Koca Yürekli Kardeşim

Ben buraya vatan için geldim, topraklarımız için, annelerimiz için ve kardeşlerim için geldim. Okulumu benden sonrakilerin okuması için bıraktım. Benim kardeşlerim boynu bükük olmasın diye, özgür olsunlar esaret altında bir yaşam sürmesinler diye.


Paylaşın:

Tarihî Kayseri Lisesi

Lise üçüncü sınıftaydım; hayatımın, herkes gibi, belli bir düzeni vardı. Önümde kazanmanın farz olduğu bir sınav: ÖSS.

İlkokuldan beri söylenegelirdi. Sadece sınava yönelik kitaplar okur, derslerde sadece ÖSS’den bahsederdik. En büyük kahramanlarımız sınavdan 370 alan ve tek tercihinde istediği yeri kazanan öğrencilerdi. Bize bir savaşa hazırlanır gibi düzenli çalıştıklarından ve çok soru çözdüklerinden söz ederlerdi. Hayat ve dünya koşullarımızı, geçmiş ya da gelecekle ilgili yaşantılarımızı ÖSS merkezli oluşturuyorduk. Ne soru sormamızı ne de başka bir şey düşünmemizi anlamlı buluyorlardı.

Merak duygumuzu ya da keşfetme merakımızı üç beş klasikten uzak soruda toplamamızı istiyorlardı. Günler birbirini kovalıyordu Mart ayına girmiştik. Dersler yavaş yavaş yoğunlaşmış, sınavlar ardı arkası kesilmeyen dalgaları andırmaya başlamıştı. Bir sınavdan çıkıp bir diğerine giriyorduk. Bir gün tarih dersindeydik, biz bir fenciydik, tarih derslerini hâliyle gereksiz olarak görüyorduk. Basit üç beş şeyden ibaretti ve hep aynı şeylerdi bunlar da, hoca gelir birkaç şey anlatır giderdi, bizler ise dinlesek de anlamazdık kaldı ki dinlemezdik de. Önemli olan hocanın sınavda ne soracağı olurdu ve elbette alacağımız not.

Hocamız bir gün sınıfa farklı bir havada girmişti; biraz heyecanlı ve fazlaca da duygusal bir hâli vardı. Sanki kalbinin atışını göstermek istiyordu. Ne anlatacağını nasıl başlayacağını bilmiyor, ilk dersiymiş gibi sözcükleri bulamıyordu:

-Çocuklar, dedi. Biraz sustu. Mart ayındayız. Bizler gayet şaşkın bir biçimde “eee” demekle yetinmiştik.

– 18 Mart Çanakkale Zaferi kutlamaları başlayacak. Bu çerçevede sizlerle bir program yapmak istiyoruz. Yarın Kayseri Lisesi’nde bir gezi düzenleyeceğiz ardından da Çanakkale’ye 3 günlük gezi, demiş ve susmuştu. Bizim sınıftan, hoca daha sözünü kesmeden, bir uğultu yükselmişti. Kimi “onca işimiz varken çok anlamsız”, kimi “hocam dersane falan var” diyor; kimi “ne alâka şimdi”, kimi de sadece “boşverin hocam ne gezisi” demişti. Hocamız “arkadaşlar hem bilgileniriz hem de sınav öncesi gezi-tatil gibi olur size de” demişti daha doğrusu diyebilmişti. Bazılarımız “hocam madem gezi yapacağız o zaman Antalya- İstanbul- İzmir o civarlar olsa” dedik hem “ÖSS öncesi moral olur”, hocamız biraz buruk biraz duygulu biraz da kırık bir havada “Çanakkale’de öğrenilecek şeyler ÖSS den önemli” demişti.

Ertesi gün sabah erkenden Kayseri Lisesi’ne gittik, oradaki bir sınıfa girmiştik; sınıf bomboştu. “Arkadaşlar bu sınıfta 1915’te lise sonlar varmış ve o yıl bir kişi bile mezun verememiş” demişti hocamız. Sonra arkadaşlarla diğer sınıfları gezmeye koyulmuştuk. İsimlerin yazılı olduğu sıralar dikkatimi çekmişti tek tek isimleri okumaya çalışmıştım. O gün o isimlere kimbilir kaç kere dua etmiştim. İsimler tüm gün beynimde dönmüş durmuştu. Ve hocanın sözü: “tek bir mezun bile”. Kayseri Lisesi ziyaretinden iki gün sonra Çanakkale’ye gidecektik. Geçilmez Çanakkale’ye. Büyük savaşın olduğu ve dağında bir devrin battığı yer yazan diyara. Dünya’nın tanık olduğu en çetin savaşın siperlerine. Birçok insanın göğüs göğüse, süngü süngüye savaştığı ve dünyanın gözünün o günlerde orada kilitlendiği yere. Ve Anafartalar Kahramanının şanlı destanı yazdığı yüce diyara…

Gideceğimiz gün sabah saatlerinde herkes yolculuk için okul bahçesinde toplanmıştı; yolculuk için birkaç kıyafet, fotoğraf makineleri, parfümler ve de test kitaplarını getirmiştik. Velilerle vedalaşıp otobüsteki yerlerimizi almıştık aynı günün gecesi de zifiri karanlıkta Çanakkale’ye indik. Hepimiz uykuya dalmıştık ve otelimizin direkt kapısında durmuştu otobüsümüz sonra da önceden ayarlanan bu otele çantalarımızı taşıyıp yerleşmiştik. Ama o gece uzunca bir süre odadaki arkadaşlarla beraber gırgır şamata neredeyse sabaha kadar konuşmuştuk. Sabah saat 10:00 da gezi programına uygun şekilde toplanmış, otobüslerle cephenin olduğu yerlere kadar gitmiş ve indirilmiştik sonra da belirlenen yerlere doğru yürümeye koyulmuştuk. Cep telefonumu otobüste unutmuştum, nasılsa bir şey olmaz diye de dönüp almamıştım. İlk önce Şehitler Anıtına gitmiş, sonra Anafartalar ve Arıburnu’na geçmiştik. Hocamız bize her noktayı tek tek anlatmıştı Kayseri’den Çanakkale’ye gelene kadar. Ben de araziyi gezmek için herkesten gizlice keşfe koyulmuştun, her nokta her zerre ayrı bir tarih kokuyordu. Yaklaşık 1-1,5 saat gezdikten sonra dönmeye karar vermiştim, geldiğim yerlerden aynı şekilde geri gitmek için uğraşıyordum; ama ne ortada tanıdık bir sima ne de biraz önce gördüğüm yerler vardı, epeyce uzaklaşmış olmalıydım. Nereye gitsem daha fazla kayboluyor gibi hissediyordum. Yorulmuştum da artık. Hava da iyice kararıyordu. Ezan okunalı bir saat olmuştu. Uykum yorgunlukla birleşerek, göz kapaklarıma ağırlık vermişti. Kalbimin atışı ise artmış, salgıladığım adrenalinle birleşerek uykuma karşı bir cephe almıştı. Beynimin bir tarafı tamamen kaybolduğumu söylüyordu; ancak diğer tarafının buna itirazı var gibi görünüyordu. Ara sıra olduğu gibi yine karnımın alt tarafı ağrımaya başlamıştı, iyi gelsin diye elimi var gücüm ile bastırıyordum, adım attıkça daha fazla sancı yapıyor gibi bir hâli vardı. Bir ağacın altında dinlenmeye koyulmuştum. Ne yapacağımı düşünüyordum, çevre sessiz, gece ise alabildiğine karanlıktı. Dinlenirken dayanamadım ve gözüm aheste aheste kapanmaya başlamıştı. Omuzumu bir ağacın gövdesine vererek uykuya dalmış olmalıyım.

Hafif bir rüzgâr yüzüme esiyordu, âdeta nefesi andırıyordu. Bir koku alır gibi olmuştum, gül gibi ferah ve sakin. Gözümün önünde belli belirsiz bir şey belirmişti; uzun boylu, biraz zayıf, üstü başı dağınık, kumral, siyah gözlü bir genç. Birden ürperdim ve kolumu cimcikledim rüya olmadığına kanaat getirmiştim. – Sen kimsin? dedim.

– Ben Mehmet Yürekli dedi.

– Ben Ahmet Afşin.

– Kayboldun değil mi talebesin sen?

– Evet ama sen nerden biliyorsun?

– Aslında ben de talebeyim okuyorum; fakat savaş çıktı.

– İyi ama sen çok küçük değil misin bu savaş için?

– Vatan tehlikede, düşman beklemez, görev bekletilmez diye savaşa katıldım ben de ve Çanakkale’ye geldim işte. Düşmanlar vatanımıza haince girmek istiyorlar. Bizler buna göz yumamayız. Arkadaşlarımla beraber cenk etmeye geldik. Cenkte iyi vuruşursak düşmanı yeneceğiz biiznillah. Düşman burdan geçmemeli; eğer burdan geçerse Türkleri esir eder. Türkler esareti kabul edemez.

– Okula gitseydin, bitirseydin okulunu…

– Okula tabii ki devam edeceğim; ama vatanım tehlikedeyken ve vatanımda birilerinin askeri varken yüreğim buna dayanamaz.

– Peki ama ne yapacaksın ki daha silah eline almamışındır, tutmayı bile bilmezsin!

– Silah elle tutulmaz ki, düşman silahla ölmez ki. Ben silahımı yüreğimle tutacağım ve beynimle, yüreğimle yeneceğim düşmanı.

– Nasıl yani? dedim. Çok şaşırmıştım.

– Her şey insanın yüreğinde başlar. Ben eğer çok küçüğüm deseydim ve vazgeçseydim o zaman ben çoktan ölmüşüm demekti.

– Evet, anladım. Senin sadece yaşın küçük…

– Sen ne yaparsın arkadaşım, dedi. Durdum, vereceğim cevaplar ona anlamsız gelecekti; sussam da manasız.

– Lise üçteyim dedim. ÖSS’ye hazırlanıyorum. Dersler dışında gezerim, televizyon izlerim ve müzik dinlerim yani vakit geçiririm.

– Uzun uzun baktı hiçbir şey anlamamış gibiydi. Sadece bu kadar mı? dedi. Sustum…

– Bunlar sadece senin kendin için yaptıkların ya devletin için… Yine sustum sadece “ama” diyebildim.

– Ben buraya vatan için geldim, topraklarımız için, annelerimiz için ve kardeşlerim için geldim. Okulumu benden sonrakilerin okuması için bıraktım. Benim kardeşlerim boynu bükük olmasın diye, özgür olsunlar esaret altında bir yaşam sürmesinler diye. Ben kalem tutan elimle silah tutmayı kardeşlerim için tercih ettim. Onlar, eli silah tutanların namlusunun ucunda olmasınlar diye. Onlar bayrağına gururla baksınlar diye. Ezanı dinmesin, bayrağı inmesin, vatanı esir düşmesin diye. Yüzüne bakıyordum, dudaklarından dökülen her kelimeyi kalbime kazıyordum…

– Peki dedi kardeşlerim iyi mi? Onlar ne yapıyor düşman yok değil mi? Bizi soruyorlar mı?

– İyiler, size minnettarlar hepsi. Nasıl derdim ki sizi unuttular bile varsa yoksa kendileri. Çıkarcı oldu hepsi. Gece gündüz yatıyor, sadece olanı satıyor. Ne vatan ne mana. Ayrıca düşmana gerek mi var? Kardeş kardeşin hasmı olmuş.

– Demek iyiler ha, şükürler olsun. Gözlerim doldu. Mehmet emanet diyordu, emaneti korudu, Mehmet Akif’in dediği gibi, vermedi dünyaları alsa bile bu cennet vatanını. Gözlerimden aniden yağmur boşandı.

– Ne oldu? dedi

– Yok, yok bir şey. Bir şey söyleyemedim, çenem kilitlenmişti sanki.

– Biliyor musun? dedi. Biz burada ağlamayı unuttuk bir kardeşim vardı aynı okuldaydık o da gelmişti cepheye yanımda vuruldu en son orda ağladım. Gözümden akan yaşlar hızla çogaldı, hıçkırıklar ise onu destekliyordu.

– Bak, dedi; şu askerler var ya hepsi bizim okuldan. Nasıl seviniyordu söylerken arkadaşlarıyla beraber gelmişti müthiş bir gurur duyuyordu, belliydi.

– Benim hiç kardeşim olmadı, diye devam etti. Askerleri göstererek işte bunlar benim kardeşlerim. Hadi biraz yürüyelim, dedi. Yavaş yavaş yürüyorduk bana kardeşin var mı? dedi.

– Var, dedim.

– Onların değerini bil, onlar senin hep iyiliğini düşünürler. Sen de onların iyiliğini düşün, dedi.

– Tamam, değerlerini bilmeye özen göstereceğim söz olsun, dedim.

– Bak, dedi; sakın ha sakın vatanından kimseyle munakaşa etme, onlar senin siperde arkana taş olurlar senle cenk eder seni korurlar, sen de onları koru. Unutma bu vatan hepimizin gerektiğinde yek vucud olmasını bilmeliyiz. Uzaktan bir ses işittim.

– Afşiiin…. döndüm baktım tarih öğretmenim.

– Hocam, dedim. Beni nasıl buldunuz?

– Oğlum asıl sen burayı nasıl buldun neyle geldin? Her yeri aradık sabahtır? Biz seni kayboldun sanmıştık!

– Hocam biz Mehmet’le geziyorduk.

– Mehmet mi o kim?

– Yanımdaki arkadaş. Yanımda kimse yoktu; sağa sola her yere baktım ama kimse yoktu.

– Belli ki acıkmışsın sen, hayal görüyorsun. Gerçek olduğuna her türlü yemin ederdim. Ama bir şey dememeyi seçtim. Otelin altındaki yoldaydım. Ben buraya ne zaman gelmiştim, ben kaybolmamış mıydım?

– Aferin yolu iyi bulmuşsun; ama hem arkadaşlarını hem de bizi epey korkuttun üstelik telefonun da otobüste kalmış. Nereye gittin ne ara gittin? Sabahtır bakmadığımız yer kalmadı… O geceyi unutamayacaktım. Gece boyunca bu bir rüya değil bu gerçekti adım kadar eminim bu gerçekti diyerek geçirdim. Hem o kadar yolu nasıl gelecektim. Ertesi gün Kayseri’ye döndük. Otobüsten indik hep beraber ve ayrıldık. İlk işim Kayseri Lisesine gitmek oldu. O boş sınıfa uçarcasına koşuyordum. Ve isimleri tek tek okuyordum bir isim o anda gözümde devleşti: MEHMET YÜREKLİ

Yazar

Ahmet Afşin Küçük

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar