şeyler ortaya atıyorlardı.
Partiya Karkari Kürdistan (Pe Ka Ka veya Kürtlerin dedikleri gibi Pe Ke Ke) Abdullah Öcalan, namı diğer Apo’nun kurduğu bir örgüt. Apo 1960-1970’lerin cadı kazanından Mahir Çayan’ın ve Deniz Gezmiş’in yoldaşı. Onlardan ilham ve destek almış, 1974 genel affından sonra Urfa, Elazığ, Tunceli, Gaziantep ve Maraş bölgeleri ağırlıklı olmak üzere yeni bir partinin teşkilatlanmasına girişmiş. Bu örgüt önceleri Apocular olarak biliniyor ve Marksist-Leninist olmakla birlikte Kürt milliyetçiliği güdüyor, Birebir çalışmalarla her yörede özellikle genç taraftarlar topluyordu. Apocular ve PKK’cılar bölgelerinde ağa ve şeyhleri, mesela Urfa’da Bucak’ları hedef alıyorlardı.
PKK, 12 Eylül müdahalesinden sonra bekleyişe geçiyor, sadece bazı askeri noktalara küçük saldırılar düzenliyordu. Bu arada Türkiye hududu dışında Kuzey Irak ve İran’daki Kürt grupları ile temasa geçiyor ve oralarda sığınma üsleri hazırlıyor; Barzani ve KDP ile irtibat kuruyordu. Gerçi devlet artık PKK’nın mevcudiyetinden haberdardır ama PKK Türk güvenlik kuvvetleriyle 1980-83 askeri idare döneminde direkt temas kurmaktan özellikle kaçınmaktadır. Kır bölgelerinde “vur kaç” eylemleri yaparken, hudutların dışında hazırlanmakta ve yığınak yapmaktadır.
Suriye-İran-Irak desteği
Sonra açıkladığına göre stratejisi:
“Önce hazırlık ve savunma -sonra denge- sonra da taarruz” idi ve bunu adım adım uyguladı. “Bir avuç gerilladan sonra büyük bir ordu çıkaracağını” umuyor ve böylelikle Türk Silahlı Kuvvetlerini, “Kürdistan” dediği bölgeden çıkarabileceğini umuyordu.
Şiddetin ve vahşetin dozunu gittikçe artırırken bir zamanlar zımni bir anlaşma yaptığı KDP’den ve Mesut Barzani’den kopuyordu.
İlginç olan bir husus da, Türkiye’nin Kürt bölücülere karşı işbirliği teklif ettiği Suriye, Irak ve İran bu işbirliğine yanaşmadıkları gibi PKK’ya yataklık ediyor, silah vs. yardımı yapıyorlardı. Gene o zaman yazdıklarına göre Türk siyasetindeki yozlaşma ve mücadele iradesinin eksikliği ve bazı liberal aydın kesimlerinden Kürt kimliğini ve özerkliğini desteklemeleri, lehinde işliyordu. Artık ağa ve şeyhlerin pek nüfuzu kalmamıştı. Öcalan, ağa ve şeyhleri de hedef almakla bu süreci hızlandırmıştı. Yavaş yavaş güvenlik güçlerine saldırıda cüretini arttırıyordu. Bölgeye dehşet saçıyordu. Devlet otoritesine meydan okuyor, gençlerin PKK’ya katılmalarını sağlıyor, etraftan haraç topluyordu.
Ucu belirsiz projeler
Acıdır ki devlet-hükümet-muhalef ve SHP-SODEP Güneydoğu’da oy almak ümidiyle Kürtçü tanınanları bünyelerine alıyor ve hatta CHP’nin yerine kurulan SHP ilk Kürt Partisi HEP (Halkın Emek Partisi) ile seçim ittifakı yapıyordu. Ne var ki, bu ittifak SHP’nin yüzüne patlayacaktı. Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana’nın TBMM kürsüsünden PKK renkli giysiler ile Kürtçe konuşması üzerine liderlerin çoğu gene oy veya liberallere hoş görünmek endişesi ile “Kürt gerçeğini” tanımak, “Kürt kimliğini” tanımak veya “Türkiye vatandaşlığı kavramı” gibi şeyler ortaya atıyorlardı. Ve ne yazık ki zamanın Cumhurbaşkanının aklında da “Federasyon” gibi ucu nereye varacağı belli olmayan bazı projeler geçiyordu. Kürtçe gazete ve dergi, yasağı da onun zamanında kaldırılmıştı.
Liberallerin Kürt partilerine arka çıkmaları ve açıkça Kürtçülük yapan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp hapsedilmelerini tenkit eden liberallerin söylemi “Eğer TBMM’den kaçırırsak dağa çıkarlar” idi. Oysa HEP’li ve DEP’lilerin gayesi dağı, yani PKK’yı Meclis’e sokmaktı. Zaten Öcalan’ın da maksadı, hele Türkiye’yi dağlardan bölemeyeceğini anlayınca siyasete girmek, legale çıkmaktı. Yakalandıktan sonraki itiraflarında HADEP ve ondan evvelki Kürt partileri ile yakın irtibatları ortaya çıkıyor.
İnanç sömürüsü
Öcalan’ın bir taktiği de yavaş yavaş Marksist-Leninist kimliğinden sıyrılmak ve dini kesimi yanına almaktı. Bunun için, Partiye İslâmi Kürdistan gibi (PİK) İslamcı yan kuruluşlar kurmuştu.
Ne acıdır ki bütün bunlar olurken hükümetler belirli bir strateji tespit edememişlerdi ve düşük yoğunluktaki savaşın gerektirdiği tedbirleri almıyorlardı. Gerilla savaşına karşı hazırlıklı değillerdi. Şurası muhakkak ki, hükümetler ve politikacılar PKK, Kürt ve bölücülük sorunları karşısında, çoğu zaman Güneydoğu oylarını da düşünerek fazla kararlı davranmamışlardı. Sonunda Güneydoğu meselesinin sadece askeri ve güvenlik tedbirleriyle çözülemeyeceği ve bataklığı kurutmak gerektiği belli idi de, bu tedbirlerin bataklık kurutulmadan nasıl alınacağına kimse somut bir cevap veremiyordu…
Tuzluçayır toplantısı ve MİT…
15 Ağustos 1984’te PKK’nın “14 Temmuz Silahlı Propaganda Takımı” yani gerilla birliği, Siirt’in Eruh ilçesindeki jandarma karakolunu, diğer gerilla birliği 21 Mart Silahlı Propaganda takımı da Hakkâri’nin Şemdinli ilçesindeki açık hava subay gazinosunu bastı. İlçe jandarma karakolunu taradı, subay, ast subay ve erlerin tamamını öldürdü… Bir yerde bu PKK saldırılarının açığa vurulması, Apo’nun bir avuç gerilladan muntazam bir ordu çıkarmak iddiasının da başlangıcı idi… O sırada Marmaris’te yazlığında bu haberi alan Cumhurbaşkanı Özal da diğer hükümet mensupları da olayın önemini fark edememişlerdi. Veya başka bir yorumla önemsememiş görünmekle Apo’yu ve PKK’yı öne çıkarmak istememişlerdi…
Apo’nun ve PKK’nın gelişmesi
1993 yılında PKK, Apo’nun Özgür Gündem’de Ali Fırat adı ile yazdığı bir yazıya göre Eruh-Şemdinli baskınlarındaki “100 gerilladan veya militandan, 10.000 kişilik bir orduya yükselmişti.” Tahminlere göre, bu “ordu” çok geçmeden 50.000 kişiyi bulacaktı. Artık gazeteci Mehmet Ali Kışlalı’nın deyimi ile güneydoğuda düşük yoğunluklu bir iç savaş başlayacak ve altı yıl boyunca Türkiye’nin, Kürtlerin ve Türklerin kaderini ipotek altına alacaktı.
Başlangıç noktası
Abdullah Öcalan’ın cirmine ve PKK’ya bir başlangıç noktası saptamak gerekiyorsa, Apo’nun sonradan söylediklerine ve yazdıklarına göre, önce Urfa iline bağlı Halveti ilçesinin Ömerli köyünde yoksul bir çiftçi ailenin çocuklarından biri olarak 1949’daki doğumu, sonra da l973’de Çubuk Barajı’nda 5-6 yandaşı ile bir ağacın altında yaptığı toplantı… O zaman DEV-GENÇ, THKO ve Doğu Kültür Ocakları artık ona küçük gelmeye başlamıştı. Siyasi ve fakat gizli bir parti kurması, kendisine vacip olmuştu. O küçük grupta, şimdi PKK’nın Apo’nun yerine geçen Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisi Cemal Bayık da var. Bu toplantıda PKK’nın kurulması için ilke kararı almıyor. Bu ilke kararı 1974 yılında Ankara’nın Tuzluçayır semtinde yapılan ikinci toplantıda da perçinleniyor. ,
MİT şayiaları
Tuzluçayır toplantısının önemi, bu toplantıya Apo’nun sonra evleneceği bir MİT mensubunun kızı olduğu söylenen Kesire Yıldırım’ın katılması. Gene MİT mensubu olduğu söylenen, Türkkuşu’nda çalıştığı için Pilot namı ile maruf Necati’nin de bu toplantılarda bulunması, bazılarını hatta eski bazı PKK’cılar tarafından da desteklenen Apo’nun da başlangıçta MİT’e hizmet ettiği şayialarına yol açacaktır. Uğur Mumcu da PKK hakkındaki kitabında bu şayiaya yer vermiştir. Eğer bu bir dönem için doğru olmuş olsa bile Apo’nun sonraları kontrolden tamamıyla çıktığı muhakkaktır. Tuzluçayır’da, PKK’nın sonra önem kazanacak başlıca kişileri de vardır ve Apo’nun liderliği burada sivrilmiştir.
Öcalan 1972’den sonra Türk kimliğinden tamamen sıyrıldı
Apo’nun doğduğu Ömerli Köyü, kendisine göre Ermenilerden kalma, içinde Türkçe konuşulan bir köydür. Anası Üveyş Hanım da Apo’nun yakalandıktan sonra hep tekrarladığı gibi Türk’tür. Ne var ki, bu köyde bazı Ermeni’den dönmelerinin bulunması, Üveyş Hanım’ın da Ermeni kökenli olup olmadığı şüphesine yol açmıştır. Ama gerçekse, gerek Üveyş Hanım’ın Türk olması, gerek evde babası Ömer’den daha fazla otoriter ve kavgacı olması, Apo’nun benliğinde psikolojik bakımdan araştırılmaya muhtaç bir ikilem yaratmıştır. Babasını mı yoksa anasını mı daha fazla sever belli değildir… Apo ile birkaç defa yüz yüze konuşmuş olan, PKK hakkındaki en kapsamlı kitaplardan birinin yazarı ve sonra her nasılsa PKK davasına yurtdışından da hizmet eden İsmet İmset, Abdullah Öcalan’ın sola ve Kürtçülüğe kaymadan ve daha sola katılmadan önce dindarlıkla Türk milliyetçiliği ve Kürtçülükle solculuk arasında bocaladığını; dönem dönem hem Maltepe Camii’nde Cuma namazı kılacak derecede dindar olduğunu ve sonra da 197l’e kadar milliyetçi muhafazakâr çizgide yer aldığını söyler. Gene rivayete göre Apo o arada askeri okula gitmeyi istemiş fakat her nedense belki de yaşı küçük olduğu için alınmamıştır. Bunun yerine Ankara’daki Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ne giriyor ve bu okulu 1969’da bitiriyor. Tayin edildiği İstanbul’da 1971’de Hukuk Fakültesi’ne, sonradan Ankara’da Siyasal Bilgiler Okulu’na burslu olarak devam ediyor.
Apo savunmasında kendi kişisel durumunu anlatırken şöyle yazıyor:
“Ailem anam tarafından, Türkmen diyebileceğimiz bir komşu köy kökenli idi… Türkçe ve Kürtçe beraber konuşabiliyordu. Köylerimiz arasında herhangi bir düşmanlık olmadığı gibi ilişkiler oldukça dostane idi” Anası hakkındaki ilişkileri hakkında da şöyle diyor:
“Anamla çelişkiler şiddetli idi… Çok bağımsız ve boyun eğmez bir kadındı… Anam evde hâkimdi. Fazla aile terbiyesi görmeden büyüdüm. Kendimi özgür büyütmem ağırlıklı yanımdı.”
