BİR ANKARA MASALI

Toparladı kendini, sırtını güneşe verdi diline o günlerden kalma bir marş iliştirdi: “Çankaya yokuşunda balam Asya’nın bozkurtları, Dudaklarda aynı türkü, Tanrı korusun Türk’ü. Çankaya yokuşunda balam Asya’nın bozkurtları, Dudaklarda aynı türkü, Tanrı korusun Türk’ü.” Reyhan Özçiftçi'den bir öykü...


Paylaşın:

Mine anahtarını daha sokağın başında çıkardı çantasından. Ayağındaki yüksek topuklara aldırmadan yamrı yumru taşlarla döşenmiş, aşağı doğru eğimli dar sokağı koşarcasına tüketti. Küçücük ayaklarıyla üç basamaklı mermer merdiveni serçe gibi sıçrayarak çıktıktan sonra durakaldı. Kafası darmadağınıktı, elindeki anahtarı bin sekiz yüzlü yıllara ait Rum mimarisinin izlerini taşıyan taş binanın demir kapısının kilidine sokup çevirmek aklına gelmiyordu. Sanki o ev, doğup büyüdüğü ev değildi. Sanki otuz iki yıllık ömrünü o evde geçirmemişti. Sanki binlerce kez açtığı o kapıyı ilk kez görüyordu. Neden sonra elindeki anahtarı kilide soktu, alışık el hareketleriyle iki kez çevirdi, ağır demir kapıyı önce biraz öne çekti sonra omzuyla hafifçe itti. Kapı küçük bir avluya açıldı. Beton kaplıydı avlu, tüm duvarlar kireç boyalı… Kapının sağ tarafında bir çeşme, çeşmenin altında küçük bir ahır, duvar diplerinde kırmızı toprak saksılar…

Camlı kapıyı şangırdatarak açtı, ayakkabılarını fırlatırcasına çıkarıp salona girdi. Öyle bir telaş içindeydi ki eve girdiğinden beri karıştırdığı çantasında aradığını bir türlü bulamıyordu. En nihayetinde çantasından bir otobüs bileti çıkarıp odanın ortasındaki mermer sehpanın üzerine koydu, sonra sehpanın karşısındaki koltuğa emaneten oturdu. Tüm benliğiyle biletteydi. Dalgın bakan gözlerinden o kâğıt parçasının bilet olmaktan öteye anlamlar taşıdığı belli oluyordu. Oturduğu yerden bilete uzandı, başına bir iş gelmesinden korkar gibi katlayıp cüzdanına yerleştirdi. Çünkü tam tamına altı bileti otobüsün hareketine az kala yırtıp atmıştı.

Yerinden doğruldu kararlı adımlarla valizini hazırlamak için yatak odasına yöneldi. Bu defa ne pahasına olursa olsun bu yolculuğu gerçekleştirecekti.

Mine Balıkesir’in küçük bir kasabasında dört çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya gelmişti. Kendisinden yirmi yaş büyük ağabeyinin, “Hiç birimiz okuyamadık, bari bu okusun.” demesiyle Gazi Eğitim Enstitüsünde okuma şansına sahip olmuştu. Babasına kalsa, kız kısmının okumasına ne hacet var, deyip onu dizinin dibinden ayırmazdı. Mine, ağabeyi elinden tutup da onu Ankara’ya götürdüğünde daha on yedi yaşındaydı. İlk defa doğduğu kasabanın dışına çıkıyordu. İlk defa yolunu izini bilmediği koskoca bir şehirde tek başına kalacaktı. Önce korkmuş, sonra kendisini kucaklayan dost yüreklerle tanışmış, idealleri olmuş, inandığı ülkünün peşine düşmüş, güven duygusunu tatmış, sevmiş, tüm özgürlükleri, tüm tutsaklıkları bir arada yaşamış ve bunları yaşarken de Ankara’ya âşık olmuştu. Ve bu aşkın tüm yangınlarıyla yüreğini sardığı bir zamanda 1980 yılının Temmuz ayında, Mine, yine geleceğim umuduyla arkasına baka baka ayrılmıştı Ankara’dan. O günün üzerinden tam tamına on yıl geçmişti. Geçen yıllar ona Ankara’yı ve Ankara ile bütünleştirdiği dostlukları unutturamamıştı. Aksine içindeki özlem gün geçtikçe korlaşmış, korlaştıkça yüreğini daha fazla yakar olmuştu.

Enstitü’nün son yılındayken Ankara’ya yerleşip hayatını orada devam ettirme kararını almıştı. Fakat 80 ihtilali olarak tarihe geçen askerî darbeye zemin hazırlayan siyasi çatışmaların en yoğun yaşandığı bu dönemde ailesi onu Ankara’da bırakmamıştı. Babasıyla ağabeyi hatırlı dostlarını araya sokup Mine’nin olan biteni anlamasına fırsat vermeden, kasabanın tek okulunda göreve başlamasını sağlamışlardı. Onlar kendilerince Mine’ye büyük bir iyilik yapmıştı. Oysa bilmeden Mine’yi mutsuzluğa mahkûm etmişlerdi. Çevresindekilerin mutluluğu ile mutlu olmaya alıştırmıştı kendini. Özlemlerini, arzularını içine gömerken konuşarak değil susarak yaşamayı öğrenmişti.

Yıllardır ertelemek zorunda kaldığı bu yolculuğun kaçınılmazlığı ve ötelenemezliğinin gelip çattığı gündü o gün. Hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde hazırlanıp bahçeye çıktı. Bahçeye çıkınca korku içinde donakaldı; hava henüz kararmamıştı ve sokak her zamankinden daha kalabalıktı. Duvarları aşıp bahçeye doluşan şamata, kulaklarında uğuldadı. Onca meraklı gözün önünden elinde valizle nasıl geçecekti? Dizlerinin bağı çözüldü, birden tüm gücünü kaybetti, buna rağmen kulpunu avucunun içinde ezdiği valizini yere bırakmadı. Valizi yere koyarsa onu bir daha eline alamamaktan korkuyordu. Oysa Balıkesir’e gidecek son dolmuşun hareketine daha bir saat vardı. Bunu bilmesine rağmen “Ya şimdi, ya hiçbir zaman!” dedi ve kendini sokağa attı.

Kapı önlerine oturmuş meraklı yüzlerle göz göze gelmemek, sorularına cevap vermemek için başını öne eğdi ve kulaklarını tıkadı. Birisi “Mine! Kız nere gidiyon?” diyecek oldu. Mine’den yüz bulamayınca yanındakilere kaş göz işareti yapmakla yetindi.

Mine, topuklarına basa basa hızlı adımlarla tükettiği sokağın köşesinden dönünce ona dur diyecek herkesi arkasında bırakmıştı. Derin bir nefes aldı. Görenlerin ne düşüneceğine aldırmadan gülümsedi. “Meğer ne kolaymış!” dedi. Ömrünü tüketen tüm ikilemlerden tamamen kurtulmuştu. Şimdi gözlerinin buğusunda, Ankara sokaklarında kucağındaki kitaplarla dolaşan, Aysel ve Meral’in daha çok da Hakan’ın hayali vardı.

Ankara’ya adım attığının ilk haftasında tanımıştı Hakan’ı, aynı okuldaydılar ondan iki yıl öndeydi. Aylarca hiç konuşmadan aynı arkadaş topluluğu içinde yan yana yürümüşlerdi. Sonraları da inandıkları ülkü için omuz omuza yürüdüler. Birbirlerini gözlediler, kolladılar, korudular. Mine ne zaman bir çatışma haberi duysa yüreğini saran sancı ile olduğu yere yığılıp kalacağını sanır, Hakan’ı gözüyle görmeden de huzur bulamazdı. Hakan da Mine’nin kaygılanacağını bilir iki eli kızıl kanda olsa ona haber uçurmayı ihmal etmezdi. Böyle öğrenmişlerdi dostluğun ne demek olduğunu ve dostluğun aşk ile ne kadar kolay bütünleştiğini.

Mine, Sındırgı’dan Ankara’ya, 1980 yılının Temmuzunda ayrıldığı güven ve dostluğa yürüyordu. Kulaklarında, onu uğurlarken Hakan’ın dudaklarından dökülen sözcükler yankılanıyordu.

“Ben hep burada, Ankara’da olacağım, Ankara’yı özlediğinde çık gel, eğer beni görme isteği olmazsa yüreğinde, bil ki o zaman ben yaşamıyorumdur.”

Mine’nin adımları heyecanla sıklaştı, yüreği Hakan’ı görme isteğiyle çağlıyordu. Demek ki Hakan yaşıyordu… Aynı anda okuya okuya ezberlediği Meral’den beş yıl önce aldığı mektup dolandı diline, içi daraldı. Şöyle diyordu mektubunda Meral;

“Geçen gün durakta kiminle karşılaştım biliyor musun? Hakan’la… Bakanlık’ta işi varmış ondan gelmiş benim oraya, lafladık biraz, hâlâ Ticaret Lisesindeymiş, müdür yardımcısı olmuş. Evlenmiş bilmiyordun değil mi? Bunu duyunca çok üzüldüm. Senin için tabii! Sen hâlâ onu bekliyorsun. Gel dedim sana kaç sefer. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur, dedim. Nedenini bilmediğim türlü çeşit bahane buldun. Gurur yaptın büyük ihtimalle. Aşkta gurur olur mu be kızım! Tam seni ikna etmiştim buraya alacaktım. Annem öldü babamı bırakamam, dedin. Bak evlenmiş işte. Seni sevmeyen biri için hayatını mahvettin. Vazgeç artık şu Hakan sevdasından. Bizim dairede bir arkadaş var, çok efendi üstelik de oldukça yakışıklı gel onunla tanıştırayım seni. Gel he de…”

O gün çok kızmıştı Meral’e, duygularını hafife aldığı için, cevap yazmamıştı mektubuna. Ona mektup yazmayı kestiği için üzüldü. Koşup Meral’e sarılmak geldi içinden, o tombul yanaklarından doyasıya öpmek… “Meral hâlâ tombul mu acaba?” diye geçirdi aklından, çok değil belki sekiz saat sonra Meral’i görebileceğini düşündü, sevinçten ellerini çırpası geldi.

Aslında seksen ihtilali savurmuştu her birini bir yana. Birbirlerine verdikleri sözler, ettikleri yeminler, Ankara sokaklarında çiğnem çürük olmuştu. Arayamaz olmuşlardı birbirlerini. İnandıkları dava küçümsenmişti, horlanmış, zorla unutturulmuştu. Ölümü bile göze aldıkları dostluklar masal olmuştu. Önce sıklıkla yazılan mektuplar seyrekleşmiş, sonra mektuplardaki heyecan tükenmiş, adresler kaybedilmiş, telefonlar unutulmuştu.

Mine yolculuğu boyunca yarı uyur yarı uyanık, Ankara Masalını, Gazinin bahçesinde, kantininde, dersliklerinde, mitinglerde, kavgalarda, dövüşlerde, marşlarda sayfa sayfa okudu.

Otobüsten indiğinde gece son perdesini de çekmişti yeryüzünden. Öyle parlaktı ki dünya ve öyle neşeliydi ki… Tüm insanlar, kuşlar gülümsüyordu ve sabahın çiğ damlaları bir saat sonra buharlaşıp yok olacaklarına aldırmadan kahkaha ile gülüyorlardı. Mine önce yaşadığı bu mutluluğa inanamadı, mor kanatlı kelebekle birlikte sessizce kanat çırptı gökyüzüne. Nihayet Ankara’daydı… Elinden valizini alacak bir nefes olmasa da yanında, o hayalleriyle devleştirdiği, rüyalarında seviştiği Ankara’sının kolundaydı. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir miydi?

Küçük adımlarla otogardan ayrılıp Gar’a doğru yürümeye koyuldu. Ulaştırma Bakanlığı binasını görünce büyülendi, gururdan tüyleri kabardı, gözleri kamaştı hiçbir şey göremez oldu. Ankara’sı ne kadar görkemli, ne kadar ulaşılmazdı. Onun için çiğnenecek tüm yasaklar mubahtı. Kalbi sevdiğine kavuşmuştu, deli gibi çırpınıyordu.

Mine ilk heyecanını atlattıktan sonra etrafına dikkatle bakmaya başladı. Ankara değişmişti… Kore Şehitleri Anıtı yerli yerindeydi, kavşaktan sağa Tandoğan’a döndü, taksilerin modelleri, halk otobüslerinin renkleri değişmişti. Güneş ısıtmaya başlamıştı, bir saat sonra Temmuz güneşi kavuracaktı Ankara’yı, başını göğe kaldırdı, güneşe gülümsedi, onun değişmediğine sevindi.

Tandoğan Meydanı’na vardığında cıbıl cıbıl ayaklarını suyun içinde çırpan bronz eroslara bakarak geçti karşıya. Bir uğultu duydu sanki arkasına dönüp baktı, eroslar kalabalığın içinde kaybolmuştu. Tandoğan mitinginin orta yerinde buluverdi kendini o an. Hakan’ı aradı gözleri, Hakan meydanın Anıttepe girişindeydi, üzerinde çizgili siyah ceketi ve Mine’nin ördüğü gri süveter vardı. Beyaz gömleğinin bir yakası dışa doğru çıkmış, iri düğümlü kravatı gevşek… Yumruk yumruk olmuş ellerin hepsi yukarıdaydı… Ömer, Tamer, Gökhan, Hikmet, İsmail, Mustafa, Hayrettin, Seyfi, Hüseyin, Bekir, Emine, Meral, Ayşe, Ayla hepsi oradaydı. Herkes birbirini kucaklıyordu. Yüzlerde o müthiş gülümseme…

Tüyleri diken diken oldu Mine’nin. Ayakları taşıyamadı bedenini, sırtını bulduğu ilk duvara dayadı, gözleri hâlâ meydandaydı. Neden sonra toparladı kendini, sırtını güneşe verdi diline o günlerden kalma bir marş iliştirdi:

“Çankaya yokuşunda balam Asya’nın bozkurtları,

Dudaklarda aynı türkü, Tanrı korusun Türk’ü.

Çankaya yokuşunda balam Asya’nın bozkurtları,

Dudaklarda aynı türkü, Tanrı korusun Türk’ü.”

Ankara Üniversitesi’nin duvarı dibinden Gazi’ye doğru yürürken.

Beşevler kavşağına gelince sağa döndü, biraz daha yürüdü, durdu. Hakan on yıl önce oturduğu duvarın üzerinde, bacakları yana açmış, dirsekleri dizlerinde, başı hafif sağa yatık Mine’ye bakıyordu. Elindeki valizi bıraktı. Yakaladığı kare bozulmasın diye kımıldayamıyordu. Öylece durdu ta ki ayakları dibindeki valiz, yoldan geçen birine takılıncaya kadar. Eğildi devrilen valizi yerden kaldırdı. Gayri ihtiyari Hakan’ın hayaline doğru yürüdü. Sonra durdu. Hakan gitmişti. Sevinç, heyecan, mutluluk gitmişti. Gerisin geriye döndü, sağa sola baktı, eskilerden kalma tanıdık bir şeyler bulmalıydı. Hiç bir şey yerli yerinde değildi.

Sırtını Gazi’ye dönüp koşar adım caddenin karşısına geçti. Omuzlarında tonlarca ağırlık… Buna rağmen geldiği yolu hızla tüketme çabası içindeydi. Son anda fark ettiği masaya neredeyse çarpacaktı ki durdu. Tutunduğu masa küçük bir pastaneye aitti.  Bir sandalye çekip oturdu. Kurşun kadar ağırlaşmış valizini, ondan kurtulmak istercesine masanın altına doğru itti. Güneş gözünün içine dalıyordu, aldırmadı. Oturduğu yerden bir saat öncesine göre oldukça yoğunlaşan araç akışını izliyordu.

Mine’yi, üzerine abanmış güneş ışınlarından kurtarmak isteyen garson şemsiyeyi sağa doğru çekti. Sonra;

“Size ne getireyim öğretmenim.” dedi.

Mine başını kaldırıp ona öğretmenim diye hitap eden gence gülümsedi.

“Simit ve çay.” dedi. Bir çabuk arkasını dönen garsona seslendi.

“Cam bardakta olsun.”

 Meral ellerini çırparak girmişti odaya;

“Simit var, bir de çay demledik mi! Ohhh! Keyfe bak.”

Enstitü’nün son yılında yurt güvenilir olmaktan çıkınca Meral ve Aysel ile birlikte küçücük bir ev bulmuşlardı Atatürk Orman Çiftliği’ne yakın. O evdeki en büyük ziyafetlerden biriydi simit ve çay. Zaten orası sadece onların evi değildi ki, başı sıkışan herkesin sığınağı olmuştu. Çok yenmişti odanın ortasındaki eski tahta masada zeytin, salça, ekmek… Hakan, bacağındaki kurşun yarasından akan kanlarla 25 Ocak 1978 gecesi o eve gelmişti. Ağlaya ağlaya temizlemişti yarasını Mine. O ateşler içinde sabaha kadar sayıklarken, onunla birlikte kaç kez ölmüş, kaç kez dirilmişti.

Çayının son yudumun içerken nerede olduğunu hatırladı. Kolundaki saate baktı dokuza on vardı. Hakan okula gelmiştir, diye geçirdi aklından, çarçabuk hesabı ödedi. Bir taksi durdurdu. Şoföre;

“Ticaret Lisesi’ne” dedi.

Taksinin kasetçalarında İlhan İrem’in “Boş Ver Arkadaş” adlı şarkısı çalıyordu. Mine’nin yüzünden hüzün silindi, gözleri parladı. Geçmişi, o gün için Gazi’nin bahçesinde bırakmaya karar verdi. Ankara’da bir gün yaşıyordu ve o günü yeniden yaşama şansı yoktu.

Hakan anı değildi artık. On dakika uzağında, hemen şuracıktaydı. Mine’nin kalbi hızla çarpmaya başladı, yüreği daraldı, eli ayağı kesildi, kendine olan güveni uçup gitti. Bir yığın endişe içine gömüldü. Ya Hakan yüzüne bakmazsa…

“Fikrimi değiştirdim. Milli Eğitim Bakanlığı’na lütfen.” Dedi şoföre.

Cesaretini toparlamak için önce Meral’in yanına gitmeliydi. Otururlar sarmaş dolaş eski günlerden konuşurlardı. Yıllardır konuşacak ne çok şeyleri birikmişti.

“Büyük ihtimalle onda kalırım bu gece, Hakan’ın telefonu vardır, arar, belki Hakan’ı görmeye birlikte gideriz.” diye geçirdi aklından, yeniden hayallerle coştu.

“Affedersiniz. Teybin sesini biraz açar mısınız?” diye ilave etti.

Taksi sağa döndüğünde kasetçalarda “Delisin” çalıyordu.

Şoföre belli etmeden sağa sola sallanıp, el çırparak şarkıya eşlik etmeye başladı. Dudağındaki tebessüm gözle görülür boyuttaydı. Gözleri ışıl ışıl yanıyordu ve Kızılay; muhteşemdi, cıvıl cıvıldı, hiç değişmemişti. Taksi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın önünde durdu. Mine eline kıstırdığı valizi sürüklerken mutluluktan uçuyordu.

Kapıdaki görevliye Meral’in ismini verdi, adam içeriye girdi telefon ile bir görüşme yaptı. Mine kendisine doğru yürüyen adamın yüz ifadesinden bir terslik olduğunu anladı. O, Meral’in raporlu olduğunu söylerken, Mine ısrarla görüşmesi gerektiğini, bunun çok ama çok önemli olduğunu anlatıyordu. Görevli yeniden içeriye girdi, Mine çaresiz ve bitikti, ardından umutsuzca bakıyordu. Meral’i eliyle koymuş gibi bulacağını sanmıştı. Adam baş işaretiyle çağırdı, Mine valizini orta yerde bırakıp koşar adım içeri girdi. Eline sıkıştırılan telefonda cılız isteksiz bir ses… Rüyada gibiydi Mine, kimdi o sesin sahibi?

“Mine’cim nereden çıktın sen?” diyordu telin diğer ucundaki.

Mine şaşkındı, Meral bu kadar kibar değildi ki!

“Neden haber vermeden geldin ki canım. Haber verseydin izinli olmadığım bir zamana denk getirirdik gelişini. Şimdi bana gel desem evim çok uzak, üstelik misafirim de var, rahat edemezsin. İnşallah başka sefere görüşürüz. Bu böyle olmadı saymam bak. Ankara’ya geldiğinde bana uğramazsan küserim. Söz değil mi şekerim. Geldiğinde uğrayacaksın değil mi?” diyordu.

Mine ne cevap vereceğini şaşırmıştı.

“Tabii uğrarım, söz.” dedi.

Telefon elinden kaydı, adam tutmasaydı, yere düşerdi. Bakanlığın kapısından ruh gibi çıktı, amaçsızdı, ayaklarının götürdüğü yöne sürükleniyordu. Koluna birinin dokunmasıyla irkildi; “Hanımefendi valizinizi unuttunuz.” diyordu adam.

“Hakan bununla görse beni, beğenir mi?” düşüncesiyle aldığı bütün giysileri sokuşturmuştu valize. Koskocaman valizle Kızılay’ın orta yerinde kalakalmıştı. Utandı valizinden, Ankara’ya gelişinden… Cesaret bulmak için gitmişti Meral’in yanına ama var olanını da kaybetmişti. Güven Park’ın içinde buldu kendini, rastgele bir yere çöküverdi. Saat kaçtı? Ne zamana kadar orada oturacaktı? Bunların hesabını yapmıyordu. O gece nerede kalacaktı? Ankara’sıyla birlikte kaç gece uyuyacaktı? Bunu da bilmiyordu.

Onca kalabalığa rağmen sessiz, dingin bir huzur hâkimdi parka. Belki de kuşlar ötüyordu. Duyduğu sadece bağlama sesiydi. Sesin geldiği yöne baktı, karşısındaki ağacın dibine bir adam bağdaş kurmuş, bakışları bağlamanın sapında gidip gelen parmaklarındaydı. Bildiği türkülerden değildi duyduğu. Belli ki acıklıydı hikâyesi. Dertlendirmişti söyleyeni de dinleyeni de. Adam köylü tipliydi, kara şalvar vardı ayağında, başında kasket. Sanki onun da gidecek yeri yoktu. Ankara ıpıssızdı, Mine kimsesizdi…

Günün tarihi 20 Temmuz’du… Her yıl 20 Temmuz’da Ankara’da buluşacaklardı, öyle ayrılmışlardı birbirlerinden. Neredeydi Ayla, neredeydi Mustafa, neredeydi Emine, neredeydi Aysel, Tamer, Hikmet, Meral, neredeydi Hakan? Neredeydi caddeleri çığlık çığlık Ankara, neredeydi dostluk, neredeydi kardeşlik? Belki onlar da her 20 Temmuz’da Mine’yi aramışlardı? Oysa o hep gelmişti. Bedenini getirememişti. Bunu onlar bilmiyordu, bildirememişti. Suçlu kimdi?

Tüm heyecanını tüketmişti daha öğle olmadan. Kalktı yerinden; ne yapacaktı şimdi? Yürümeye başladı yılgın ve yorgun adımlarla. Kimseyi görmeden mi dönecekti geriye. Yıllar boyu kurduğu hayallerinden vazgeçecek miydi? Geldiği gibi dönemezdi? Tebessümle hatırlanacak anlar yaşanmalıydı, gözyaşının izleriyle bütünleşmemeliydi 20 Temmuz 1990 Ankara’sı.

Yürüyordu cesaret toplamak için. Yeteri kadar toplamış olmalı ki bir taksi çevirdi. Beş dakikasını almadı Hakan’a ulaşması. Taksiden indiğinde bin güçlükle topladığı cesaret eriyip yok oluverdi. Hakan karşısında duran taş binanın içindeydi. Olmayabilirdi de… Numune Hastanesi’nin acil girişine yakındı bulunduğu yer, vızır vızır geçen arabaların orta yerinde kalıvermişti. Birkaç adım geriledi, ileriye gidecek gücü bulamamıştı henüz. İnsanların gürültüsü, arabaların homurtuları, korna sesleri hepsi birbirine karışmış, anlamsız bir uğultu olmuş gökyüzüne yükseliyordu. Mine’de tık yoktu.

Karşısında duran bina mabetti sanki. Bir daha hiç göremeyeceği sevgiliye bakar gibiydi. En ince ayrıntıyı belleğine hapsediyordu. Ön tarafta iki katlı tarihi bir yapı ve arkasında sonradan ilave edilmiş yüksek binalar vardı. Hakan belki yola bakan odalardan birindeydi. Yolu atlayıp, demir parmaklıklı bahçe kapısını açıp içeriye girmek istedi, kımıldandı, fakat o gücü bulamadı, yeniden duvara yaslandı.

Çok güzeldi. Çok şıktı. Bembeyaz yüzü simsiyah saçları vardı. Gelen geçen ona bakıyordu. Alışık değildi orta Anadolu kültürüyle yoğrulmuş Ankara böyle kadınlara. Onlara göre diz kapağını örtecek uzunluğundaki etek boyu kısa sayılırdı, kısa kollu beyaz gömleğin de yakası biraz açıktı. Mendil büyüklüğünde bir fular vardı boğazında, dolgu topuk yüksek ayakkabılar üzerindeki incecik bedenin farklılığını hissetmeleri normaldi. Ne yazık ki o birçok kadının özgüvene dönüştüreceği Allah vergisini kullanmayı beceremiyordu. Çekingen ve ürkek adımlarla Ticaret Lisesi’nin parmaklıklı demir kapısını açtı, binaya uzanan yolda ağır adımlarla yürürken bir yandan da gözleriyle giriş kattaki pencereleri tarıyordu. Yolun tam yarısına geldiğinde durdu, hayallerle yaşamaya o kadar alışmıştı ki, on adım atıp da Hakan’ın yanına gitmek varken, yaşanacak karşılaşma anını düşlemeye koyuldu.

Koridorda sağa sola bakınırken, arkasından bir ses,

“Beni mi arıyordun?” dedi.

Mine gözleri dolu doluyken gülümsedi, aynı anda Hakan’a sarıldı.

Birbirlerine sarılı yarım dakika kadar kaldılar, Hakan beline hafif dokunarak onu bahçedeki masaya doğru yönlendirdi.

“Ne zaman geldin?” dedi.

“Bu sabah.”

“Neden haber vermedin?”

“Bilmem.”

“Olsun, geldin ya!”.

“Kimi aradınız?” diyen kalın bir kadın sesi Mine’yi hayallerinden koparsa da nerede olduğunu hatırlayabilmesi için kadının tırtıklı sesiyle yeniden “Kimi aradınız?” diye sorması gerekti.

Mine kadını tepeden aşağı şöyle bir süzdü. Kısa boylu, etine dolgun ve esmerdi. Güzeldi de. Fakat tiksinti verecek kadar itici geldi Mine’ye. Kadını hiçe sayıp hemen okula girmek istedi ama kadın gardiyan gibi Mine’nin karşısına dikilmiş sorduğu soruya cevap bekliyordu. Çaresiz kadının sorusuna cevap verdi.

“Hakan Bilgin’i arıyorum.”

“Ben karısıyım. Neden arıyorsun?”

“Enstitüden arkadaşıyım.”

Kadın dudağının sağ ucunu hafif yukarı kaldırıp gözlerini öfkeyle kıstı, aşağılarcasına bakarken erkeksi sesiyle,

“Adın ne?” diye sordu.

Mine, sorusuna cevap verip vermemek konusunda kararsızlık yaşarken okuldan dört yaşlarında bir kız çocuğu koşarak kadının yanına geldi. Ağlıyordu, kadın dikkatini çocuğuna verdi. Mine çocuğun kadına, dolayısıyla Hakan’a ait olduğunu fark etti. Her şeyi unutup çocuğu izlemeye başladı. Çocuk, Hakan’ın kopyasıydı adeta; kıvır kıvır sarı saçları vardı. Aynı Hakan’ınki gibi parlıyordu renkli gözleri… Görünüş olarak çok sevimli olmasına karşın ağlayıp bağırması debelenmeleri onu aynı annesi gibi itici kılmıştı. Kadın çocuğu susturmak için çaba harcarken Mine kendinden geçmiş onları izliyordu. O an nasıl olduysa çocuk annesinin kucağından kurtuldu koşarak uzaklaşmak isterken güllerin arasındaki yolun tam ortasına yüzükoyun kapaklanıp düştü. Gayri ihtiyari Mine kadınla birlikte çocuğun yanına koştu. Çocuk şımarıklıktan değil acıdan ağlıyordu bu defa. Dizinde oldukça büyük bir kesik oluşmuş her yan kan içinde kalmıştı. Dizi kan revan, gözyaşıyla sümüğü birbirine karışmış halde acıyla ağlayan o çocuk, Hakan’ın çocuğuydu. Mine’nin içi parçalandı. Çocuğun acısını dindirmek istiyor elinden sadece saçlarını okşamak geliyordu. Kadın kanı dindirmek için mendilini kesiğin üzerine tampon yapmış bastırıyordu.

“Tamponu bağlayabilecek bir şey var mı?” dedi. Kadının sesini anne şefkati yumuşatmıştı. Mine çantasını açar açmaz eline geçen güllü eşarbı -bu eşarbı ona Enstitü yıllarındayken Hakan hediye etmişti- hiç düşünmeden küçük kızın dizine bağladı. Çocuk yatışmıştı. Kadın çocuğu kucağına aldı.

“Ağlama yavrum. Baban şimdi seni doktora götürür.” diyerek okula girip gözden kayboldu.

Mine bir süre kadının kaybolduğu noktaya bakıp kaldı. Sonra valizini alıp gerisin geri girdiği gibi küçük adımlarla çıktı parmaklıklı demir kapıdan.

Yönü Tren Garı’na doğruydu artık. Hafif esen akşam yeli Ankara’nın dört bir köşesinden topladığı kokuları Mine’nin üzerine yollarken Gençlik Parkı’nı gölgeleyen ağaçların tatlı hışırtısı Mine’ye, “yine gel” der gibiydi. Güneş batışa doğru yollanmıştı. Bir an durdu, arkasına baktı, sanki okulun kapısı önünde bir adam ona el salıyordu. Mine elini kaldırmak istedi, kaldıramadı. Hüzne karışmış bir tebessüm belirdi dudağında, yanaklarında küçücük damlalar. Önüne döndü. Saatine baktı, adımlarını sıklaştırdı, Ege Ekspresi neredeyse hareket edecekti.

Yazar

Reyhan Özçiftçi

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar