30.04.2025

Yılmaz Özdil’in Atatürk Üçlemesi Hakkında: Anka Kuşu

Yazarımız Bilge Ercilasun, Yılmaz Özdil'in Atatürk üçlemesini değerlendirdiği yazı dizisinin dördüncü bölümünde "Anka Kuşu" kitabını konu alıyor.


Bilge Ercilasun’un, Yılmaz Özdil’in Atatürk ile ilgili son 3

kitabını değerlendirdiği yazı dizisinin 4. bölümüdür.

Yazı dizisinin 1. bölümü

Yazı dizisinin 2. bölümü

Yazı dizisinin 3. bölümü

Üçlemenin son kitabı Anka Kuşu adını taşıyor. Burada 1923-1938 yılları arasında yapılanlar konu ediliyor. Yazar Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak, yapılan devrimleri, meydana getirilen kurumları, devrim ve çağdaşlaşma konusunda atılan adımları somut örneklerle ve dayandığı belgelerle anlatıyor.¹

Kitap Mustafa Necati’ye ithaf edilmiştir. Mustafa Kemal’in 1923 yılında söylediği şu söz ile başlıyor: “Bir kelime ile ifade etmek lazım gelirse, yeni Türkiye devleti, halk devletidir, halkın devletidir. Mazi müesseseleri ise, şahıs devleti idi, şahıslar devleti idi.” (s. 7).

Kitap Cumhuriyetin ilanıyla başlıyor. Kitabın ilk sayfalarında 28 Ekim 1923 gecesi Atatürk’ün oturduğu oda şöyle tasvir ediliyor:

“Hava kararmıştı.

Çankaya’daki iki katlı bağ evinin, ahşap pencerelerinden gaz lambalarının cılız ışığı dışarı sızıyor, bahçedeki kavak ağaçlarının yapraklarında belli belirsiz gölge oyunları yaratıyordu.

Gösterişten uzak ama, kelimenin tam manasıyla manevi mücevher kutusu olan çalışma odasında, siyah maroken koltuğundaydı.

Duvarında Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’nin karakalem portresi asılıydı, kütüphanesinde Timur’un 530 yıllık Kuran-ı Kerim’i vardı, masasında altın işlemeli kama duruyordu, yerde ise devasa boyutlu bembeyaz bir ayı postu seriliydi, Rus elçisinin armağanıydı, bir sehpanın üzerinde Wagner’in tunçtan heykeli, bir başka sehpanın üzerinde Shakespeare’in tunçtan heykeli bulunuyordu… Bu atmosfer içinde dalgın dalgın düşünüyordu.” (s. 9).

“Yemek salonundaki maun cilalı masa, 10 kişilikti.

Sandalyeleri kırmızı kumaş kaplıydı.

Sarı yaldızlı gümüş çatal bıçak takımı pırıl pırıl parlıyordu.

Peçeteler G. M. K. armalıydı.

Altışar mumlu gümüş şamdanlar vardı.

Masa gibi maun cilalı büfe üzerinde Longines marka ‘mayın’ şeklinde masa saati bulunuyordu, süs eşyası olarak yerleştirilmiş büyük boy deniz kabuklarının arasındaydı.

Bej perdeler ardına kadar açıktı.

Şöyle göz ucuyla pencereden baktı, lacivert bir geceydi.” (s. 8-9).

Yukarıdaki satırlarda bir romancı üslubuyla bir oda içi tasviri yapılmaktadır. Yazar Atatürk’ün ruh durumunu, düşünceli hâlini, içinde yaşadığı atmosferle de birleştirerek usta bir şekilde vermektedir. Bu tasvirden sonra Atatürk’ün sofraya giderek arkadaşlarıyla buluştuğu ve onlara “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz”, dediği belirtilir.

Kitapta Cumhuriyet’in ilk 15 yılında gerçekleştirilen pek çok devrime yer verilmiş. Biz burada en önemli bulduğumuz ve tesirli olduğunu düşündüğümüz bazı noktalar üzerinde duracağız.

Hastalıklar

Yazar o günlerde Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu anlatıyor. İlk olarak hastalıkların ne kadar yaygın olduğunu, toplumun hastalıklar karşısında ne kadar korunmasız bulunduğunu belirtiyor:

“Beş bin köyde sığır vebası vardı.

Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu.

Bir milyon kişi frengiliydi.

İki milyon kişi sıtmaydı.

Üç milyon kişi trahomluydu.

Verem, tifüs, tifo, salgın üstüne salgın vardı.

Bit’le başa çıkılamıyordu.

Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstündeydi.” (s. 11-12).

Bu satırlar, durumun vahametini ve ciddiyetini göstermek bakımından oldukça ilgi çekicidir. Ve bütün bu devrimlerin, olağanüstü ilerlemelerin hangi şartlarda gerçekleştirildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Devrimler ve Kurumlar

Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimler ve kurulan müesseseler belirtiliyor. Yurt dışına eğitim için gönderilen gençler ve yaptıkları anlatılıyor. Yazarın hiçbir yerde kolay kolay rastlanamayacak ve kolay ulaşılamayacak bilgileri ve verileri bir araya topladığı görülüyor (İlk medenî nikâhın kıyılması, ilk otobüsün satın alınması gibi). Bütün bunlar, unutulmayacak karakterde çarpıcı ve somut örnekler olarak kitapta yer almaktadır.

Cumhuriyet’in kurumları sadece görevleri bakımından önemli değildirler, aynı zamanda birer kültür merkezi ve medeniyet temsilcisi, taşıyıcısı ve kurucusu hâlinde çalışmışlar, böylece çevreleriyle birlikte sembolleşmişlerdir… Yazar bu gerçeğe dikkat çekiyor, yeni oluşturulan kurumları ve binaları, bütün çevreleriyle birlikte ele alıyor ve tanıtıyor. Kitapta pek çok kurum ve kuruluş hakkında böyle değerlendirmeler yapılmış. Biz burada örnek olarak sadece tren istasyonları hakkındaki yorumları alacağız. Yazar yeni yapılan istasyonların birer kültür ve medeniyet taşıyıcısı olarak ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu, çevresine adım adım, bölge bölge çağdaşlığı yaydığını şu satırlarla anlatıyor:

“Ankara-Kayseri yolu törenle açıldı.

Cumhuriyet’in ilk tren hattıydı.

Sivas, Malatya, Niğde, Elazığ, Diyarbakır peş peşe açıldı. Anca kağnıyla gidilebilen zorlu coğrafyalara, insanüstü gayretle, inanılmaz bir süratle ray döşeniyor, hatlar birbirine bağlanıyordu.

Tren istasyonları sadece tren getirmiyordu, lojman, misafirhane, sosyal lokal, restoran, PTT gibi ilavelerle, şehrin modernleşmesine katkı sağlıyordu, fabrika yatırımlarına fırsat yaratıyordu. Oteller, yeni konut alanları, apartmanlar, yeni mahalleler, istasyon caddelerinin etrafında oluşuyordu. Anadolu insanı, tren istasyonları sayesinde, sinemayla, tiyatroyla, konserle, peyzaj mimarisiyle tanışıyordu. İstasyon bahçesinde düğün yapmak moda olmuştu, prestij göstergesiydi. Demirspor kulüpleri sayesinde, futbol, voleybol, basketbol, güreş, tenis gibi branşlar yayılıyordu.

Lokomotifler şehir şehir Cumhuriyet’i taşıyordu.” (s. 91).

Bunlardan bir diğeri elektriğin yaygın hâle getirilmesidir. Elektriğin gelmesinin, yaygınlaşmasının halkın yaşantısını nasıl değiştirdiği anlatılıyor. Eskiden kapkaranlık görünen sokaklar aydınlanmış, hayatın kolaylaşmasını sağlayan elektrikli ev aletleri satılmaya başlanmıştır. Bunlarda taksit imkânı da uygulanarak halkın kolay erişmesi sağlanmaya çalışılmaktadır (s 189-192).

Bir başka nokta, şehircilik konusunun ele alınması ve şehir mimarisine önem verilmesidir. Ankara’nın imar planı için Alman mimar Hermann Jansen’in modern bir şehircilik planı hazırladığı belirtilir. En önemli kuruluşlardan biri olan Halkevlerinin oluşumu ve fonksiyonu, kitapta ayrıntılı olarak yer alan kurumlardan bir diğeridir. Yazar çeşitli örnekler vererek bu konuyu vurgular.

“Halkevleri açıldı.

Sanat etkinlikleriyle, kütüphaneleriyle, aydınlanma devrimini Anadolu insanının ayağına götüren kültür merkezleriydi.

Cumhuriyet’i içselleştirmeyi hedefliyordu.

…….

Tiyatrolar sahneleniyor, konserler düzenleniyor, filmler gösteriliyor, konferanslar veriliyordu. İlk beş yıl içinde Halkevleri’nden faydalanan vatandaşların sayısı 6 milyonu bulmuştu!” (s. 224).

Yazar devam ediyor: Sergiler açılır, spor şenlikleri yapılır, sağlık hizmeti verilir, ihtiyaç sahiplerine gıda dağıtılır, okuma yazma kursları, biçki-dikiş, bağcılık, elektrikçilik, marangozluk gibi meslek edindirme kursları da verilmektedir. Öğretmenler gönüllü çalışırlar. Büyük şehirlerdeki Halkevleri’nin orkestrası ve bandosu vardır. Koroları vardır.

“Karagöz, kukla, meddah gibi geleneksel sanatlar yaşatılıyordu.

Toplumsal kalkınma projesiydi.

Fırsat eşitliği projesiydi.

Kırsalda yaşayan ve yüzyıllardır kaderine terk edilen, imkânsızlığa, çaresizliğe mahkûm edilen insanlarımızı kurtarma projesiydi.

(Türkiye’yi çağdaş ülkeler seviyesine çıkaracak olan, gericiliğin kökünü kazıyacak olan bu aydınlanma projesi, maalesef, Demokrat Parti’nin iktidara gelir gelmez kökünü kazıdığı Cumhuriyet projelerinden biri oldu.

Adnan Menderes başbakanlığında, 1951’de kapatıldı.

Halkevleri’nin kapısına kilit vurulurken, eşzamanlı olarak, tekkelerin/medreselerin yeniden açılmasına göz yummak, elbette tesadüf değildi.)” (s. 225).

Bir diğer önemli yenilik, Ticaret Kanununun çıkarılmasıdır. Memlekette ticaret yabancıların elindeydi. Türkiye’de Türksüz bir sistem kurulmuş, ticareti Türkiye’deki azınlıklar ve levantenler yapmaya devam etmişler, onlar zenginleşmiş, Türkler ise yoksullaşmışlardı.

Yazar magazin tarafını da ihmal etmemiş, geniş olarak yer vermiş. Güzellik kraliçeleri, güzellik salonları, reklamlar, restoranlar, eğlence hayatı ve merakı, plajlar kitapta yer alan ve ilgi çeken konulardır.

Kitapta pek çok sosyal kalkınma projesi ve kültür merkezi olan pek çok kuruluşa yer verilmiş. Kayseri Dokuma Fabrikası da bunlardan biridir (s. 362). O güne kadar görülmemiş devasa bir fabrika kurulmuş, bütün makineler Rusya’dan getirilmiş, karşılığında bir kuruş ödenmeyip borcun tamamı yaş sebze-meyveyle ödenmiştir.

Sanat

Üzerinde durulan konulardan biri de sanattır. Kitapta sanat çeşitli açılardan ele alınıyor. Atatürk’ün şahsi olarak değer verdiği ve Çankaya’da yer verdiği tablolar, biblolar gibi kıymetli eşyalar tanıtılıyor ve onların değerinden bahsediliyor. Diğer taraftan film ve müze eksikliğinden söz ediliyor. Bunlardan biri Troçki’nin kaldığı evin ihmal edilmiş olmasıdır. Yazar bizdeki bu ihmali Meksika’nın tavrıyla karşılaştırır. Troçki önce Türkiye’ye gelmiş, Büyükada’ya yerleşmiş, 1933 yılında Türkiye’den ayrılmış, önce Fransa’ya, sonra Norveç’e gitmiş, sonunda da Meksika’ya yerleşmiş, 1940 yılında Rus istihbaratı tarafından öldürülmüştür. Meksika’da kaldığı ev müze haline getirilmiş, her yıl on binlerce turist tarafından ziyaret edilmektedir. “Peki ya bizde? Büyükada’da kaldığı köşklerin biri satıldı, biri harabe!” diyerek hayıflanır (s. 144-145).

Film

Kitabın en ilgi çekici yanlarından biri yaşanmış çarpıcı ve mucizevi olayları ele alması, bunlara dikkat çekmesi ve bunlar hakkında film yapılmadığının eleştirilmesidir. Bu arada bunların Batıdaki benzerleriyle karşılaştırmaları da yapılmış, bu suretle eksiklik daha çok vurgulanmıştır. Bunlar arasından üç örnek seçtik. Hikâyeler çok enteresan olduğu için burada bir kez daha tekrarlamak istiyoruz. Bunlardan birincisi Uceymi Sadun Paşanın hikâyesidir. Iraklı Uceymi Sadun Paşa Arap aşireti lideridir. Kuvayı Milliye kahramanıdır. Mustafa Kemal’le Halep’te tanışmıştır. Ona büyük bir saygı duymaktadır. Millî Mücadele’de Mustafa Kemal’in davetlisi olarak gelmiş ve Urfa’da Fransızlarla çarpışarak onlara kan kusturmuştur. Mustafa Kemal bunu asla unutmamış, 1927 yılında onu kalıcı olarak yerleşmesi için Türkiye topraklarına davet etmiştir. Uceymi Sadun Paşa Gaziantep’e gelmiş, kendisine toprak verilmiş, dört bin nüfuslu aşiretiyle birlikte Türk vatandaşı olmuştur. Soyadı kanunu çıkınca Sümer soyadını alır ve Ankara’ya taşınır. Bundan sonrasını yazarın kaleminden takip edelim:

“1960’ta 73 yaşında iken rahmetli oldu.

Naaşı Türk bayrağına sarıldı.

Başkentimizde askerî törenle toprağa verildi.

(İngiliz casusu Lawrense’ın maşası olsaydı, kendisine teklif edilen serveti alarak, Türkleri sırtından vursaydı, eminim Hollywood’da filmleri çekilirdi, bütün dünya tanırdı… Türk dostu olduğu için, maalesef, Türkiye’de bile tanınmayan kahramanlarımızdan biri olarak kaldı.” (s. 90-91).

Bir diğer olay, Manisalı Moris Şinasi’nin hikâyesidir. Moris, Sefarad Yahudisi Osmanlı vatandaşıdır. Manisa’da doğmuş, yoksul bir ailenin çocuğudur. Okuması yazması olmayan Moris, Yahudi mezarlığında bekçilik yapar. Asıl adı Moris Eskenazi’dir. Dokuz yaşında difteriye yakalanır. Ölmek üzere iken Şinasi adında bir Türk hekim tarafından hayata döndürülür. 15 yaşında iken kardeşi Salomon’la birlikte İskenderiye’ye gidiyor. 30 yaşında ABD’ye göç ediyor ve Amerikan vatandaşı oluyor. Şinasi soyadını alıyor. Büyük bir iş adamı oluyor. Amerika’nın en zengin iş adamlarından biri olmuş, 1928’de vefat etmiştir. Yazar bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

“O güne kadar Türkiye’de kimsenin haberi yoktu… Vefat ettiğinde ortaya çıktı ki, Moris Şinasi servetinin 1 milyon dolarını doğup büyüdüğü Manisa’ya bir çocuk hastanesi kurulması için bağışlamıştı.

Hem Manisa’yı unutmamıştı. Hem çocukken ölümden kurtarıldığını unutmamıştı.

Hem de, doktor Şinasi adını yaşatmak istiyordu.

Vasiyetine göre, 1 milyon doların 200 bin dolarıyla hastane inşa edilecek, geriye kalan 800 bin dolar Amerikan borsasına yatırılacak, devlet tahvili satın alınacak, her yıl borsadan elde edilen gelir yine hastaneye bağışlanacaktı.

Moris Şinasi’nin eşi Laurette, Türkiye’ye geldi.

Ankara’nın vasiyetnameden o gün haberi oldu.

Özel kanun çıkarıldı, hastanenin inşaatında kullanılacak malzemeler ve ABD’den ithal edilecek tıbbî cihazlar vergiden muaf tutuldu.

Ücretsiz arsa tahsis edildi.

Derhal temel atıldı.

Moris Şinasi Milletlerarası Çocuk Hastanesi…

1933 yılında eşi ve çocuklarının da katılımıyla açıldı.

40 yataklıydı.

Yine vasiyeti gereği, Moris Şinasi’nin bedeni yakıldı.

Külleri Manisa’ya getirildi.

Hastanenin duvarına Moris Şinasi’nin doğduğu şehre hediyesi yazılı bir plaka takıldı, külleri o anı plakasının arkasına gömüldü.

Moris Şinasi, vasiyetinin takibi için Chemical Bank’ı görevlendirmişti. Amerikan borsasından her yıl ortalama 35 bin dolar gelir elde ediliyordu ve 2022 yılında bu para gelmeye devam ediyordu.

Hollywood burada olsaydı, defalarca filmi çekilirdi… Moris Şinasi’nin doğduğu topraklara gösterdiği vefa, maalesef kendisine gösterilmedi.

Türkiye’de ne filmi çekildi, ne belgeseli yapıldı, ne kitabı yazıldı.

Vefasızlık sadece bununla sınırlı kalmadı…

2018 yılında Moris Şinasi Çocuk Hastanesi kapatıldı!

(Adeta sihirli bir el devredeydi, Cumhuriyet’in köklerine dair maddî/manevî ne değer varsa, imha ediyordu.)” (s. 132-133).

Burada yer vermek istediğimiz bir diğer olay, Cemil polisin hikâyesidir. Cemil polis 1919 Ağustosunda İstanbul işgal altındayken, Gülhane Parkı’nda devriye gezmektedir. Fransız üniformalı üç Senegal askerinin bir Türk kadınına sarkıntılık ettiğini görür. Kadın çığlık atarak yardım istemektedir. Cemil hemen müdahale eder, Fransız askerleri ellerini tüfeklerine atınca silahını çeker ve üçünü de vurur. Biri ölür. Cemil teslim olur. İşgal kuvvetleri mahkemesi ona müebbet kürek cezası verir. Cemil Güney Amerika’ya, Şeytan Adası olarak bilinen Fransız Guyana’sına gönderilir. “Orası yeryüzü cehennemidir. Cemil İki defa kaçmaya teşebbüs etmiş, ama yakalanmış ve prangaya vurulmuştur”. 

“Mustafa Kemal Cemil’i asla unutmadı! Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün kurumlarıyla tesis ettikten sonra, Fransa’nın Ankara Büyükelçisini Çankaya Köşkü’ne çağırıp haksızlığa uğrayan Cemil’i memleketine iade edin, dedi. On yıl süren yazışmalardan sonra Cemil serbest bırakıldı ve 1929 yılı nisan ayında yurda döndü.

Tutuklandığında 20 yaşındaydı. Yurduna 30 yaşında dönmüştü.

Giderken tek kelime Fransızca bilmiyordu.

Döndüğünde neredeyse Türkçeyi unutmuştu. Pangaltı karakolunda görevine döndü, Eryürek soyadını aldı.

Hanri Charriere isimli Fransız yazar, 1931 yılında cinayetten tutuklanmış, ömür boyu kürek cezasına çarptırılmış, Şeytan Adası’na gönderilmiş, 13 yıllık kaçış mücadelesinden sonra, Hindistan cevizlerinden sal yaparak özgürlüğüne kavuşmuştu. Yaşadıklarını Kelebek adıyla roman haline getirdi. Romanın 1973 yılında Hollywood’da filmi çekildi. Gişe rekorları kırdı.

Fransızlar tarafından Şeytan Adası’na gönderilen kahraman Türk polisi Cemil’in, yani Türk Kelebek’in hikâyesi ise… Millî mücadele tarihimizin tozlu rafları arasında kaldı.” (s. 142-143).

Bütün bu heyecan verici olaylar, filmlere, kurgulara taş çıkartacak derecede duygu ve heyecan yüklü hikâyeler, yazarın eleştirileri, hayıflanması… Yorumlamaya bundan sonraki yazımızda devam edeceğiz.

 

[1]Anka Kuşu, Sia Kitap, İstanbul 2022, 411 sayfa. Alıntılar bu baskıdandır.

 

Yazar

Bilge Ercilasun

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar