Firûze Kubbeler Diyarı

Basmacı Hareketi de 1918’de Hokand’da başlamıştır. Basmacıları ben Ege’nin efelerine benzetirim. Çarlık Rusyası devrinde Türk bölgelerinde Çarlık yönetiminin mahallî birimlerinin zulmüne, adaletsizliğine karşı çete faaliyetleriyle baş kaldıranlara bu ad verilirdi.


Paylaşın:

“Makedonyalı kara saçlı genç serdar”[1] buralarda mı seslenmişti adamlarına:

Kinus, ne bu dehşet ü kıyamet,

            Söyle, Peridas, nedir bu mahşer?

Zaferi kazandıktan sonra… Galip sıfatını giyindikten sonra… Kahraman, sevgili, âşık, asker, halk, herkesin can verdiği, şehrin harabeye döndüğü, önündeki kanlı tabloya bakarken…

Peridas: Batlamyus’a sor

            İskender: Müverrih-i şer!

            Batlamyus: Mûcib ne hakarete apansız?

                        Tarihi yazan benim, yapan siz!

            İskender: Efkârımı sen de etme tehyic! Risto, bu nedir?

            Aristo: Zafer veya hiç![2]

Bu topraklar mıydı? Bu dağlar, bu vadiler, bu taşlar, bu sular mı gördü Makedonyalı’yı?

Büyük İskender’in Doğu seferinde geldiği son noktanın Fergana Vadisi olduğu söyleniyor.

Milattan önceki zamanlardı.

Fergana Vadisi’nde Chodak (Çadak) dağındayız. Tanrı Dağları’nın bereketli kolları buralar. Çadak çok büyük ve turistik bir köy. Civar şehirlerin yaz sıcaklarında serinlemek için koştuğu mesire yeri, yayla… Ulu ağaçlar, akarsular, şelaleler… Bozkırın ortasında yükselen vaha. Eskiden ticaret kervanları da, ordular da burada mola verirmiş. İskender ordusunun da burada konakladığına eminim.

Şekliyle dikkat çeken iri bir kayanın önüne geldik. Bir mağara girişi, kaya mağaranın ağzına giydirilmiş siperlik gibi, yukarıda duruyor, daha yukarıda yüksek ağaçlar… Kayanın yüzeyi sarmaşığa benzeyen, fakat daha küçük yapraklı bir bitki ile tamamen kapanmış. Yemyeşil bir kaya parçası… Kayanın bütün yüzeyinden, o küçük yaprakların sanki herbirinin damarlarından su sızıyor. Yayvan geniş kaya ıpıslak, görünmez bir pınarı var. Sular şırıl şırıl dökülüyor, döküldüğü yerde küçük bir gölcük oluşmuş. Kayadan durmaksızın ve ince ince akan sularla yüzümüzü yıkadık, içtik. Tatlı ve soğuk bir su. Kışı yaman geçen bu bölgede bu su kışın da donmazmış! Buranın adı Chir Chir Momo. Çirçir Mama. Ağlayan Analar. (Bizdeki a’lar Özbek Türkçesi’nde o yazılıp o ile a arası bir sesle okunuyor). Böyle bir isim olur da efsane olmaz mı? Elbette halk arasında türlü hikâyeler söylenegelmekte. Meselâ… Düşman etrafı sarmış. Erkekler savaşa gitmiş. Analar kız evlâtlarını alıp bu kayanın ardındaki mağaraya saklanmışlar. Erkekler savaştan sağ dönememiş. Kadınlar mağaradan çıkamamış. Gözyaşı olup akmışlar. Gözyaşları pınar olmuş, sel olmuş. Hâlâ akmaktalar… Eşber’deki manzara da bu değil miydi? Başka bir efsaneye göre ise bu taş, sevgilisine kavuşamayıp sonsuza kadar ağlayan bir taşa dönüşen genç bir kızdır. Belki Sumru’dur, belki Rokzan’dır[3].

Aral’ın Gözyaşları

Makedonyalı İskender’in harabeye döndürdüğü topraklar tam buralar mıydı bilmem ama buralar savaşı ve gözyaşını yakından tanıyan yerler.

Bir buçuk asır kadar devam eden Hokand Hanlığı’nın merkezi olmuş Hokand şehrine geldik. Şehrin girişinde büyük, renkli, resimli bir pano: Jahon hunarmandlar shahri Qo’gonga xush kelibsiz! Anlaşılmayan bir kelime var mı? “Cihan hünermendler şehri Hokand’a hoş geldiniz.” Özbekler Q ile başlayıp Kokand yazıp okuyor.  Hatta Qo’qong. Fakat Özbek kardeşlerimiz bilhassa konuşurken her sözü anlamak o kadar kolay değil. Tam anlaşma için birkaç ay gerekli.

