Yükleniyor...
İpek Kozası, Ayşe İlker’in son çıkan hikâye kitabının adı… Prof. Dr. Ayşe İlker Manisa Celal Bayar Üniversitesinde öğretim üyesi… Uzun yıllardan beri Manisa’da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde görev yapan Ayşe İlker’in Türk Dili alanında önemli çalışmaları bulunuyor. Akademik çalışmalarının yanında hikâyeler de kaleme alan İlker, bu eserleriyle günümüz Türk edebiyatında da yerini almış bulunmakta…
Hikâyelerde konular ve karakterler çok çeşitli… Kadın kahramanlar, kadın karakterler ön planda… Her hikâye ayrı bir dünya, ayrı bir konu… Fakat birleştiği ortak bir tema var: Kadın, kadın duyarlılığı, kadının dünyası… Yazarın bütün bunları ustalıkla işlediği ve okuyucuya ilettiği görülüyor.
İpek gibi yumuşak, naif hikâyeler, hiçbir iddiası olmayan dramatik ve feminist konular, feminist karakterler, hayata, kadere, şiddete (gizli ve açık şiddete, görünür görünmez şiddete) direnen güçlü kadınlar…
Bu kadınların ortak özellikleri sessiz, iddiasız olmaları, gizli direnişler sergilemeleri, kararlı ve güçlü olmaları… Bütün bu yeteneklerinin gizli oluşu, görünmez, fark edilmez oluşu…
Bu hikâyelerin çoğunda erkek baskısı ve şiddeti işleniyor. Erkeğin kadına uyguladığı baskı ve şiddetin annesinden geldiğini görüyoruz. Bu ise şaşılacak bir durumdur. Çünkü erkeğin annesi de bir kadındır. Her şeyden önce bir kadın… Kadın olduğu için gelininden yana tavır alacağı yerde kadın duyarlılığından uzak davranmakta ve gelini düşman gibi görmektedir. Bu annenin oğlunu yanlış bir biçimde yetiştirdiği, her şartta ve her durumda oğlunu yücelttiği, hikâyelerde ele alınan diğer bir konudur.
İpek Kozası ve Tencerelerin Dibi adlı hikâyelerde baskın karakterli hatta şirret denebilecek kaynana tipini görüyoruz. Kadın olduğu hâlde şefkatsiz ve anlayışsız bir yapıda olduğu açıkça görülen kaynana, oğlunu rahatlıkla ve kolayca yönetmekte, yönlendirmektedir. Burada erkeğin, annesinin hâkim kişiliği altında ezilmiş ve sindirilmiş zayıf bir kişilik sergilediğini, kendi kararlarını kendisinin veremediğini, hatta hayattan ne istediğini, ne beklediğini bilmediğini görmekteyiz. Burada herkes mutsuzdur. Kaynana, oğlan ve gelin hiç kimse mutlu değildir ve bu şartlar altında mutlu ve huzurlu olmaları da beklenemez. Ayrıca şu iki temanın da vurgulanması gerektiğini düşünüyorum: Sevgi yokluğu ve ergen kalmış, büyüyememiş erkek tipi… (1.Bütün bu problemlerin temelinde sevgisizlik vardır. 2.Bu şekilde yanlış yetiştirilen bir erkek hiçbir zaman büyüyemez, tam bir yetişkin olamaz. Hayatı boyunca tatmin edilmemiş bir ergen veya çocuk olarak kalmaya devam eder. Hikâyelerde bunların da işlendiği görülüyor).
Hikâyelerde olumlu, güçlü ve baskın tipte kadınlar da var… O An’daki Fadimana bunlardan biridir. Fadimana Hacettepe Üniversitesini kazanan kızını Ankara’ya göndermiştir. Aradan zaman geçer. Fadimana kızını merak eder ve gidip görmek ister. Fakat kızının çok olumsuz şartlar içinde olduğunu hayretle görür. Ankara’ya okumaya gelen kızı, birlikte kaldığı insanlara hizmetçilik yapmaktadır. Eve, “ablalar” denilen birtakım kadınlar gelip gitmekte, sözüm ona dinî bilgiler vermekte, başka evler açılmakta, onlara yemek vesaire taşınmaktadır. Bütün bu işler de Fadimana’nın kızına yüklenmiştir. Kızın okula gidecek, ders çalışacak vaktinin kalmadığı anlaşılıyor.
Fadimana bir an bile düşünmez. Hemen kızını o evden çekip alır. Büyük bir kararlılıkla… Burasının bir cemaat evi olduğu söylenmiş, dinî bilgiler verildiği belirtilmiştir. Bunun gereksiz olduğunu düşünen Fadimana kızına döner ve “Biz sana dinî bilgiler vermedik mi?” diyerek bu duruma tepkisini koyar.
Hikâyede Fadimana Millî Mücadele kahramanlarına benzetilir. Ve onun hakkında şöyle bir yorum yapılır:
“Fadimana cephede bir cengâver, Millî Mücadele’de bir Kara Fatma, eski tarihlerin bir Tomris’i gibi konuşmaktaydı. Hayatının yegâne mücadelesiydi sanki kızını o evden çekip almak. ‘İnan bak!’ derken de kendi inancını dayatmaktan öte ‘Doğruyu söylüyorum, hakikaten doğruyu, başka bir şey değil!’ mesajı veriyordu gözleriyle. Gözleri saf bir inanmışlıkla onu dinleyene çevrilmiş, sağa sola kaymadan dümdüz karşısındakinin gözlerinin içine odaklanmıştı.” (s. 92).
Fadimana’nın kişiliği bize eski Türklerin yaşayışını, yani bozkır hayatını hatırlatıyor. Bozkır hayatının Türklere, erkek ve kadın ayırımı yapmadan mücadeleci, gerçekçi, aktif, eşitlikçi, özgür ve bağımsız bir yapı kazandırdığını söyleyebiliriz. İnsanlar güçlü ve kararlı olmak zorundadırlar. Hayatta kalabilmek ve bozkırın çetin şartlarıyla baş edebilmek için… Fadimana, güçlü ve kararlı kişiliğiyle Türk köylüsünün bir sembolüdür âdeta… O, bu davranışlarında, asırlar öncesinden gelen ve Türk’ün hayatına damgasını vuran realist hayat anlayışını farkında olmadan Anadolu topraklarında devam ettiren herhangi bir insandır.
Ayşe İlker sağlam ve titiz bir gözlemci… İlk bakışta kuvveti ve iddiası fark edilmeyen bir yaklaşımla, dikkatli ve ayrıntılı gözlemler yapıyor. İnce ve hassas bir anlatımla problemleri açıkça ortaya koyuyor. Yaptığı tasvirler, çizdiği karakterler, onun gözünden bir şeyin kaçmadığını gösteriyor. Keskin ve sivri olmayan, agresif olmayan bir üslupla kadın meselesini, feminist bir bakışla okuyucunun yüreğine işliyor. Okuyucunun kalbinde ve zihninde kuvvetli ve derin bir tesir bırakıyor.
İlker’in problemleri anlatma biçimi de oldukça ilgi çekici… O, geride kalmış, arada kalmış, fark edilmemiş, önemsiz gibi görünen meseleleri, konuları, sanki aynı ilgisizlikle anlatıyormuş gibi görünüyor. Bu tavrıyla o, anlatımıyla ve ele aldığı problemlerle okuyucuyu derinden çarpıyor.
Hikâyelerin arkasında İlker’in hayata bakışını görebiliyor, tanıyabiliyoruz. İlker’in hayat karşısında sağlam bir duruşu var. Azimli, güçlü, prensiplerinden ve görüşlerinden asla vazgeçmeyen, asla taviz vermeyen, sessiz, iddiasız ama kararlı ve kendinden emin, aynı kararlılıkla hayat yolunda emin adımlarla yürüyen kuvvetli bir karakter yapısına sahip olduğu görülüyor.
Ayşe İlker, sadece güncel konularla yetinmiyor. Üzerinde çalıştığı bilimsel konulardan da hikâye çıkarmasını biliyor. Bilimsel konuları da hikâye malzemesi olarak işliyor. Bin Yıl’da olduğu gibi… (Daha önce de ağızlarla ilgili bazı problemleri, Türkiye Türkçesindeki ağız değişikliklerini hikâyelerinde kullandığını hatırlıyorum).
İpek Kozası okunması gereken bir eser… Küçük bir kitap… Bu küçük kitapta, ilk bakışta iddiasız görünen, fakat yavaş yavaş çelik gibi bir azim ve kararlılık sergileyen, toplumun önemli problemlerini dile getiren, işleyen, şöyle bir dokunuverdiğini zannettiren bir kitap… Okudukça ve düşündükçe boyutları genişleyen, derinliği artan bir kitap… Böylece alabildiğine zenginleşen bir kitap…
Ayşe İlker bir bilim adamı… Bugüne kadar yaptığı çalışmalarla kendisini ispat etmiş başarılı ve çalışkan bir akademisyen… Ama Ayşe İlker’in kabiliyetleri sadece bu kadarla sınırlı değil… O aynı zamanda bir sanatçı… Kalemini hem bilimsel, hem de edebî alanda rahatça kullanabilen usta bir hikâyeci, çok yönlü bir yazar…
İpek Kozası, görüntüsü ve içeriğiyle gerçekten ipek kozası gibi bir kitap… İpek kozasını andıran, küçük, yumuşak, sessiz ve iddiasız… Ama derinliği olan, kadının görünmez dünyasına nüfuz etmiş, o dünyayı anlayan ve anlatan, başarıyla işleyen, bütün bu özellikleriyle okuyucu üzerinde derin etkiler yaratan bir kitap… Okuyucu burada güçlü ve kararlı bir feminist boyut hissedecektir.
Geçtiğimiz günlerde Ayşe ile Kıbrıs’ta bir sempozyumda beraber idik. Roman yazmadığını, romana el atamadığını söylemişti. Bence romana gerek yok… Ben küçük hikâye yazmanın çok zor olduğunu (hatta roman yazmaktan çok daha zor olduğunu) düşünüyorum.. Çok güzel yazıyorsun. Çok başarılısın. Böyle devam etmen dileğiyle… Kalemine sağlık…