Yükleniyor...
Atatürk, Mondros mütârekesini takip eden günlerde, savaş sahasından, sarayın çağrısı üzerine, 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. Büyük Kahraman, Haydarpaşa’dan müstakil bir deniz aracıyla Sirkeci rıhtımına yanaştığı zaman, topları saraya ve şehre çevrilmiş düşman gemilerini görünce, öfkeli bir bakıştan sonra, “Geldikleri gibi giderler!” sözünün şimşek gibi çakan parıltıları, gözlerinden tâ ötelere… Sîne-i Millet’e doğru yansıyordu…
Tam bir özgüven içinde Samsun’dan başlayan kutlu yürüyüş, Amasya’da “Türkün istiklâlini yine Türkün azim ve kararı kurtaracaktır.” ilânı ile bütün cihâna duyuruluyordu…
Erzurum ve Sivas Kongreleri, istiklâl ateşini dalga dalga vatan sathına yayıyordu… Bu toplantılardan varılan sonuca göre, karar merkezinin yeri Ankara olarak belirlenmişti.
Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu, aylar öncesinden şehre yerleşerek, gerekli hazırlıkları tamamlamıştı. Kolordu Komutanının Karargâh binası ve makam odası da, Roma hamamının harabelerinin karşısına düşen, Sultan Alaattin Keykubat’ın Ankara Emîri, Selçuklu devlet adamı Kızılbey’in adıyla anılan yapının bulunduğu yere tanzim edilmişti.
Tarihte birçok keder ve kıvanca ev sahipliği yapmış olan güngörmüş bu Âhî şehri, ismini Türklerin ulvî bir mefkûre uğrunda insiyakî olarak ayrıldıkları anavatanı Asya’da, Baykal Gölünden doğarak kuzeye doğru akan Angara ırmağından alıyordu.
Sevk-i İlâhî neticesinde Anadolu’yu ebedî vatan yapan atalarımız, Uluğ Türkistan’da yaşadıkları yerlerin, ırmakların, boylarının isimlerini, yeni vatanlarındaki çevreye de ad olarak vermişlerdi…
Şimdi bu bahtiyar şehrin minarelerinden, Namazgâh’tan, Dikmen sırtlarından ve çevre tepelerden, zirvelerden… Ezan ve salâ sesleri, dualarla birleşip arşa yükseliyordu…
Ankara Kalesi’ne sancak çekilmiş, bayraklar, tuğlar göğe kaldırılmış, iman dolu sineler heyecan içinde aziz misafirlerini karşılamaya hazırlanıyordu… Keklik Pınarı’nda bülbüller ötüşmeye, keklikler şakımaya, kurnalardan akan sular ezgi dolu şakırtılarıyla billur renkli yalaklara dökülmeye başlamıştı… Aralık ayının bu 27. günü; Kepekli Boğazı, Ahlatlıbel, Dikmen Tepeleri, Seğmen Alayı’nın gümbürtüsüyle yankılanıyordu… Ankara galeyana gelmiş, adeta yeni bir Ergenekon’da toplanmaya ve günü gelince de çıkışa hazırlanıyordu!..
Başta Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, Ankara Müftüsü ve Müdâfâ-i Hukuk Reisi Börekçizâde Mehmet Rıfat Efendi, Ankara halkının Hakan olarak andıkları Vali Yardımcısı Defterdar Yahya Gâlip Bey, Ankara Şehremini Kütükçüzâde Ali, Ulemâ ve eşraftan zevâtın da bulunduğu, üç bin atlı, yedi yüz yaya’dan oluşan Seğmen Alayı Müfrezeleri ve Halk Bölükleri; erkek, kadın; yaşlı, genç aynı ülküde birleşmişti. Aralarında omuzlarına çapraz fişeklik kuşanmış eli mavzerli, atlı, Türk Amazon’u Karaşar Bacıları olduğu halde, Dikmen sırtlarını doldurmuştu…
Ufuklar, yer ile gök arasında gerilmiş bir yay gibi duruyordu!.. Yanık sineler, yürekler, çehreler ve nazarlar, bu bekleyişin ince ve muştulu gerilimi içinde; uzaklara, derinlere yönelmişti… Son Türk Hakanı’nı bekleyen gözler, sevinç çağlayanı halinde gürleyecek Keklik Pınarı’nın ardına bakıyordu… Birden, etrafta bir çalkalanma ve heyecan dalgası işitildi. Nihayet, beklenen konuklar uzaktan görünmüştü. Kızıl Yokuş’un üstündeki düzlükte; şırıl şırıl akan Keklik Pınarı’nın bulunduğu mevkiden hareket eden öncü Âhî Bölüğü ve atlı Seğmen Kıtası, kutlu misafirleri alarak, karşılama heyetinin yanına doğru getiriyordu.
Ankara sâkini Kızıl Oğuzlar bu Kızılca Gün’de, evvelce Rumeli’nin fethi için Balkanlar’a yerleştirilen Kızıl Oğuzlar’ın bir kolu olan Kocacık Oymağı’na mensup, Evlâd-ı Fâtihan nesli liderine kavuşmuştu. Eski bir Türk Töresi gereği, kısa, fakat gönüller dolusu bir selâmlaşma ve tanışma töreninden sonra, Büyük Başbuğ‘un önünde, O‘nun Liderliğine, vatanın düşmandan temizlenmesine ve Türk Milleti’nin İstiklâli uğrunda seve seve canlarını feda edeceklerine and içtiler! Bu yiğit ve mert insanlar, aralarına aldıkları Ulu Önder’i bir sevgi kozası hâlinde çevrelemişlerdi…
İstanbul’dan başlayarak; Samsun, Amasya, Erzurum ve Sivas yoluyla devam eden zorlu ve kutsî yolculuk, şâhâne bir buluşmayla neticeleniyordu. Bir ferd-i mücâhit olarak, sine-î Millet’e dönen Atatürk, kendisine yapılan bu karşılamanın huzurunu, Cezayir menekşesi maviliğindeki gözlerinin ışıltısına yansıtmıştı. Büyük Önder ve Temsil Heyeti, Seğmen Alayı’nın refakatinde, bu mübarek şehrin kalbine doğru akmaya başladı… Davul ve zurnaların eşliğinde, kılıç ve teke palaların ışık saçan şakırtıları; tüfeklerin, tabancaların patlayışlarıyla Seğmen Zeybeği’nin coşkulu ahengi içinde gürleyen sesler, Ankara vadisinde ve yamaçlarda gök gürültüsü gibi yankılanıyordu…
Göktürk atalarımızın Ötüken tarihinde yaşadığı gibi, şimdi de bu Âhî şehrinden başlamak üzere bütün bir vatan, Türklerin ikinci Ergenekon’u oluyordu! Kale surlarıyla çevrili şehir, Selçuklu Devleti’nin güneşi gurup edince, Anadolu’da kurulan Beyliklerle birlikte tarihteki varlığı bilinen, Ankara Âhî (Cumhuriyeti) Devleti’nin mirâsını hâlâ mîllî hâfızasında saklıyordu. Türkler, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, güneş koç burcuna girince, her yıl bu günü, Ergenekon’dan çıkış Bayramı olarak kutluyordu… Şairler, ozanlar, tarih fışkıran duygularını kelimelerin yüreğine indiriyordu!..
Ankaralılar, bu Türk Bayramını, Büyük Taarruz’dan önce Atatürk ile birlikte, 22 Mart 1922 Çarşamba günü kutlamışlardır… O gün Ankara halkı büyük bir coşku içinde, Keçiören semtinin girişindeki tepede, Harp Karargâhı olarak kullanılan Ziraat Mektebi’nin biraz aşağısından akan, Çubuk Çayı’nın geçtiği düzlükte bir araya gelmiştiler.
Atatürk ve misafirleri, özel olarak kurulan siyah renkli önü açık kıl çadırda ağırlanmıştı. Büyük Önder, kutlu Ergenekon Bayramını, Millî Mücâdele’ye destek için Ankara’da bulunan, Libya cephesinde İtalyanlara karşı birlikte savaştığı Senûsîlerin lideri Şeyh Ahmet Senûsî’yi yanına alarak kutlamıştır. Demir dövülüp, meydana yakılan ateş etrafında sinsinler oynanmıştır. Türklerin yüzlerce yıldır kutladıkları bu bayram, Atalarımızın Ergenekon’dan çıkarak yeryüzüne yayıldıkları günün hatırasıdır. Demire hükmetmenin, ateşle konuşmanın, sel ile boğuşmanın, yeryüzünde var olmanın, tabiatla canlanmanın, fışkırmanın, çağıldamanın coşkusu içinde dirilmek, gürlemek ve gürleşmektir…
Türk Milletine görklü hedefler vâdeden Yüce Allah; Demir ve Örs’ün, Çekiç ve Kılıç’ın, Çelik ve Suyun, Ateş ve Şimşeğin sesi ve ışığını, göklerin yol göstericisi Çolpan Yıldızı gibi Türklerin ruh iklimine, gönül dünyâsına, seciyesine ve göz sedeflerine bir sevgi ve hikmet kıvılcımı şeklinde nakşetmiştir…
Ankara’da, Atatürk ile birlikte kutlanan Nevruz şenlikleri, işte bu yüksek Tarih, Millet ve Devlet şuuruyla “Ergenekon Bayramı“ olarak Türk Milleti’nin millî hâfızasında yaşamakta ve yaşatılmaktadır.
Büyük Taarruz’dan önce kutlanan bu Türk Bayramını, millî kültürümüze ve ma’şerî hâfızamıza emânet eden şanlı dedelerimizin, atalarımızın, şehit ve gâzilerimizin ruhları şâd olsun.
Türk Milleti var olsun!…