O, 1960 sonrası solculuk furyası içinde solcu oluyor. Sonra bu solculuğuna Ankara Hukuk Fakültesi’nde devam edecektir. Mahir Çayan ve diğerleri ile arkadaşlığı da burada başlayacak. Apo, 1972’den sonra Türk kimliğinden sıyrılmış, Kürt kimliğine ve Kürtçülük, bölücülük davasına kaymıştır. Polis ve adaletle başı belaya, Mahir Çayan’ın Kızıldere’de öldürülmesinden sonra Ankara’da katıldığı bir gösteride TİKP (Türkiye İşçi ve Köylü Partisi) adına bildiri dağıttığı için girmiş ve 1972’de Askeri Savcı Baki Tuğ’un karşısına çıkarılmıştır.
Geçmişten ders alabilseydik bu acıları yaşamazdık!..
Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi’ndeki bir yazısında, Öcalan’ın yakalanışı ile 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’nın başı Nakşibendi Şeyhi Sait’in, yakalandıktan sonra söyledikleri arasında büyük bir benzerlik olduğunu belirtiyor. Ama asıl ilginç olan Şeyh Sait’in yakalandıktan sonra gösterdiği mazlum hal, kendisine acındırması ve şefaat dilenmesi… Tıpkı Apo’nun Türkiye’ye getirildiği uçakta söyledikleri gibi…
Başlangıçta Kürt aydınları arasında bir ikilem vardır. Kürt davasını Türk sosyalizminin bir parçası olarak mı yürütmek, yoksa Kürt solunun ve solculuğun bağımsız ve bağımsızlık davası olarak mı yürütmek? Neticede Apo kendi deyimi ile “Bazı Türk solcularının ırkçı yaklaşımlarına karşı Türkiye’de bir Kürt Ulusal Hareketi için koşulların tamam olduğunu” Tuzluçayır’da arkadaşlarına açıklayacaktır. Bu, gerek Apo için, gerek Kürtçülük hareketi için önemli bir dönüm noktasıdır. Ne var ki, Türk solu Apo’yu ve hareketini desteklemeye devam edecektir.
1974’te PKK daha kurulmadan önce Kürtçülük hareketlerinin odağı veya nüvesi olan Ankara Demokratik ve Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD) kapatıldıktan sonra hareket, daha PKK adını almadan Güneydoğu’da teşkilatlanma çalışmalarına başlıyor.
Nihayet 1978 ve PKK
Abdullah Öcalan bütün bu olaylar arasında PKK’nın bölücülük hareketinin 198 sayfalık manifestosunu ve PKK’nın programını hazırlıyor. PKK da resmen kuruluyor.
PKK Kuruluş Bildirgesi
1970 sonlarında Apoculukla özdeş olarak kullanılan PKK’nın önemi henüz pek fark edilmemişti. Ancak bir baş belası olduğu, takip edilmesi gerektiği biliniyor, hareketin sonraki boyutları tahmin edilemiyordu. PKK’nın Kuruluş Bildirgesi 1978’de yazılmış, 27 Kasım 1978’de yapılan I. Kurtuluş Kongresinde kabul edilmiş; fakat o sırada fazla dikkat çekmemek için açıklanmamıştı. Ne var ki, PKK’nın artık devrimci şiddeti hedef ve vasıta olarak kabul ettiği bildirideki şu bölümden açıkça belli oluyordu:
“… PKK’nın yerine getirmesi gereken görevlerinden biri de halkımızı kendi ulusal özüne karşı suç işlettirecek hale getiren faşist, sosyal-şöven ideolojileri ve güç mihraklarını, ne pahasına olursa olsun ivedi olarak dağıtmaktır.”
Burada hatırlatmak isterim; Profesör Bedri Feyzioğlu daha 1993’de yazmıştı: “Apo’nun, Bölücülerin amacı, Türkiye’den ayrılmak değildir.” Çelişkili görünüyor ama, amaçları; Türkiye’de kalmak, nüfusça artmak, aralarındaki dayanışma ile ekonomik ve mali açıdan güçlenmek, ekonomiye, siyasete egemen olup fiilen Türkiye’nin tümünün sevk ve yönetimini ele geçirmektir. Kısacası Türkiye’yi Büyük Kürdistan yapmaktır.
Acı bilanço
Maksadım PKK’nın ve Apo’nun eylem ve cinayetlerinin dökümünü vermek değildir. Ancak kayıtlara geçsin diye bir döküm vereyim. PKK, Apo’nun talimat ve emirleri ile ve muhakkak bilgisi dâhilinde 5 Ağustos 1984’teki Eruh-Şemdinli baskınından Apo yakalanana kadar (22 Şubat 1999’a kadar) 6036 saldırı gerçekleştirmiştir. 8257 defa güvenlik kuvvetleriyle çatışmaya girmiş, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde 3071 bomba patlatmış, 388 gasp suçu işlemiş, 1046 adam, kadın kaçırma, hürriyeti tehdit suçu işlemiştir… PKK’nın bu eylemleri sonunda 4472 sivil hayatını kaybetmiş, 5620 sivil yaralanmış, 247 polis, 3.874 asker, 1225 köy korucusu şehit olmuş, 8.178 asker, 1665 köy korucusu ve 909 polis yaralanmıştır.
Ayrıca 800 okul, sağlık kuruluşu, kamu aracı, vagon, karakol, kamu aracı vb. tamamen, 1012’si de kısmen yakılmış tahrip olmuştur.
Apo’nun sonu: İmralı
On beş küsur yıl Bekaa vadisindeki ve sonra da Şam’daki karargâhından yönettiği PKK’nın kır ve kent terör hareketleriyle Türkiye’nin başına bela kesilen Apo (Abdullah Öcalan), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin inisiyatifi ve güç gösterisi sayesinde, kendisini yıllardan beri barındıran ve her türlü destek olan Suriye’deki (Şam’daki) karargâhından 11 Ekim 1998 tarihinde çıkarıldı. Bir süre İtalya’da Avrupalı odaklarca barındırıldıktan sonra Yunan hükümetinin bilgisi ve Yunan gizli servislerinin marifeti ile Kenya’ya götürüldü. Oradan da muhtemelen CIA’nın verdiği destekle, Türk gizli servislerinin, mahirane bir operasyonuyla 16 Şubat 1999’da yakalanarak yurda getirildi. İmralı Cezaevi’ne konuldu ve 23 Şubat 1999’da tutuklandı.
Tarihi benzerlik
Yakalandıktan sonra uçakta getirilirken anasının Türk olduğundan başlayarak Türkiye’ye hizmet etmek istemesi ve sonra duruşmalar başlar başlamaz aynı temayı sürdürmesi tahlile değer. Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi’ndeki bir yazısında, Öcalan’ın bu hareketi ile göbek bağı olduğuna işaret ettiği 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’nın başı Nakşibendi Şeyhi Sait’in, yakalandıktan sonra söyledikleri arasında büyük bir benzerlik olduğunu belirtiyor.
Ama asıl ilginç olan Şeyh Sait’in yakalandıktan sonra gösterdiği mazlum hal, kendisine acındırması ve şefaat dilenmesi idi… Tıpkı Apo’nun şimdi yaptığı gibi… Ezcümle; “Bu işlerde ne öndeyim, ne de arkadayım” diyordu Şeyh Sait ve devam ediyordu: “Belki ortada olmuşumdur. Bizzat kumanda etmedim. Harbi ne uzaktan, ne de yakından gördüm.”
EPİLOG (Son söz)
“Büyük Oyun-Büyük Kürdistan” dizisi bitti ama sorun, “Büyük Kürdistan” sorunu bitmedi; devam ediyor. Son bir not: Apo, 1999’da idama mahkum edildikten sonra Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’ndan bir celp geldi; “Sanık” Altemur Kılıç’a diye. Abdullah Öcalan, kendisine “Cani katil, alçak” dediğim için hakaret davası açmış. Savcı yargılanmamı istiyor. Çok memnun olmuştum. Gidecek, aynı şeyleri mahkemede avukatları önünde tekrar edecektim. Ama o sırada yasa değişti, dava düştü. Ve “suçu”, bir daha işlememek kaydıyla yargılanmaktan kurtuldum. Hevesim içimde kaldı. Ama bu dizinin sonunda Apo’ya gene “Cani katil, alçak” diyorum ve beni avukatları vasıtasıyla dava etmesini bekliyorum. Belki bu sefer mahkemeye de gelir, bunları yüzüne karşı söylerim…
Bir not daha; 1925’teki Şeyh Said İsyanı’ndan sonra isyanı bastırmakta görev yapan Yüzbaşı Ali Rıza Karslıoğlu’nun torunu avukat Nihad Karslı, Şeyh Said’in torunu Diyadin Fırat’ın dedesine hakaret edildiği gerekçesi ile Ankara Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunması üzerine “Cumhuriyet” Savcısı “Geçmişte ne olduysa oldu, ölenin bir hatırası var” değerlendirmesiyle Karslı aleyhinde dava açmış.. Davanın ilk duruşması 12 Ekim’de Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Mahkemenin hükmünü merakla bekliyorum.
Diyadin, Yassıada’dan koğuş arkadaşım rahmetli Abdülmelik’in oğlu. Babası da yüzüme karşı “Günü gelecek Türklerin analarını belleyeceğiz” demişti…
Sorgulama ve itiraflar
Tarihi duruşma 2 Mayıs 1999’da İmralı’da başladı. Bundan evvel sorgulanırken de ilginç açıklamalar yaptı. PKK’nın kurucusu olduğunu, önderliğini yaptığını, Türk toprakları üzerinde silahlı bir mücadele başlattığını itiraf etti. Başlangıçta amacının “bağımsız bir Kürt Devleti kurmak olduğunu” ve fakat sonra “gelişen süre içinde müstakil bir Kürt Devleti kurmak değil, Kürtlerin de cumhuriyetin kuruluş sürecinde rol almış bir halk olarak, özgürlük ortamı içerisinde (Türklerle) birleştirilmesi (gerektiği) sonucuna vardım” diyor.
Bu söylemlerine duruşması esnasında devam edecek fakat işi gene siyasi çözüm önerisine yani Türklerin ve Kürtlerin ortaklaşa yaşayacakları bir özerklik çözümüne bağlayacaktı. Leyla Zana’ya:
“Meclise kendi elbiselerinizle gidebilirsiniz, kendi dilinizle konuşabilirsiniz, Kürt olduğunuzu belirtebilirsiniz diye talimat verdiğini” itiraf ediyor. Ben öyle tahmin ediyorum ki, Apo yakalandıktan sonraki sorgulamalarında devlete PKK’nın operasyonları, Avrupa bağlantıları ve içimizdeki hainler konusunda çok önemli bilgiler vermiştir ve bunlar yeri geldiğinde kullanılacaktır.
İddianame
Abdullah Öcalan hakkında, Ankara Güvenlik Mahkemesi Savcıları, Talat Şalk, Nuh Mete Yüksel ve Hamza Keleş tarafından hazırlanan, 26.04.1999 tarihli ve 139 sayfalık iddianame 6 bölümden ve 43 klasörden oluşuyordu ve APO’nun suçu şöyle ifade ediliyor:
“Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hâkimiyeti altına koymaya veya birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik faaliyetlerde bulunmak.”
Cezası da İDAM! Ama bu adam idam edilemedi
Öcalan, “Bu bilince 1973’te sahip olmak isterdim. O zaman bu yöntem (yani PKK isyanı yöntemi) izlenmezdi” diyor. Binlerce insanımızı katlettikten sonra.
Ve sonuç
Büyük Kürdistan’a uzanan gaflet yolunun öyküsü burada noktalanıyor. Artık yolun haritasını, idam edilmeyip hayatta bırakılan Abdullah Öcalan, nam-ı diğer Apo çiziyor ve Büyük Kürdistan’a doğru ilerliyor. Apo şimdi TC devleti karşısında Büyük Kürdistan’ın baş temsilcisi ve Büyük Kürdistan’ın müstakbel Başkanı ve belki de Nobel Ödülü’nü alacak. Daha ne söylemeli? Binlerce insanımıza, şehitlerimize mi yanalım, iktidarların ve şimdi Apo ve PKK ile pazarlık yapan, seçimlerde ondan destek arayan iktidara mı yanalım…
Bence kendi gafletimize yanalım. Daha öncekilerden ders almadığımız için tekerrür etti, bari bundan ders alalım da bir daha tekerrür etmesin…