Tarihî İpek Yolu üzerinde güzel ve tarihî bir şehir Hokand. Nüfusu ikiyüz binden fazla. Caddeler geniş ve dümdüz… Ya kaldırımlar?! İki yanı ağaçlı, çiçekli çok geniş kaldırımlar… Kaldırımlara imreniyorum. Dikkat çekecek kadar, -dikkat çekecek kadar- temiz kaldırımlar…

Holland’a giriş

Hokand Hanlığı Orta Asya’daki Türk hanlıklarından biri idi. Bütün buralar, Fergana Vadisi ve daha fazlası Hokand Hanlığı’nın topraklarıydı. Onsekizinci yüzyılın başlarında kuruldu. Bugünkü Özbekistan toprakları üç hanlık görmüştür: Hive Hanlığı, Buhara Hanlığı (Emirliği) ve Hokand Hanlığı. Birbirleriyle kıyasıya mücadeleden geri kalmayan, iç kavgalardan da kurtulamayan üç devletçik. Hokand Hanlığı önceleri kültür, sanat ve edebiyatta parlak bir devir geçirmişse de siyasî krizlerden yakasını kurtaramamıştır.

Han Sarayı’na gidiyoruz. Han Ordası. Geniş Türkistan Caddesi’nde boylu boyunca uzanmış. Ondokuzuncu yüzyıl eseri. Sarayı Hüdayar Han yaptırdığı için onun adıyla anılıyor. Dikdörtgen biçimli, tek katlı, çok geniş bir alan üzerine yayılmış, dış cephesini baştan başa kaplayan renkli çinileriyle göz kamaştıran bir yapı. Ortada haşmetli taç kapısı, firûze kubbeleri, oymalı ahşap kapıları, ahşap sütunları ve dış cephesi gibi, iç duvarlarını da, tavanlarını da kaplayan mavi-yeşil-sarı çinileriyle Timurlu mimarîsinin belki de son örneği. Hüdayar Han bu sarayı Rus askerlerinin ayak sesleri işitilmeye başlandığı bir dönemde çok büyük bir bütçe ayırarak yaptırdı. Belki de bu muhteşem eser ile hanlığın kaderi değişecek sandı. Değişmedi!

Han Ordası

Hüdayar Han üç defa tahta geçmiştir. Üçüncüsünde Çarlık Rusyası hakimiyetine boyun eğdi. Aslında Hüdayar Han, hanlığın kaderinden çok kendi kaderini düşünmüş görünüyor. Onun despot ve adaletsiz yönetimine karşı hanlığın her yerinde isyanlar başladı ve sonunda Hüdayar Han Rus askerlerin yardımıyla ülkesinden kaçtı. Ondan sonra hanlık birkaç sene yıkılışın sancılarını çekti, isyanlar birbirini takibetti, çok kan döküldü, nihayet Rusya tarafından ilhak edildi. Sene 1876. İstanbul’da ilk Osmanlı Meclis-i Mebusânı açılıyor, Birinci Meşrutiyet ilân ediliyordu.

Hüdayar Hanı’ın tahtı

Ruslar Hüdayar Han’ı sürgüne gönderdi. Sonra sürgünden de kaçtı. On sene farklı yerlerde yaşadıktan sonra Herat’a yakın bir köyde yoksulluk içinde öldü.

Takvimler 1917’yi gösterdiğinde ise Çarlık Rusyası yerini Sovyet Rusyası’na bırakıyordu.

Sovyet Rusya’nın da Türkistan illerine göz dikmemesi düşünülemez. Nitekim çok geçmeden Kızıl Ordu bölgede göründü.

Basmacı Hareketi de 1918’de Hokand’da başlamıştır. Basmacıları ben Ege’nin efelerine benzetirim. Çarlık Rusyası devrinde Türk bölgelerinde Çarlık yönetiminin mahallî birimlerinin zulmüne, adaletsizliğine karşı çete faaliyetleriyle baş kaldıranlara bu ad verilirdi. Baskın yapanlar… Sovyet ihtilâlinden sonra da Türkistan’da örgütlenen millî direniş kuvvetlerine “Basmacılar” denmiştir. Yıllarca mücadele ettiler. Gayeleri bağımsız bir Türkistan idi. Olmadı! Olmamasının iki sebebi var sanırım. Birincisi, Basmacılar merkezî bir kumandanlık etrafında birlik olamadılar. İkincisi, Kızıl Ordu karşısında silah güçleri çok yetersiz kaldı.

Sarayda tarihçi olarak görev yapan aksakal Yahyahan Dedeboyef ile binanın bahçesinde karşılaştık, tanıştık. 1918’deki Ermeni saldırısını anlattı bize ayaküstü. Bolşevikler bu bölgeye Taşnakçı Ermeni askerleri sürmüş. Daha Çarlık döneminde bölgeye yerleştirilmeye başlanan, ticaret hayatını büyük ölçüde ele geçirp zenginleşen Ermeniler de onlara destek verince… “En büyük zulüm Hokand’da oldu.” dedi Dedeboyef,  “Şehri yaktılar, 18 bin kişi öldürdüler burada. Ermeniler evi basar, evde anne, büyükanne kim varsa, sorarlardı: Aka kana, Aka kana? Ağan nerde? Yani erkekler nerde? Erkekler evdeyse ve Ermeni askerler onları bulurlarsa götürüp öldürürlerdi. Fergana vilayetinde 80 bin kişi öldürüldü. Osmanlı topraklarında 1915’te olan Ermeni tehcirine misilleme yaptılar. Türk dünyasının gözünü korkutmak için.”

Tarihçi Dedeboyef

Türk dünyasının gözü korkmadıysa bile… Ne demişti şair Çolpan? “Muhit küçli eken, eğdim boynımnı.”

Hüdayar Han Sarayı’ndan sonra Narbuta Bey Medresesi’ne gidiyoruz. Hokand’da bir vakitler var olan 40 medreseden ayakta kalan en büyüğü bu. İki yanında iki firûze kubbe bulunan bir taç kapıdan giriyoruz. Burada karşımıza çıkanlar, hanlığın Hüdayar Han’dan önceki döneminin isimleri. Narbuta Bey onsekizinci yüzyıl Hokand hanlarından biri. Bugün cami olarak da kullanılan medresede halen 80 kadar öğrenci okuyormuş.

Nurbatı Bey Medresesi

Medresenin hemen yanında firûze kubbeli Modari Han türbesinin de bulunduğu Dahme-i Şâhan… Hanlar mezarlığı. Beni şaşırtan bir kabristan… Kabirlerin üzerinde yarım kubbeler, yarım kubbeli kulübeler… Yıllar önce Amerika’da New Orleans mezarlıklarını görmüştüm, ki şehrin turistik yerlerinden kabul edilir; her bir mezarın üzerinde küçük evler vardır. Mezar taşı yerine pencereli, kapılı, bacalı bir küçük ev! Dahme-i Şâhan bana orayı hatırlattı. Narbuta Bey de burada gömülü. Modari (Maderi) Han, bizim kullandığımız imlâ ile mâder-i han, “hanın annesi” yani, valide sultan demek. Narbuta Bey’in hanımı bu. Narbuta Bey’in küçük oğlu Ömer Han’ın eşi Mohlar Ayim, kayınvalidesi vefat edince onun adına 1825’te yaptırmış burayı. Valide sultan firûze kubbenin altında yatıyor.  Ve o zamandan itibaren han sülâlesinin kadınları buraya defnedilmiş. Kendisi de bir başka beyin kızı olan Mohlar Ayim şair bir hanım. Şiirlerinde en çok kullandığı ve tanındığı isim Nâdire. Ya da Nâdire Begüm. Halk onu güzelliği, şiirleri, devlete hizmetleri yüzünden çok sevmiş ve Nâdire-i Devran diye yüceltmiş. Klasik Özbek edebiyatının çok mühim bir ismi. Kocası Ömer Han da “Emirî” mahlasını kullanan bir şair. Hokand Hanlığı’nın son parlak devri onların zamanında yaşanmış görünüyor. Ömer Han 1822’de otuzlu yaşlarda hastalanıp ölünce oğlu Muhammed Ali Han tahta çıkıyor, annesi Nâdire oğlu çok genç olduğundan hanlık siyasetinde de söz sahibi oluyor. Fakat oğluna pek de söz geçiremediği anlaşılıyor. Kocasından yıllar sonra, 1842’de  Buhara Emirliği’nin saldırısı ve güzelim şehri istila edip yağmalayıp yakmaları sonrası, kendisi de iki oğlu ve bir torunuyla beraber Emir’in emriyle idam edilince o da Maderi Han türbesine gömülmüş.

Dahme-i Şâhan

Dahme-i Şâhan

Firûze kubbeler acıların, faciaların da üstünü örter.

Orta Asya’da dört çeşit bina var. İlk bakışta birbirlerinden ayrılırlar. Biri Çarlık Rusyası binaları. Süslü, sanatlı, yuvarlak hatlı, haşmetli taş yapılar.

İkincisi Sovyetler döneminde yapılmış enine boyuna, ama daha ziyade enine yatmış dikdörtgen biçiminde, küçük pencereli, bakımsız kaldığı için çehreleri kararmış apartman blokları ile kamu kurumu olarak yapılmış heybetli, azametli, yine dikdörtgen çizgili çok büyük binalar.

Üçüncüsü bağımsızlıktan sonra yapılmış bol camlı, dikdörtgen olmayı artık umursamayan, her geometrik şekli uygulayan, hatta geometri dışındaki şekilleri de deneyen yüksek binalar.

Dördüncüsü? Dördüncüsü Timurlu mimarîsi. Bu grubu elbette kronolojik olarak ilk sırada söylemem gerekirdi. Ama bilhassa sona bıraktım. Âhirde gelir bezme ekâbir…. Timurlu mimarîsi Orta Asya’ya vurulmuş mühürdür. Bu mühürün rengi firûzedir. Orta Asya firûze kubbeler diyarı.

[1] Yakup Kadri Erenlerin Bağından’da böyle tasvir ediyor ama belki de sarı saçlıydı!

[2] Abdülhak Hamid Tarhan, Eşber

[3] Eşber’deki iki kadın kahraman

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar