Hikaye: Ay yüzlü güzel konçuy

Çolpan Yıldızı adlı hikâye kitabı ile Bozkırın Bilgesi ödülünü kazanan Necdet EKİCİ'nin hikâyelerini yazı dizisi olarak yayımlıyoruz


 

Ankara-Kuğulu Park

Kuğulu Park, en çok uğradığımız yerlerden biriydi.

Havuz başındaki salkımsöğüdün gölgesinin döküldüğü o beyaz banka iki sevgili gibi yan yana oturmuştuk. Orası bizimdi. Kuğuların muhteşem dansını birlikte seyreder, en güzel kahkahalarımızı orada atardık. Derslerin ağırlığı onun gülümseyen Asya çehresinde hafifler, değişik Türk şiveleriyle söylediğimiz mahnılarda, yırlarda umut, sevinç ve neşeye dönüşürdü. O bana “Ayman ile Şolpan” destanını anlatır, ben ona “Köroğlu ile Ayvaz”dan bahsederdim. En çok itiraz ederken güzelleşirdi. “Yoo… derdi, ‘Köruğlı’ bizim!”

Bu gün öyle olmadı. Neden bilmiyorum, Ayzere’nin üzerinde bir durgunluk vardı. Konuşmuyordu veya ikimiz de suskunduk… İstiyordum ki bu kasvetli hava bir an önce dağılsın.

Yerimden kalktım. Az ötede ıslak leğen içinde lale satan çiçekçi kadından bir çift lale satın aldım.  Kırmızı ve beyaz onun en çok sevdiği renklerdi. Bilmiyorum verdiğim bu kaçıncı laleydi? Hayret!  İlk defa gözlerine yıldızlar yağmadı. O meşhur çığlığını atmadı. Gülmedi, gülümsemedi.  Her zaman yaptığı gibi sarılıp yanaklarıma kuş tüyü öpücükler bırakmadı. Kendi söylemese de bir şeylerin olduğu kesindi.

Nihayet o sancılı sessizliği kendi bozdu:

-Ersagun… dedi. Sana bir şey söylemek istiyorum ama üzülmek yok!

Ağzımdaki lokmadan sanki dişime ‘çat!’ diye bir taş değdi. İlk defa bu kadar tutuktum.

-?

Gözlerime baktı bir garip. Demek deminden beri suskunluğu sebepsiz değilmiş, durgunluğu tesadüf değilmiş.

– Biz, etle tırnak gibi çok alıştık birbirimize. Ancak…

Yutkundu, gerisini söyleyemedi. Yanaklarına alevden renkler düştü.

Anladım tabii. Hayatında kesin biri vardı. Muhtemelen “Bundan böyle bana lale getirme! Benim özlediğim biri var. Yanlış anlaşılmak istemiyorum.  Artık görüşmeyelim veya aramıza bir mesafe koyalım.” diyecekti.  Diyemedi. Tabii aldığı bu tavrın, bu kararın, beni üzeceğini biliyordu. Eh… Bunca yıllık fakülte arkadaşlığımız vardı. Kolay değildi her gün yan yana oturduğu, birlikte yürüdüğü insana bir anda veda cümleleri kurmak… Onu incitmeden, kırmadan, dökmeden araya duvarlar örmek veya kapı önüne koymak…

Belki de kendine henüz itiraf edemediğim duygularımın farkına varmış, bundan rahatsız olmuştu.  Adı konmamış yakınlığımıza son vermek istiyordu. Sahiden bakışım, duruşum, hâl ve hareketlerim bu kadar mı çok ele veriyordu beni.

İçimde bir ikilem, bir deprem, bir kıskançlık…

Baktım, verdiğim bir çift lale yere düşmüş. Yaşadığım depremin özeti gibi. Alıp kitaplarının üzerine koydum. İçimdeki ahenk birden bozuldu. “Affedersin,” dedi,  “Hiç fark etmedim.”

İki kaşının arasında derin bir çizgi düştü.” Kaldığı yerden devam etti:

– Birbirimize çok alışmıştık. Arkadaşlığın en iyi, belki de en kötü taraflarından biri bu: Alışmak… Nasıl söyleyeyim bilmiyorum. Dün bir karar aldım.

İçimde çıvgın vurmuş gül goncası. Buz tutmuş nilüferler…

-Ben yarın ülkeme dönüyorum.    Astana’ya uçak biletimi aldım. Bir daha görüşür müyüz bilmiyorum. Aldığım bu kararın seni üzeceğinden endişelendim hep. Ben gidiyorum diye üzülme ne olur?

-İnanamıyorum!  Şaka yapıyorsun.

-Hayır yapmıyorum.

– …

-Evet, gidiyorum. Keşke bir birimize bu kadar alışmasaydık.

