Yükleniyor...
Laiklik deyince akla gelen ilk tanım, din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Devletin kurumlarını yasalarını, birilerinin din anlayışına göre değil, adalete, akla bilime, deneyimlere, millî çıkarlara göre düzenleme olarak da tanımlayabiliriz.
Aslında laiklik ve karşıtı dincilik, sadece devlet düzeni için değil, tüm genel meseleler ve kavramlar için iki farklı bakış açısı, iki farklı felsefedir.
Bir soruna laik felsefeyle yaklaştığımızda, çözüm yolunda önümüzdeki seçeneklerden hangisinin akla, bilime, toplumun doğanın menfaatlerine, evrensel hukuka, insanlık değerlerine uygun olduğunu düşünür ve buna göre karar veririz. Dinci felsefeye göre ise bir meselenin çözümü yolunda tek soru vardır. Dinen hangi seçenek en uygun? Şöyle ya da böyle olursa caiz mi?
Dinci bakış açısına sahip birey ve topluluklarda, inanılan din anlayışına göre günahtan veya yanlıştan kaçınarak, her meselede, her koşulda dine uygun hareket ederek, ibadet edilen ilahî kudretin takdirini kazanma ve böylece arzu edilen sonsuz cennete kavuşma yolunda ilerleme temel amaçtır.
Laikliğin devlet yönetimine uygulanmasının özünde, dinin ve özellikle dinin kendine has kurallarının, uygulamalarının devlet düzenindeki etkisini azaltma, mümkünse tamamen ortadan kaldırma var. Çünkü dini kurallar ve uygulamalar, adaletle, akılla , bilimle, ülke menfaatleriyle, evrensel insani değerlerle her zaman örtüşmez.
Demek ki tarihte birileri, kendi din anlayışına göre devleti kurup yönetmiş. Yani din ve devlet işini birleştirmiş. Başka birileri de bu durumu uygunsuz görüp dini devlet işinden ayırmaya çalışmış ve ortaya laiklik kavramı çıkmış.
Aslında laiklik denen kavram da, Tanrı’nın verdiği aklı, Tanrı’nın kurduğu düzeni inceleyen bilimi temel aldığı için tanrısallıktan hiç de uzak değildir.
Laikliği batı kökenli bir ideoloji olmakla eleştirenler, laikliğin tarihteki ilk uygulamalarından birini Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in gerçekleştirdiğini de gözden kaçırır. Başta Voltaire olmak üzere Fransız devriminin fikir önderleri, Selçuklu’nun laiklik uygulamasına eserlerinde yer vermişlerdir.
Peki laikliğin, sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok ülkesinde, pek çok farklı zaman ve koşullarda büyük gerilimler, tartışmalar yaratmasının sebebi nedir? Neden birileri laiklik olmazsa olmaz derken, birileri laikliğe adeta ölümüne karşı? Hiç düşündünüz mü bunu?
Laikliğe tamamıyla karşıt tarafın temel söylemlerini dikkate alarak onları anlamaya çalışalım. Mesela Türkiye’de ne diyorlar?
“Siz Allah’ın yasalarına nasıl karşı çıkarsınız?”
“Egemenlik Allah’ındır.”
İlk bakışta tüm evrenin yaratıcısı ve kural koyucusu büyük güce ve özellikle yasalarına karşı çıkmak pek de mantıklı görünmüyor aslında. Öyle ya… Böyle büyük bir güce hiç karşı çıkılır mı?
Ama biraz düşünürseniz, laiklik karşıtlarının düşünce dünyalarında ve laikliğe karşı çıkmak için öne sürdükleri gerekçelerde, muğlak ve tartışmalı tarafları görebilirsiniz. Öncelikle laiklik karşıtı din devleti kuracakların düzeninde diğer dinlere inananların ayrımcılığa uğraması kesindir. Çünkü ortada birden fazla din vardır. Hatta dinler de kendi aralarında mezheplere, mezhep kollarına ve tarikatlara ayrılır. Ortada saymakta zorlanacağımız kadar fazla sayıda birbirinden farklı din anlayışları vardır. Bu din devleti hangi dini ve o dinin hangi yorumunu temel alacaktır?
Türkiye’de olası din devletinin İslamiyet temelli olacağı düşünülürse, diğer dinlere inananların, din devletini kurup yönetenlerden farklı İslam anlayışına sahip olanların ve görünürde Müslüman olsa da iç dünyasında dinlerin ve peygamberlerin ilahîliğini sorgulayan insanların dayatmaya ayrımcılığa uğramaları kesindir. Aksi, yani dini veya inancı ne olursa olsun herkesin kanunlar karşısında eşit olduğu bir düzen ise din devletinin doğasına terstir. İlla ki halkın bir kesimi, istemedikleri, yanlış buldukları yasalarla, uygulamalarla karşılaşacaktır.
Esas mesele şudur ki, İslamiyet’e göre Allah’ın yasaları sayılan Kur’an’ın ve hatta diğer ilahî kabul edilen büyük dinlerin kutsal saydığı İncil ve Tevrat’ın, yaratıcı güç Tanrı tarafından gönderildiğine dair ortada bir kesinlik yoktur. Bu kabul sadece inançtır. Şahsen ben, tüm inançlara saygı duymakla birlikte, Tanrı’nın dünyevi ve insani olan kelimelerle ve kelimelerin kağıda dökülmüş hâli olan yazılarla değil, evrensel yasalarla konuştuğuna inanlardanım.
Eğer Tanrı, sonsuz evrendeki milyarlarca gökadadan biri olan ve insanlık medeniyetinin Samanyolu adını verdiği gökadanın içindeki milyarlarca yıldızdan birinin etrafında dönen gezegenlerden birindeki binlerce canlı türünden biri olan insanlara mesaj vermek isteseydi, bunu daha farklı ve etkili bir yolla yapardı diye düşünüyorum. Tamamıyla insani bir kavram olan, kayıtlara geçebilmiş yazılı yüzlerce, sözlü binlerce farklı çeşide sahip ve içerdiği kelimelerden bazılarının anlamı birden fazla olabilen dillerden birini seçmek, mesajın tüm insanlara ulaşması bakımından büyük zorluklar yaratır. Çünkü Musevilerin kutsal kitabı Tevrat’ın dili İbranice , Hristiyanların kutsal kitabı İncil’in İbranice mi Aramice mi Yunanca mı olduğu kesinlik kazanmayan dili ve Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’ın dili Arapça, sadece kitapların ortaya çıktıkları zaman değil, her zaman dünyada yaşayan insanların küçük bir azınlığının anladığı konuştuğu ve azınlığın da azınlığının okuyup yazabildiği dillerdir. Son bin beş yüz yılda yaşamış milyarlarca insanın yüzde kaçının Arapça okuyup yazabildiğini düşünmek gerekir.
Tüm dünya, kutsal kitapların peygamberlere vahyedildiği söylenen zamanda aynı dili konuşsaydı bile, dönemin şartlarının neticesi olan, basım ulaşım güçlükleri ve okuma yazma oranının düşüklüğü gibi sebeplerden dolayı kitaplardaki mesajların alıcısına, yani tüm insanlara ulaşması çok zordu.
Kutsal kabul edilen kitaplarda yazılanların mevcut tüm dünya dillerine çevrilmesi ise mümkün değildi. Çünkü çoğu dil zaten yazılı bile değildi ve tüm diller yazılı olsaydı bile çeviri, basım, ulaşım ve okuma yazma oranı gibi güçlükler yüzünden ilahîliğine inanılan mesajların adresine ulaşması yine çok zordu. Vahiy indirildiği söylenen peygamberlerin ise dünyadaki tüm insanlara ulaşıp yaratıcıdan geldiğine inanılan mesajları iletmeleri, ulaşım, zaman ve farklı dillerin yaratacağı zorluklar sebebiyle yine mümkün değildi.
İnsanlara kutsal kabul edilen kitapların mesajlarını din adamlarının anlatması ise, bu aracıların kutsal kitaptan anladıkları farklı olabileceğinden, dinle ilgili ve genel bilgilerinin kültürlerinin olası yetersizliklerinden ve insanoğlunun karakteri gereği ilahî kabul edilen mesajları şahıs, sınıf veya siyasi menfaatler doğrultusunda yorumlamaya yatkın olmalarından dolayı mesajların Tanrısallığını doğruluğunu tehlikeye atacaktır.
Ve zamanla bilgi düzeyini artıran, aklını, azmini kullanarak pek çok buluş ve keşif yapan insanlığa, hâlâ anlamakta güçlük çektiği sayısız evrensel yasalar koyan yaratıcı gücün, ulaşılırlığı, anlaşılırlığı güçlükler yaratmaya yatkın kitaplar yollamasına gerek var mı? Bunu da düşünmek lazım. Örneğin Arapça kelimelerden bazılarının birden fazla farklı anlamı olduğu için, ilahîliğine inanılan mesajlardan en azından bazılarının manası konusunda İslam alimleri bir türlü ortak bir yargıya varamazlar. Bazı İslam alimleri ise mananın önemli olmadığı, anlamadan ayetleri sureleri tekrar etmenin yeterli olduğu görüşündedirler.
Günümüzün koşullarında dahi, Türkiye’de Müslüman olduğunu söyleyenlerin yüzde kaçı Fatiha suresinin Türkçe anlamını bilmektedir? Putları yıktıklarını söyleyenler, Arapça putunu milletin önüne dikmişlerdir.
Bir de şu var. İslam’ın kutsal kitabının vahyedildiği söylenen tarihte Amerika ve Avustralya kıtalarının, uygarlık iddiasındaki coğrafyamız tarafından keşfedilmesine yaklaşık bin yıl vardı. Ve ganimet, şan peşinde yeni kıtaları keşfederek emperyalizmin tohumlarını eken maceracıların, bölge insanlarına götürdükleri kitap da Kur’an olmadı. Peki bu insanlar Allah’ın mesajlarını nasıl alacak? Araplara hem kendi coğrafyalarında hem de kendi dillerinde tanrısal mesajların gelmesinin sebebi nedir? Arapları ayrıcalıklı yapan nedir? Arap coğrafyasında insani sorunlar vardı da, dünyanın diğer bölgeleri uzay çağını mı yaşıyordu? Pek çok İslam alimi de sadece Müslümanların cennete gidebileceği iddiasında. Amerika ve Avustralya insanlarının bilmelerinin duymalarının bin seneden fazla imkansız olduğu bir dine inanmadıkları için cehenneme gitmeleri ne kadar adildir?
İnsanoğlu kendini fasulye tanesi gibi nimetten sayar. Buna göre Tanrı, kendiyle mücadele edercesine, yarattığı milyarlarca farklı yaşam formundan biri olan insanoğlunu doğru yola getirmek için on binlerce peygamber ve birkaç kitap yollamıştır. Hatta Kur’an’da defalarca yeminler ederek insanları kendine inandırmaya çalışan bir Tanrı profili çizilir.
Ey insanoğlu, sen evrendeki milyarlarca gökadadan birindeki milyarlarca yıldızdan birinin etrafında dönen gezegenlerden birindeki binlerce canlı türünden birisin. On binlerce senelik yaşam serüveninde son birkaç yüzyılda kurduğun, geçmişine nazaran göreli olarak ilerlemiş medeniyetinde, dünyadaki tüm enerjinin ancak çok az bir kısmını, onu da son derece verimsiz olarak kullanabiliyorsun. Binlerce yılda oluşmuş fosil yakıtları birkaç yüzyılda yakıp atmosfere salarak dünyanın iklim dengesini bozuyorsun. Var olan kaynakları sürdürülemez, yıkıcı bir şekilde kullanıyorsun. Yani gelişmiş sandığın medeniyetin aslında son derece düşük seviyede. On binlerce peygamberden ve ilahî kitaplardan sonra hâline bak. Hiç olmadığı kadar yok edicisin, bencilsin ve acımasızsın. Dünyaya verdiğin zararın bedelini kendinle beraber diğer masum canlı türlerine de ödetiyorsun. Denizde, karada, havada, hayvan ve bitki türlerini hızla yok ediyorsun. Gıda, giyim, ilaç endüstrilerin hayvanlara eziyet ve istismar üzerine kurulu . Ya Hû sen yola gelsen ne olur? Gelmesen ne olur? Sonsuz evrende bir hiçsin. Sözde ilahî dinler ve peygamberler sayesinde yola gelmiş hâlin bile büyük bir felaket. İnsan, doğadaki muhteşem dengeye, döngüye uyum sağlamayan tek canlı türüdür.
İnsanoğlunun yok ediciliği aslında sanayi devriminden çok önce başlamıştır. Avcı toplayıcı insanlar dahi, kendilerine karşı savunma dürtüsü geliştirmemiş canlıları türleri tamamen ortadan kalkana kadar avlamış, tarıma geçmiş topluluklar ise tarla açmak için ormanları, doğal bitki örtüsünü yok etmişlerdir. Sanayi çağının ise doğa için tam bir yıkım olduğu ortadadır. Demem o ki, insanoğluna kelle başı bir kitap, bir de peygamber yollasanız, yine de adam olmaz. Bu yüzden kutsal kabul edilen kitapların ilahîliğini sorgulamaktan kendimi alamıyorum.
İlahî kabul edilen kitapların gerçekten Tanrı tarafından yollandığını kabul edelim. Bu defa da başka sorular akla geliyor. Peki bu kitapların hiç değiştirilmeden muhafaza edildiğinin bir garantisi var mı? İnsan oğlunun karakteri malûmdur. Kısa vadeli dünyevi çıkar için yapmayacağı hainlik, çevirmeyeceği dolap yoktur. Günümüzde yaşadığımız, doğanın dengesinin bozulması ve türlerin yok olması sorunlarının altında da, insanoğlunun açgözlü, bencil, hazcı, keyifçi karakteri yatar. Pek güvenilir bir karaktere sahip olmayan insanoğlu, ilahî mesaj niteliği olduğu söylenen bu kitapları yüzlerce sene olduğu gibi muhafaza etmiş midir? Ya da ettiğinden nasıl emin olabiliriz? Emin olmalıyız, çünkü güçlünün zayıfı ezdiği, sömürdüğü ve yok ettiği acımasız bir dünya düzeninde yaşatmayı amaçladığımız devletimizin düzenini, kurallarını o kitabı temel alarak kurmak söz konusu.
Atalarımızın “hiç kimse yoğurdum kara demez” sözü hesabı, ilahî kabul edilen dinlerin önde gelen savunucularının hiçbiri “Bizim dinin kitabını değiştirmiş olabilirler. Bunca yıldan sonra o kadar olur. İdare ediverin artık” demez tabiî ki. Her din çevresi, kutsal saydığı kitabın, o dinin peygamberine vahyedilen kök metin olduğu iddiasındadır. Özellikle İslam alimlerinin diğer iki önemli kutsal kitap olan Tevrat ve İncil’le ilgili değiştirildiklerine dair ciddi iddiaları vardır. Belki de bunu, İslam’ı son ve tek geçerli din olarak gösterme çabasıyla yaparlar. Bu da, yolladığı kitapların değiştirilmesini engelleyemeyen, ya da değiştirileceğini öngöremeyen bir Tanrı imgesi yaratır ve başka bir ikileme yol açar.
Sonuç itibariyle kutsal kabul edilen kitapların değiştirilip değiştirilmediğini derinlemesine araştırmak ve bir sonuca varmak hem zordur hem de yeterli değildir. İhtiyacımız olan, kurmak ve yaşatmak istediğimiz devletin kurallarını temel alacağımız dinin kutsal kitabının ilahîliğine ve değiştirilmediğine dair kesin kanıttır. Ve şu bir gerçektir ki, dinlerin kutsal kabul ettiği kitapların ilahîliği ve değiştirilmediği sadece inançtır. Hiçbir kutsal kitabın Tanrı ya da peygamber tarafından soğuk damga vurulmuş, değiştirilmediğine dair kesin kanıt niteliğinde bir nüshası yoktur. Devletimize güvenle şekil vermek için ihtiyaç duyduğumuz kesinlik yerine, yine kişiye göre değişebilen inançla karşılaşırız.
Biz yine de kutsal kitapların, peygamber denen ve Tanrıyla iletişim kurma ayrıcalığına sahip oldukları iddiasında olan insanlara, Tanrı tarafından vahyedildiğini ve bu kitapların hiç değiştirilmediğini kabul edelim. Kafamızdaki sorular biter mi peki? Bence bitmez. Çünkü kutsal denen kitapların ilahîliğini ve değiştirilmeden korunduğunu kabul etsek bile, kurup yaşatmak istediğimiz devletin kurumlarının ve yasalarının temel alınacağı dinin, günümüzün sorunlarına, değişen ihtiyaçlarına nasıl çözüm üretebileceği konusunda bir uzlaşma olmaması gibi bir sorunla karşılaşırız bu defa . Yani dinlerin kutsal kitapları pek çok kişi ve topluluk tarafından farklı anlaşılıp uygulanmıştır. Ve farklı din yorumlarına tartışmalara yol açan bu durum, farklı mezhepleri, mezhep kollarını ve de tarikatları ortaya çıkarmıştır. Ve bu mezhepler, mezhep kolları ve tarikatlar arasındaki anlaşmazlık bazen öyle artmıştır ki, bu kesimler kendi kabul ettikleri din anlayışına uymayan diğerlerini dinsiz, din düşmanı ilân etmiş, mesele büyük gerilimlere, çatışmalara bile yol açmıştır. Hristiyan dünyası, farklı din yorumlarının, mezhepçiliğin getirdiği sorunları, gerilimleri günümüzde aşsa da İslam dünyasında bu sorun tüm şiddetiyle devam etmektedir.
Roma İmparatorluğu’nun resmî din olarak kabul etmesiyle palazlanan Hristiyanlık, siyasi hesapların da devreye girmesiyle ilerleyen yıllarda ikiye ayrılmış, Katolik kilisesinin siyasi, askeri, ekonomik gücünü korumak için uyguladığı acımasız, gerici yöntemler, Protestanlığı ortaya çıkarmıştır. Farklı din anlayışlarına sahip topluluklar, mezhepler birbirini sapık ve dinsiz ilân etmiş, engizisyon mahkemeleri kurulmuştur. Hristiyanlık dünyasının önde gelen merkezi papalığın artan siyasi etkisine karşı İngiltere, millî çıkarlarıyla uyumlu yeni kilise kurarak çözüm yolu aramıştır. Bir dönem papalık da kendi içinde bölünürken birden çok papa ortaya çıkmış, protestan hareketler de kendi aralarında anlaşamamıştır. Günümüzde anlaşmazlıklar daha ılımlı yollarla tartışılsa da, tüm Hristiyanların üzerine anlaştıkları bir din anlayışı yoktur.
Denizcilikte ve bilimde ilerledikten sonra dünyayı fethe çıkan Avrupalılar, dil ve kültürleriyle beraber dinlerini de götürmüş, misyonerlik faaliyeti yürüten tarikatlar, devlet desteği de görmüştür. Misyonerlerin yerel inançlarından vazgeçirip Hristiyanlaştırmayı başardığı koloni insanları ise Hristiyanlığa yerel inançlarını da katarak bambaşka ve kendilerine has bir din anlayışını ortaya çıkarmıştır.
İslam’da da tablo farklı değildir. Adaleti, liyakati esas alan dört halife döneminden sonra Muaviye’nin hilafeti babadan oğula geçen bir saltanat hâline dönüştürmesinin yarattığı anlaşmazlıklar günümüze kadar gelmiştir. Emevîler’in hilafetle saltanatı birleştiren anlayışlarına, İslam dünyasında tepkiler doğmuş, başta hilafetin Hz. Ali’nin soyundan devamını isteyenler olmak üzere farklı İslam anlayışları bölünmelere yol açmıştır. Zamanla mezhepler kendi aralarında kollara, kollar şubelere ayrılmış, tarikatlar da devreye girince bölüne bölüne irili ufaklı pek çok parçaya ayrılan bir İslam dünyası ortaya çıkmıştır. Günümüzde mezhepsel kaynaklı gerilimler öyle büyüktür ki, Ortodoks Hristiyanların sömürgecilik ve soykırım politikası olmayan Osmanlı’yı, Katoliklere tercih etmesinden çok daha şaşırtıcı bir şekilde, Sünni anlayışa sahip İslam ülkeleri, sömürgeci, soykırımcı Hristiyan devletlerle iyi ilişkiler içindelerken, Alevi, Şii yöneticilerin olduğu devlet ve topluluklarla adeta kanlı bıçaklıdır. Farklı mezhep ve inanç anlayışları yüzünden milletleşmekte, toplumdaki birliği sağlamakta zorlanan İslam dünyası, haçlı emperyalizminin oyun alanı hâline gelmiştir. Hâlihazırda var olan mezhepsel gerilimleri tahrik ederek, böl- parçala- yönet politikasını uygulayan batı emperyalizmi, bölgenin doğal kaynaklarına el koymakta, hâkim olduğu bölgelerde kendi çıkarlarını kollayan rejim ve hanedanlıkları ülkelerin başında tutmakta zorlanmamaktadır.
İlahî kabul edilen dinlerdeki bölünmelere basitçe değinmekteki amacım, laikliğe karşı çıkarak din devleti isteyenlerin kusurlu taraflarından birini daha ortaya koymaktı. Yani kutsal denen kitapların gerçekten Tanrı tarafından yollandığını ve hiç değiştirilmeden muhafaza edildiğini kabul etsek bile, ortada tüm inananlarının kabul ettiği, üzerine hemfikir oldukları bir din anlayışı yoktur. Hani hep duyarız ya..
“Din elden gidiyor! Şeriat isteriz! “
Peki elden giden ve geri gelmesi istenen din, mevcut farklı din anlayışlarından hangisidir?
Örneğin; Türkiye’de, Allah’ın emirlerini uygulamak gerekçesiyle millî egemenliğe, laikliğe, eşit vatandaşlığa, evrensel hukuka, din ve vicdan özgürlüğüne, bilimsel eğitime karşı çıkan Siyasal İslamcıların, gücü ele geçirdikleri taktirde, sadece farklı din ve inanç tercihi olanların değil, pek çok Müslümanın da karşı çıkacağı şekilde mezhepçi din anlayışlarını dayatmaları kaçınılmazdır. Sorsanız onların İslam anlayışları mezhepçilik değil yegâne doğru İslam’dır. Diğerleri dinsizliktir, küfürdür. Aslında diğerlerinden pek çoğu da, benimsedikleri İslam yorumu haricindekileri yanlış, gayri meşru ilân etmektedir.
Kur’an’ı Tanrı’nın yolladığını ve hiç değiştirilmediğini kabul etmenin yanında, Türkiye’deki tüm Müslümanların ortak bir din anlayışında birleştiklerini ve başka hiçbir farklı din, mezhep ya da inanç olmadığını kabul etsek bile, İslam dinini devlet modeli olarak uygulamak konusunda başka sorunlar bizi beklemektedir. Peki, Allah’ın emirlerini kim uygulayacak? Öyle ya… Allah’ın Türkiye’yi bizzat yönetmesi söz konusu olmadığına göre, birileri Allah’ın emirleri olduğu söylenen dini en iyi kendilerinin bildiğini iddia ederek ortaya bir model koyacak ve muhtemelen siyasi liderleri de İslam halifesi ilân edilecek. Dört halife dönemi dışında tarihte hiçbir dönem meşruiyeti olmayan, tüm İslam alemi tarafından kabul edilmeyen halifeliği bildiğiniz gibi Siyasal İslamcılar çok önemser. Türkiye’deki Siyasal İslamcılar, Emevîler’in anlayışını örnek aldıkları için, muhtemelen halifeleri de dini önderliğe, siyasi önderliği de ekleyerek bir halife sultan ya da halife başkan olacaktır.
Yine bir sorunumuz var! Kur’an, kişinin ve toplumun yapması ve yapmaması gereken pek çok temel şeyi yazsa da, inanç ötesinde bir hukuk modeli önerse de, bir devletin ihtiyaç duyduğu tüm kuralları ve bütüncül modeli içermez. Zaman ilerledikçe hayatımıza giren yeni kavramlarla yeni sorunlarımızla ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız doğrultusunda yeni yasalar yapmamız, eskisini de güncel hâle getirmemiz gerekebilir. Her sorunumuzda yukarıdan güncel bir vahiy inseydi ortada bir sorun kalmazdı doğrusu. Siyasal İslamcıların bu tür sorunların çözümüne yönelik iki farklı yaklaşımı vardır. Kur’an’da yazmayan bir mesele hakkında hiçbir şey yapmamak ya da fıkıh, kelam gibi İslami ilimlerle Kur’an’ı, hadisleri ve önceki uygulamaları temel alarak Kur’an’da yazmayan meselelere çözüm getirmek. Böylece bütüncül bir İslam hukuku ve devlet modeli ortaya koymak. Diğer mesele şu ki, tüm İslam alimlerinin üzerinde anlaştıkları bir İslam hukuku ve devleti yoktur. Pek çok konuda farklı düşünce ve yargılar ortaya çıkar ve anlaşmazlıklar sıklıkla görülür. İslam hukuku göreli bir kavramdır. İİlahî yasaları temel aldığı iddiasında olsa da içinde insanın yorumlarını da içerir.
İslam ya da şeriat devletinin, Kur’an’da yazmayan konularda gereken kanunlarını ve uygulamalarını belirlemek için başvurulacak İslam hukukunu da muhtemelen Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğu söylenen, aslında düpedüz insan olan halife ve onun uygun gördüğü kişilerden oluşan bir kurul belirler. Dikkatinizi çekerim ki, Allah’ın emri olduğu söylenen din devletinde, Kur’an’da yazılı olmayan ama ihtiyaç duyulan yeni kuralları insanlar koyuyor ve kural koyan bu insanları da pek çok kişi arasından başka bir insan belirliyor. Aynı mezhep ve İslam anlayışına sahip olsalar bile, bazı konularda farklı düşünen pek çok İslam alimi olduğu için, İslam hukukunu belirleyecek kurulu seçmek de çok belirleyici olacaktır. Farklı kişilerden oluşacak kurulların birbirinden farklı İslam hukuku yorumları veya yargıları ortaya koyması kaçınılmazdır. Hâlbuki Allah’ın emirlerinin değişkenlik göstermesi söz konusu olamaz. İslam hukukunu uygulamak ve fetva vermekten sorumlu kurulun, akla, bilime, insanlığa, toplum menfaatlerine uygun kararlar almasının garantisi olmadığı gibi, İslam’ın temel referansı Kur’an’a uygun kararlar alacağının da garantisi yoktur. Tarih göstermiştir ki, işin içine siyaset girince, yönetici sınıfın, ailesinin ve yandaşlarının lehine, halkın ise aleyhine her türlü haksızlık, hukuksuzluk, kutsal kitaplar istismar edilerek meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
“Allah’ın emrettiği din şeriat düzeninde yaşamak istemez misiniz” diyen Siyasal İslamcılar daha samimi olsalardı şöyle derlerdi herhâlde.
“Bizim emrettiğimiz din şeriat düzeninde yaşamak istemez misiniz?”
Ben istemem doğrusu.
Egemenlik Allah’ındır diyerek millî egemenliğe, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı çıkanlar bilmeli ki, sonsuz evrenin görebildiğimiz ve göremediğimiz uzaklıklarındaki boyutlarındaki kozmik egemenlik Allah’ındır. Sonsuz evrendeki milyarlarca gökadadan birindeki milyarlarca yıldızdan birinin etrafında dönen gezegenlerden birindeki binlerce canlı türünden biri olan insanların oluşturduğu yaklaşık 200 ülkeden biri olan Türkiye’deki siyasi egemenlik değil. Sonsuz evrendeki yasaları koyan Allah, Türkiye’deki siyasi egemenliği ne yapsın? Devlet başkanlığına adaylığını mı koyacak?
Osmanlı’yı istismar eden, katıksız İslam devleti olarak örnek gösteren ve “bak ecdadımız şeriat düzeniyle 600 sene dünyaya hükmetti” diyerek ideolojik propaganda yapmaya çalışan Siyasal İslamcılarımız bilmeli ki, Osmanlı İslamiden önce siyasi bir devlettir. İslam, Osmanlı hanedanlığının egemenliğini meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Bunu eleştirmek için söylemiyorum, çünkü bugünün değer yargılarıyla geçmişi eleştirmek adil olmaz. O zamanlar öyle gerekiyordu. Din-tarım-hanedanlık devletlerinde devlet demek, hanedanlık ailesi demekti. Devletin varlığı, halkın hanedanlık ailesine sadakatine bağlıydı. Sultan halka Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Allah tarafından seçilmiş, devleti yönetmekle görevlendirilmiş kişi ve İslam âleminin önderi olarak sunularak halkın devlete bağlılığı sağlanmaya çalışılıyordu. Bu usul sadece Osmanlı’nın değil, tarihteki pek çok devletin ve imparatorluğun klasik politikasıdır.
Halkı, egemenliği Allah’tan alan sultana mutlak bağlılığa çağıran kul sistemine rağmen sultanlar, devlet idaresinde mutlak otorite kurmakta her dönemde zorlanmışlar, gerek merkezdeki güç odakları, gerek merkeze uzak yerlerdeki yöneticiler, sultana bağlılık konusunda sıkça sorun çıkarmışlardır
Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle 1950 sonrasında güçlenen karşı devrimin, gericiliğin etkisiyle kağıt üstünde kalan laik yapısını dahi hazmedemeyerek Türk devrimine histerik bir öfke ve nefret kusan, yalan iftira yağdıran Siyasal İslamcılarımız bilmelidir ki, halife sultanı adeta yarı Tanrı olarak gösterip halkı sultanın kulu olarak tanımlamak, devletin yapısına ve orta çağın ruhuna uygun olsa da, aslında hiç de İslami değildir. Çünkü İslam’ın temeli Allah’tan başka ilahın olmaması, yalnızca Allah’a tapılması, sadece ve sadece Allah’a kulluk edilmesidir. Biraz Allah’a biraz da padişaha kulluk İslam’da söz konusu olamaz. İslami olarak düşünürseniz Osmanlı’nın kul sistemi şirktir.
Başka bir örnek verelim. İslam’da çocuk öldürmek söz konusu bile olamaz. Ama Osmanlı’da şehzadelerin çocuk yaşta olsalar dahi katli, şeyhülislamdan alınan fetvayla İslami bir yargı süsü verilerek meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Tabi ki bunun nedeni çocuklara karşı nefret veya acımasızlık değildir. İlk dönemlerde belirgin bir veraset sistemi olmayan Osmanlı’da, sultanın ölmesi veya otoritesini yitirmesi durumunda tahta aday şehzadelerin büyük rekabete girerek iç savaş çıkarmalarını, halkın ordunun birbirini kırmasını, devletin zarar görmesini engellemek için şehzade katli, din de kullanılarak yasal hâle getirilmiştir. Yeni sultanın belirlenmesi sürecinde olası iç savaşta halkın askerlerin birbirini taht mücadelesi uğruna öldürmeleri yerine şehzadelerin öldürülmesi, yaşa dayanan veraset sistemi oturana kadar tercih edilmiştir. Bu da Osmanlı hanedanlık ailesinin, devletin varlığı ve devamı için ödediği ağır bedeldir.
İslami hassasiyetleri olan vatandaşlarımız bilmelidirler ki, kula kulluk düzeninin olmadığı, inanç ve vicdan özgürlüğünün olduğu laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti, İslam’a Osmanlı’dan çok daha uygundur.
Tarikatları kapattığı için Atatürk’ ün laik Türkiye’sini eleştiren bazı dindarlarımız bilmeli ki, kendine üstü kapalı olarak Tanrı süsü vererek müritlerine adeta taptıran, maddi ve manevi hayatlarını kontrol altına alan tarikat liderleri, İslam’ın en temel kuralı olan, yalnızca ve yalnızca Allah’a kulluk etmeyi ihlal etmektedirler. Tarikatçılık düpedüz şirktir. Allah’a değil kula kulluk, İslam’da en büyük zulümdür.
Tarikatların sadece İslam’a değil, millî menfaatlerimize de aykırı olduğunu Türkiye’nin acı deneyimlerine bakarak öğrenen ve bu konuda önceki fikrini değiştiren pek çok dindar vatandaşımız da vardır. Tarikatın iyisi yoktur. Aklı başında, medeni bir insan, hiçbir tarikata bulaşmaz. Kendi hâlinde ve zararsız görünen tarikatların bile, gücü ele geçirdiklerinde neler yapabileceklerini asla öngöremezsiniz. Tarikat müritleri, vatanlarından, milletlerinden, hatta ailelerinden daha fazla tarikatlarına, liderlerine bağlılık ve aidiyet duyarlar. Tarikata değil adalete, liyakate dayanan laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti, aslında dindarların bulup bulabileceği en İslami ülkedir. Kıymetini bilene.
“Keşke Yunan kazansaydı!” diyenler, gerekçe olarak Yunanlıların kazanması durumunda saltanatın hilafetin kaldırılmamış, medreselerin kapatılmamış olacağını öne sürerek Millî Mücadelenin kaybedilmesi pahasına Türk devriminin tamamına ateş püskürürler. Yunanlıların kazanmasıyla Anadolu’yu Türklerden arındırma projesi Sevr hayata geçseydi, saltanat, hilafet, medrese kalır mıydı? Kalsa bile bir anlamı olur muydu acaba? Hilafeti, Katolik dünyasındaki papalık gibi etkin bir kurum sanan Siyasal İslamcılar, dört halife devri hariç hiçbir dönem etkinliği meşruiyeti olmayan hilafetin, halife sultanın cihat fetvasına rağmen Osmanlı’nın var olma savaşı verdiği Birinci Dünya Savaşı’nda bile hiçbir işe yaramadığını, Arapların Osmanlı’ya isyanına ve bazı Hintli Müslümanların İtilaf Güçleri için savaşmasına engel olamadığını göremezler. Akılcılığın, bilimin, felsefenin, Türkçenin olmadığı, milliyetçiliğin yerine ümmetçiliğin öğretildiği medreselerin çoktan çağdışı hâle geldiğini, hem Anadolu Türklerinin hem de anayurdumuz Doğu ve Batı Türkistan’daki soydaşlarımızın ulus bilincine varmalarını engellediğini de anlayamazlar. Düşünceyi, bilimi, sanatı, kilisenin prangasından kurtararak özgürleştiren, uluslaşan, sanayileşen, emperyalistleşen batı dünyasına karşı 300 sene matbaa kullanmayan, uğursuz diye rasathaneyi dümdüz eden, orta çağ eğitim modeline sahip medreseleriyle çağdışı kalan ve kaçınılmaz olarak çöken Osmanlı’nın devamı Türkiye’nin ihtiyacının mutlak olarak laik ulus devlet olduğunu bir türlü kavrayamazlar.
İçinde bulundukları Araplaşma sendromunu göremeyip laik ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden Türk devrimini batıcı olmakla eleştiren Siyasal İslamcılarımızın, laikliğin korunmaya çalışılması hassasiyeti gösterenlere, batıyı referans alan eleştirilerde bulunması da ilginçtir. Örneğin yemin töreninde İncil’e el basan ABD başkanını örnek gösterip “bak orada İncil’e el basılıyor ve laiklik elden gitmiyor. Neden bizim Cumhurbaşkanı da Kur’an’a el basmasın” diyebilmektedirler.
Ya Hû size batının her yaptığı doğrudur diyen mi oldu? Onlar yapınca yanlış doğruya dönüşmez tabi ki. Yanlış yine yanlıştır. Daha önemlisi, ABD veya başka bir batılı ülkeyle Türkiye’nin koşulları aynı mı? Hristiyanlık, inancın ötesinde bir hukuk ve devlet modeli önermiyor ve batıda laiklik karşıtı bir kesim, devleti kökten dinamitleyerek din devleti kurmaya çalışmıyor ki laikliği korumak Türkiye’deki kadar hayati önemde olsun. Hristiyanlık dünyası, uzun ve acılı bir süreçten sonra kilisenin siyasete, bilime, sanata, felsefeye, topluma ve hayatın her alanına uyguladığı baskıyı kontrol altına almış. Papalıkta ise tekrar engizisyon mahkemeleri kurmaya cüret edecek hiç kimse yok. Artık batı dünyası evrensel hukuku, bilimsel eğitimi, demokratik hak ve özgürlükleri, adalete liyakate dayanan laik devlet yapısını tartışmıyor. Bizdeyse laikliği din karşıtlığı olarak gören ve göstermeye çalışan, inanç düşünce ve yaşam tarzı kendinden farklı herkese büyük bir hınçla düşman kesilen, devletimizin değiştirilemez kurucu ilkelerini, laik hukuku eğitimi, millî egemenliği ortadan kaldırmak isteyen, saplantılı düşünce yapısına sahip Siyasal İslamcılık, tarikatçılık gerçekleri var. Kağıt üstünde kalan laik yapısından dolayı savaş açtıkları devletimizin varlıklarını yağmalamayı, yolsuzluğu, usulsüzlüğü, hak yemeyi savaş ganimeti sayarak dinen meşru görüyor, seçimlere hile karıştırmayı dahi cihadın gereği olarak biliyor yobaz takımı.
Din karşıtı olarak gördükleri laik Türkiye’nin ordusuna CIA ve taşeronu tarikatla işbirliği içinde tuzaklar kurmadıkları mı kaldı? Askerinden siviline Türk milliyetçilerine kumpas davalarla müebbet hapis cezaları yağdırıp yerlerine tarikatçı dinci kadroları doldurmadıkları mı kaldı? Devletin kozmik odasını açmadıkları mı kaldı? Devletin stratejik fabrikalarını kurumlarını hurda fiyatına satmadıkları mı kaldı? Ülkenin demografik yapısını değiştirmek için on milyon mülteciyi yığmadıkları mı kaldı? Batıda böyle hain, namussuz bir siyasi hareket yok ki Türkiye’yle kıyaslansın.
Dinlere ve ilahî kabul edilen kitaplara eleştirel yaklaştığınızda, sizden farklı düşünen dindar bir insan şöyle söyler;
“Nasıl olur da Allah’a inanmazsın. Bak bir etrafına. Bunca canlının ve kainattaki akıl almaz düzenin kendi kendine var olması mümkün mü?”
Ben gördüğümüz görmediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz bunca şeyin kendi kendine olduğunu söylemiyorum ki. Bir yaratıcı ve düzenleyici gücün olduğunu ben de düşünüyorum. Ama bu güç, anlaşılması zor ve değişmez kuralları olan dinler ve insanlığa katkıları oldukça tartışmalı olan peygamberler yollamış olamaz diyorum. Çünkü insan aklının almayacağı, tanımlayamayacağı bu güç, insanın diliyle ve yazısıyla konuşmaz, kendine has usulüyle konuşur.
Örneğin ışığın hızının saniyede 300000 km. olduğunu ve hiçbir şeyin bu hızı aşamayacağını, ışık hızına yaklaşıldıkça zamanın yavaşlayacağını, her şeyin hem parçacık hem dalga özelliği gösterdiğini, en küçük madde parçacıklarının, dev gökcisimlerinin ve gökadaların durmadan döndüklerini söyler.
Veya dünyevi hayatta her şeyin geçici olduğunu, kalıcı olanın ise tercihlerimiz olduğunu söyler. Ya anlık arzumuzu ve benliğimizi tatmin etmeye çalışırız, ya da iyilikten doğruluktan gayretten vazgeçmeyerek diğer tüm canlılara ve doğaya yararlı olmaya, en azından zarar vermeden yaşamaya, ihtiyacımız kadar tüketmeye çalışırız.
Tanrı’nın söylediklerini duyup okuyup anlamak için de hacıya hocaya medreseye tekkeye değil akla bilime gitmelisiniz, çok okumalısınız. Bir kitabı ilahî kabul ederek ömür boyunca anlamını çözmek için gayret göstermek yerine, her türlü bilgiyi içeren kitaplardan ya da makalelerden bol bol okumak daha doğru olmaz mı?
Yararlı ve doğru her bilgi Tanrı’nın kitabına aittir. Tanrı’nın kitabı akıldır, bilimdir ve bunu okuyan da gayrettir. Tabi ki bunlar benim kişisel düşüncelerim. Türkiye Cumhuriyeti devletinde anayasal bir hak olan düşünce ve ifade özgürlüğümü kullanıyorum.
Bir de laiklik karşıtlarının, dini kullanarak, Tanrı’nın evrensel yasalarını inceleyen bilimi olumsuzlamaya çalışan tavırları var. Buna örnek olarak ilk akla gelen tabi ki Evrim Teorisi. Evrim deyince galeyana gelip sanki dine hakaret edilmiş, Tanrının varlığı da reddedilmiş gibi ayağa kalkıyorlar.
“Hayır! Evrim değil yaratılış!”
Evrim Teorisi demek neden Tanrı’yı ya da dinleri reddetmek veya hakaret etmek olsun? Darwin, zamanında bilimin de verdiği coşkuyla hızını alamayıp dinlerin yanında Tanrı’yı da reddetmiş olabilir. Darwin’in kişisel tavrı, evrimin Tanrı’nın dünyadaki canlı hayatı yaratma yöntemi, yani sünnetullahı olmasına engel mi? Eğer Evrim Teorisini beğenmiyorsan yerine koyacağın teorinin bilimsel bir altyapısı olması lazım. Yüzlerce yılda binlerce canlı türü ve fosil incelenmiş ve şimdiye dek canlı hayatın var olması ve bu derece çeşitlenmesi konusunda insanoğlunun bulabildiği en mantıklı ve bilimsel açıklama Evrim Teorisi olmuş. Bilim insanları dağ bayır dolaşıp bin bir emekle incelesin ve ortaya bilimsel bir teori koysun, bizim uyanık dinciler de yattığı yerden bağırsın.
“Hayır! Evrim değil yaratılış!”
Yok öyle yağma.
Dinlerin en tartışmalı yönlerinden biri de cennet vaadi ve cehennem tehdididir. Samimi olarak yapılan yapılan ibadet veya iyilik için karşılık beklenmez. Cennet beklentisiyle veya cehennemden kaçınma kaygısıyla ibadet etmenin ne kadar manalı olduğunu da düşünmek gerekir.
Bilinçli bir insan için en değerli olan bilgidir. En büyük haz ise doğaya, diğer canlılara zarar veren, haklarını yiyen kötü insanların cezalandırıldığını görmektir. Karışık meyve tabakları, bitmek tükenmek bilmeyen ziyafetler, huriler-nuriler sadece basit, niteliksiz insanlar için ödüldür.
Tanrı yasalarını bizzat gelip uygulayacaksa veya Tanrı tarafından şüpheye yer bırakmaksızın onaylanan olağanüstü bir varlık veya bir insan gelip Türkiye’yi yönetecekse, dinî yönetime aklı başında hiç kimse karşı çıkmaz. Tüm evreni yaratan güce karşı çıkmanın mantığı yoktur. Ama bir kesim tarafından ilahî kabul edilen kitapları temel alarak bir devlet modeli kurmak ve buna da Allah’ın emri demek, başta kula kulluk, adaletsizlik, ayrımcılık, çağdışılık, karmaşa olmak üzere uygulamada büyük kusurlar barındırır. İlahiliği kesin olmayan, inanca dayanan tüm dinleri Tanrı ve kul arasında bırakarak, Tanrı’nın verdiği akılla ve Tanrı’nın evrensel yasalarına dayanan bilimle hareket ederek laik devlet kurmak ve yürütmek, Tanrısal düzene ve millî menfaatlerimize çok daha uygundur.
Siyasal İslamcıların geleneksel tezlerinden biri de laik hukuka eğitime geçilmesinin, hilafetin kaldırılmasının Lozan’da batı dünyası tarafından Türkiye’ye dayatıldığı iddiasıdır. Ya Hû Avrupalılar aptal mı? Neden laik hukuku dayatsınlar? Söz konusu Türkiye ise, laik hukuk değil İslam hukuku onların çok daha fazla işlerine gelir. Osmanlı’daki milletler sisteminde Müslüman olmayanların farklı hukuka sahip olmaları, hem Osmanlı vatandaşlığı temelinde devleti birlik içinde tutma çabalarını boşa çıkarmış, hem de batı devletlerinin gayrimüslimleri Osmanlı’ya karşı kullanmalarına, sözde hamileri kesilmelerine zemin hazırlamıştır.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde eğer Osmanlı usulü hukuktan devam etseydik, Osmanlı’nın bile yapmadığını yapıp Müslüman olmayanlara İslam hukuku dayatacak değildik. Tabi ki farklı hukuk, eğitim ve belki de askerlik yükümlülükleri getirecektik. Bu ise Türkiye Cumhuriyeti’nde dini, dili, etnik kimliği ne olursa olsun eşit Türk vatandaşlığı temelinde birliğimizi sağlama amacımızı zora sokacaktı. Yabancı devletlerin Türkiye’deki gayrimüslimleri bahane ederek iç işlerimize karışma alışkanlıkları da devam edecekti.
Avrupalılar laik hukuku tercih etmemize, memnuniyet duymak bir yana fena bozulmuşlardır. Çünkü Türkiye’deki Müslüman olmayan topluluklar, laik çağdaş hukukun kabul edilmesiyle beraber, azınlık taleplerinin olmadığını, eşit Türk vatandaşı olmak istediklerini açıklamışlardır. Türkiye’nin birliği bütünlüğü için laiklik hayatidir. Varlık meselesidir.
Günümüz Türkiyesinde laik hukuk geçerli olsa da, laik eğitimden söz etmek mümkün değildir. Kadrolarıyla, müfredatıyla gericilik, partizanlık eğitim sistemimizde kol gezmektedir. Üniversite öğrencileri ise kasıtlı olarak yurt imkanlarını kısıtlayan dinci hükümet tarafından tarikat yurtlarına mahkûm edilmektedir.
Türk İslam sentezi milliyetçiliği adı altında gericiliğe verilen koşulsuz destek, laikliğin önündeki en büyük engeldir. Türk’ün inancını, töresini, kültürünü yetersiz görenler, Türk milliyetçilliğini Arabın diniyle sentezleme gereği görmüşlerdir. Sentez milliyetçileri, Türkiye’mizin en hayati dönemlerinde ve meselelerinde Siyasal İslamcılarla ve tarikatlarla işbirliği yapmak için sarsılmaz bir iradeye sahiptir.
Türk İslam ideolojisinin adı bile, laiklik karşıtı ve gerici olduğunun açık ifadesidr. Hukuka, eğitime olduğu gibi siyasete dini sokmak da, karşı devrimciliktir, gericiliktir. Türk İslam ideolojisini savunanlara sorsanız, Türk’ün varlığı, Arabın dini ve tarikatlar sayesindedir. Bu zihniyete laikliğin anlamını önemini anlatmak mümkün değildir. Arabın dininin Türk kültürüne ve medeniyetine olumsuz etkilerini düşünmek ise akıllarının ucundan geçmez. Dinde olduğu gibi, milliyetçilikte de birbirinden çok farklı anlayışların olduğu ortadadır.
Laiklik sadece Türkiye için değil, emperyalist baskı altında toplumsal huzurunu, ulusal birliğini sağlamaya çalışan tüm ülkeler için mutlak bir gerekliliktir. Dinci, mezhepçi yönetim anlayışının sonucu toplumsal gerilim ve şiddettir. Hedefine koyduğu ülkelerdeki toplumsal fay hatlarını tespit ettirmek için düşünce kuruluşlarını faaliyete geçiren emperyalist ülkelerin de devreye girmesiyle, tehdit daha da büyümektedir.
Yobaz takımına göre laiklik dinsizliktir. Aslında tamamen yanlış bir tespit sayılmaz. Ama iyi anlaşılması gereken husus şudur ki, laiklikte dinsiz olan, olması gereken, kişi değil devlettir. Sözde değil özde din ve inanç özgürlüğü için devletin dinsiz olması gerekir. Adaletli bir devletin her inanca ve yaşam tarzına eşit mesafede olması şarttır. Çağdaş, medeni ve en önemlisi ilelebet yaşaması istenen devletin ihtiyacı da din değil, adalet liyakat ve milletin çıkarlarıdır.
Laik devlette kişi ister bir dine inanır ister dinsiz olur. Elinde iman ölçer varmış gibi onu bunu dinsiz ilân edip kendisini dindar göstermeye çalışan riyakârlar bilmelidir ki bunu sadece Tanrı bilir.