Dondum. Yüreğimde Altay Dağları’nın acı rüzgârları… Mavi Hazar’da yanan benim.  Farklı duyguları aynı anda yaşamak bu olsa gerek.  Demek hayatında bir başkası yoktu.  Sandığım gibi değildi, ama o gidiyordu… Gözlerim bir bilmece, ayaklarımın altından kayan bir dünya… Bu nasıl bir talihsizlikti Allah’ım! Sevinirken kalbin yanıp göyünmesi gibi… Yas ile sevincin yıkışması gibi…

Gözlerim bulut bulut…

-Öyle bakma ne olur!

-Bir gün böyle olacağını biliyordum. Çekip gideceğini, koca şehirde beni yapayalnız bırakacağını biliyordum.

– Gerçek arkadaşlıklar böyledir işte. Bir burçta iki ay gibi… Kötü olan unutulmak…

– İnsanlar yürekleriyle konuştukları kimselerin yokluğunu kolay kolay unutamazlar. Belki ben de öyle…

Bir tuhaf baktı bana. Şaşkın, anlamlı, garip… Suya atılan taşın çıkardığı halkalar misali dalga dalga aydınlandı ay çehresi. Bir başka gülümsedi. Sanki yüreğimi farkında olmadan ihbar etmiştim. Ne düşündü bilmiyorum. Elini ilk defa elimin üstüne koydu. Gül kokan nefesi yüzümde bir alev…

-Ayzere, dedim.

Şahadet parmağını çilek dudaklarına götürüp “Hişşt!” dedi.

-Hiçbir şey söyleme… Anlıyorum seni.

-Neyi anlıyorsun?

-Zor zamanlarda konuşmayı… Bak kötü oldun. Şimdi ağlatacaksın beni. Zaten sulu gözlünün tekiyim! Sana olan dostluğum hiç değişmeyecek, hasretim hiç bitmeyecek… Biz iki iyi arkadaşız ve hep öyle kalacağız. Gül, vakitsiz açılır mı?

Ruhumda bir kılıç yarası… Yüreğimin sesi içimin zifiri derinliklerinde bir Yusuf rüyası…  Aramıza düşen kalın bir duvar: “Sen en iyi arkadaşımsın ve hep arkadaşım olarak kalacaksın!”  İçimde çığlığın ardı çığlık.

Ne söyleyebilirdim?   Sonucu belli olan cümleleri nasıl kurardım! Don vurgunu göcek benim içimde!  Kara kışa gül üfleyen Mecnun benim!

-Yarın hava limanına geleceğim. Seni Kazakistan’a ben uğurlamak istiyorum.

-Hayır, gelme!

-Neden?

-Vedaları sevmiyorum.

Ne kadar ısrar ettiysem de “gelme” dedi.

***

Her şey daha dün gibiydi.

“…O sabah sınıfa yeşil Kaindy Gölü kadar duru, ceylan kadar ürkek bir kız girmişti. Heyecandan yaprak gibi titriyordu. Tozaklı kalpağı, kalpağın altından su gibi akan iki uzun beliği, iri siyah gözleri ve Türkistan çehresiyle sanki bir Kazak masalından çıkıp Samruk kuşunun gagasında ülkemize getirilip bırakılmıştı. Sınıfta bir sürü boş yer olmasına rağmen doğruca gelip benim yanımdaki sandalyeye oturmuştu.  Ayzere demişti adım. Kazak Türkçesinde ‘altın gibi parlayan ay’ demekmiş. Türkçenin farklı bir şivesiyle konuşuyordu. O kırk dökük Kazak Türkçemle ona ilk elini uzatan da ben olmuştum:

-Selam!

-Salem!

-Türkiye’ye goş geldiniz. Kalaysiniz?

– Jaksımın, öziniz?

-Men de jaksımın. Sizin atınız kim?

-Menim atım Ayzere.

-Menim atım Ersagun.

-Tanısganımıza kuanıştımın.

-Men de tanışganımıza kuanıştımın.

Gülümsemişti. Galiba cümleleri iyi kuramamıştım. Bir de üstüne üstlük “Türk Lehçeleri” bölümünde okuyan bendim.

***

Nerden aklıma geldi, bilmiyorum. Bir gün ona Konçuy diye seslendim: “Ay yüzlü güzel Konçuy…”

Şaşırdı.

“Konçuy ne?” dedi.

“Bir masal kahramanı, prenses!”

Nasıl da sevinmişti. Bendeki adı hep öyle kaldı: Ay yüzlü güzel Konçuy…”

Şimdi o, ülkem dediği Kazakistan’a dönüyordu.  “Gidiyorum, üzülme! Bir daha görüşür müyüz, bilmiyorum.” diyordu.

***

– Sana küçük bir armağanım var. dedi.

Şaşırdım:

– Mahcup ediyorsun beni. Ne armağanı?

-Biliyorsun laleleri ikimiz de çok seviyoruz. Azerbaycan’da ve Türkiye’de çok sevilen bir türkî var: Laleler Laleler… Hikâyesini Türk Ocağı’nda tez hocam Nurullah Bey’den dinlemiştim. Çok etkilendim. İşgale uğrayan Azerbaycan’a yardıma giden Kafkas İslam Ordusuna duyulan sevinci anlatıyormuş. Bu ‘türkîyi’ el yazımla senin için yazdım.  Eğer kabul buyurursan sana armağan etmek istiyorum. Aramızda bir gönül köprüsü olsun.

Şiirin yazılı olduğu kâğıdı bana uzattı. Alıp cebime koydum.

– Ama sen Kazak’sın, dedim. Niçin Azerbaycan? Onların acısını yüreğinde dert bilmek…

– Şaşılacak ne var bunda! Ulu aksakalımız Nur Sultan Nazarbayev der ki: ‘Biz ulu bir çınarın dallarıyız! Kadim Türklerin torunlarıyız’

Ani bir hareketle ceketimin iki yakasından sımsıkı kavradı.

-Öyle değil mi? dedi. Gülümsedim.

-Öyle! dedim. ‘Biz büyük Türklük ağacının dallarıyız.’

-Hadi, dedi birlikte söyleyelim…

Herkes, iki kişilik bu muhteşem koroyu dinliyordu:

Yazın evvelinde Gence Çölü’nde

Çıhıblar yene de dize laleler

Yağışdan ıslanan yaprağlarını

Seribler dereye düze laleler.

Laleler laleler laleler laleler…

 

Koro gittikçe çoğaldı. Bir alkış tufanı koptu. Ağlıyordum.

Neden ağladığımı bilmiyordum, ağlıyordum işte. Baktım onun da yanakları ıslak… Nasıl olsa bizim mahnımız değil miydi?

-Sen neden ağlıyorsun? dedim.

-Baht utansın, dedi. Bizi ayrı düşüren baht utansın!

Son defa sarıldı.

-Dur, dedim. “Benim de sana bir armağanım var.

Şaşırdı. Çimen üzerinden kopardığım bir papatyayı saçlarına taktım. Sonra uzun süredir cebimde yazılı olarak taşıdığım, vermek isteyip de bir türlü cesaret edemediğim mavi zarfı kendine uzattım ve ekledim:

-Burada açmayacaksın. Uçakta açmanı istiyorum.

-Tamam, dedi. Söz! Uçakta açacağım.

Kayıp gitti elleri avuçlarımdan. Giden o değildi sanki Ayman’ın Şolpan’ı, Navrızbay’ın Kanşayım’ı, Nazımbek’in Kulşekızı, Kız Jibek veya Kazak destanlarının yiğit kızı Karaşaş’tı. Bakışları kalbimin gülümseyen yüzüydü, bende kaldı. Bir de kulaklarımda hep o şarkı: “Laleler laleler…”

***

İsyan halindeyim.

Ey, ay yüzlü güzel Konçuy!

Gittin, gittin de ne oldu, başın mı büyüdü? Artık Kuğulu Park’a gitmeyeceğim!

Her zaman oturduğumuz salkım söğütlerin gölgesine oturmayacağım! Laleler mahnısını söylemeyeceğim.

Çiçekçi kadının yüzüne bakmayacağım.

Dalgalı denizler gibiyim.

Meğer yüreğimin al baharlı mavi dağları senmişsin ve her şey seninle güzelmiş.

***

Konçuy, hava limanına erken geldi. Sabredemedi.

Daha uçağa binmeden bekleme salonundayken açtı mavi zarfı.

 

“Ey ay yüzlü güzel Konçuy’um!

Bu kadar zor muydu beni anlamak ve yüreğini yüreğimin yanına koymak… Gönlümde cemre, içimde çolpan, gökyüzünde turna olmak… Sahi zor muydu yüreğinle konuşmak… Ne çok isterdim, dilinde türkü, gözlerinde gurbet, kalbinde umut olmayı…

Ersagun”

Konçuy’un bir çizgi düştü iki kaşının arasına. Kalbi bütün şiddetiyle çarpıyordu. Saatine baktı. Uçağın kalkmasına iki saat vardı. Bagaj kontrol ve bilet check-in işlemlerini henüz yaptırmamıştı. Telefonunu açtı. Bilet aldığı firmanın çağrı merkezini aradı. Gerekli bilgileri verdikten sonra,

-Biletimi iptal edin, dedi. (…) Hayır, erteleme değil. (…) İptal edin.

Valizi elinde, az önce geçtiği “Güvenlik Çıkış Kapısı”na doğru yürüdü. İçinde bir ses: “Seni almaya geliyorum Ersagun! Nayman Ana elini öptürmeyi, Jolaman zincirlerinden kurtulmayı, Sarı Özek bozkırları yeniden fethedilmeyi bekliyor.”

Ve kapıda genç bir adam…

Yazar

MDM

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar