14.09.2024

Terörle mücadeleye ihanet

En baştan beri çözümü, barışı değil, şehir savaşını amaçlayan PKK'nın artan saldırıları, örgütün gerçek niyetini AKP hükümeti tarafından artık gizlenemeyecek bir hâle getiriyor ve çözüm süreci denen tiyatro yaklaşık dört sene sonunda bitiyordu.


İhanetin büyüğü sorumluluğu büyük olandan gelir. Büyük sorumluluk da tabii ki bir ülkenin kaderini geleceğini etkileyen kararların altında imzası olan yöneticilerindir.

1950’lerden beri Türkiye’nin kaderinde büyük rol oynayan sağ siyaset içinde, laikliği Türk devrimini ve tam bağımsızlığı savunan, devletin temelinin adalete liyakata dayanması gerektiğini bilen nitelikli insanlarımız şüphesiz mevcuttur. Ama bu insanlar maalesef azınlıktadır. Sağ siyasi görüşe sahip insanların düşünce dünyaları genelde din temellidir. Dinle ilgili genel öğretilerin ve uygulamaların da doğruluğunu, ilahiliğini sorgulayacak düşünsel derinlikleri yoktur. Skolastik düşünce dünyaları orta çağın da gerisindedir. Genel olarak büyük çoğunluğu siyasal İslamcılığın çeşitleridir. Onlara göre Türklerin İslam öncesi Tanrı inancı çok tanrıcıdır, putperestdir, cahiliye dönemidir. Arapların dini ise aydınlanmanın zirvesidir. Kişinin özüne yabancılaşması bu olsa gerekir.

Genel sağ düşünceye göre şu dünyada başa gelebilecek en büyük felaket dinsizlik ve komünizmdir. Dinsizliğin ilacı tarikatlardır. Ne memlekete ne de insanlığa zerre kadar faydası olmayan, sadece dinden geçinen, geçinmenin ötesinde büyük servetler edinen soytarıların, gericiliğin yatağı olan tarikatlar, onlara göre toplumu dindarlaştırdıkları gerekçesiyle çok millî ve faydalıdırlar. Her fırsatta devletin ve yönettikleri belediyelerin tüm imkanlarını tarikatlar için seferber ederler. Tarikatlara ne isterlerse vermek sağ siyasetin geleneğidir.

Komünizmin ilacı ise Amerika’dır. ABD’nin komünizmle mücadele, yeşil kuşak, ılımlı İslam, BOP gibi emperyalist projeleri için her zaman hazır kıtadırlar. Başımıza ne geldiyse de işte bu işbirlikçi politikalardan gelmiştir. Etme bulma kuralı fertler için de ülkeler için de değişmez.

Örneğin Menderes hükümetleri, Fransız emperyalizmine karşı millî mücadele yıllarındaki Türkiye’yi örnek alarak bağımsızlık savaşı veren Cezayir’in değil Fransa’nın yanında yer alarak Türk tarihinde utanılacak bir siyaset izlemiştir. Adil olmak gerekirse dönemin muhalefeti CHP de NATOcu politikalara tam destek vermiştir. Atatürk’ün dış politika prensiplerinin en önemlilerinden biri olan tam bağımsızlığı ve Sovyetler Birliği ile dostluğu anlayan da uygulayan da çıkmamıştır. Menderes hükümeti NATO’ya girebilmek için meclise dahi danışmadan Kore’deki ideolojik savaşa asker yollamıştır. Komünizm kötüdür de kapitalizm uzak diyarlarda kan can vermeye değecek kadar matah bir şey midir?

Menderes’ten yıllar sonra Irak’ın ABD tarafından işgaline ve soykırımına önce Özal sonra Erdoğan tam destek vererek Türkiye’yi mazluma karşı zalimin yanında olan ülke durumuna bir kez daha düşürmüşlerdir. ABD ile yakın ilişkileri henüz siyasi yasaklıyken başlayan, sonrasında da ”Ne vereyim abime” havasında iktidara gelen Erdoğan, o dönemde AKP içinde namuslu vekiller de olduğu için ABD askerlerine Irak’ın işgalinde Türk topraklarını kullandıracak tezkereyi geçirememiştir. Ama Irak soykırımına giden ABD askerlerine dualarını eksik etmemiş, Conilerin sağ salim evlerine dönmelerini Allah’tan niyaz etmiştir. Özal ve Erdoğan döneminde izlenen dış politika Irak’ın kuzeyinde devlet otoritesinin kırılmasına katkı vermiş, bölücü teröre alan yaratmış, Irak’la ticaretimizin durması ülkemizi ekonomik zarara sokmuş, sınırımıza yığılan düzensiz göç de cabası olmuştur.

Amerikan tezkeresini geçiremeyen Erdoğan gözünü bu defa da Kıbrıs’a dikmiş, emperyalizmin eline tutuşturduğu Annan planını kabul ettirmeye çalışmıştı. Kıbrıs Türklerine uygulanan Rum terörüne karşı askerî, ekonomik ambargolara, siyasi baskılara rağmen zorlu mücadeleyle elde edilen kazanımlar tehlikeye girmişti. Annan planının kabul edilmesi için AB’ye girişimizin önündeki tek engelin Kıbrıs meselesi olduğu palavrası dillendiriliyordu. Başta Rauf Denktaş olmak üzere Annan planına karşı çıkanlar ise Türkiye’nin AB’ye girişini ve adadaki barışı refahı engellemekle suçlanıyordu. Yakın geçmişi ve Rum terörünü çabuk unutan Kıbrıs Türkleri referandumda Annan planına evet demişti. Bugün KKTC emin adımlarla bağımsızlığa yürüyorsa açgözlülüğü yüzünden plana hayır diyen Rum kesimi sayesindedir.

Suriye’de ise Irak’ta yaptığımızın benzerini ve çok daha kötüsünü yaptık. Aslında biz değil bizi yönetenler yaptı. Ve netice çok daha vahim oldu. Bir kez daha görülmüştür ki demokratik rejim, iyi eğitim almış bilinçli halk ister. Aksi hâlde siyasetin, demagogların oyun alanına dönüşmesi kaçınılmazdır. AKP ve Erdoğan’ın Suriye politikasına hata filan denemez. Tamamen kasıtlı olarak ülkemizin yüksek çıkarlarını göz ardı ettiler ve ideolojilerini uyguladılar. Dünya görüşlerine yakın gördükleri ihvancıları, ruh hastası cihatçıları desteklediler. Bu ideolojik politikalara güzel bir ambalaj da uydurdular. Yeni Osmanlıcılık. Siyasal İslamcılar en az Marksistler kadar uluslararasıcıdırlar. Yani dünyanın neresinde olursa olsun ideolojilerine yakın kişiler ve topluluklar Türkiye’nin çıkarlarından daha önemli ve önceliklidirler.

Uzun seneler boyunca sayısız aydın, siyasetçi, gazeteci; Türkiye’nin çıkarlarının emperyalizme, siyonizme karşı Suriye ile işbirliği yapmaktan yana olduğunu dile getirdi. Saddam ve Kaddafi emperyalizme karşı yalnızken Esad’ın yanında Rusya gibi bir süper gücün olması da Suriye ile iyi ilişkilerimizi devam ettirme açısından işimizi oldukça kolaylaştıran bir faktördü. Ama histerik kişiliğe sahip demagogumuza Türkiye, Suriye ve tüm insanlık için neyin iyi ve doğru olduğunu anlatabilmek mümkün değildi. Bizim demagog uyarılara kulak vermek bir yana, nispet yaparcasına Suriye’nin birliğini sağlayabilecek tek isim olan Esad’a günde üç öğün küfür yağdırıyordu. Arada değişiklik olsun diye de yine çıkarlarımız için iyi ilişkiler kurmamız gereken Mısır liderine sallıyordu. İhvancı Mursi’yi savunmak söz konusuyken, Türkiye’nin çıkarları tabi ki teferruattı!

Neymiş efendim, Sisi darbeciymiş. Önemli olan Türkiye’nin çıkarlarıdır. Ayrıca, Sisi askeri darbeciyse sen de sivil darbecisin. Ne basın özgürlüğü bıraktın ne yargı bağımsızlığı, ne de eşit seçim koşulları. Seçim arifesi liderleri canlı yayında tartışırken izleme keyfini bile çok gördün bu millete.

AKP yancıları tarafından devlet bankalarından bir daha geri ödenmemek üzere çekilen kredilerle satın alınan ve soysuzlaştırılan basında Esad’ın halkını kişisel zevki için öldüren cani bir katil olduğu propaganda ediliyordu. Esad katildi diktatördü de AKP tarafından desteklenen ihvancılar, cihatçılar insan hakları aktivistleri miydi? Suriye’de eksik olan insan haklarını, demokrasiyi Taliban’ın Suriye şubesi olan cihatçılar mı getirecekti? Yoksa gericiliğin, yobazlığın lugat karşılığı ihvancılar mı? Hem Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunu iddia etmek, hem de bu bütünlügü sağlamak için tek seçenek olan Esad’ı devirmeye çalışmak siyasal İslamcılara yakışan bir ikiyüzlülüktü.

Neymiş efendim, ılımlı muhalifmiş. Adamların ellerinde ağır silahlar ama ılımlılar. Üzerlerinde şarjörler el bombaları mermi şeritleri ama ılımlılar. Omuzlarında roket atarlar ama çok ılımlılar. Var mı böyle bir şey? İşin kötüsü Suriye’yi karıştıran silahlı gurupların çoğu Suriyeli bile değildi.

Gayri millî Suriye politikasının bize kaybettirdikleri o kadar büyüktür ki. Suriye ile çok iyi giden ticaretimizin durması ekonomimize zarar verdi. Eli silahlı gurupları açıktan ya da örtülü olarak destekleyerek uluslararası hukuku ihlal suçlamalarına maruz kaldık. Silahlı gurupların cehenneme çevirdiği bölgeden Türkiye’ye doğru yönelen dev göç dalgası ülkemizde sosyal, ekonomik ve demografik sorunlara yol açtı. Ve tabii ki istikrarsızlığın otorite boşluğunun en uygun koşulları sağladığı teröre alan açıldı. ABD’nin de büyük silah desteğiyle PKK Suriye’de ciddi büyüklükte bir alanı kontrol etmeye başladı. Terörle mücadelemiz hiç olmadığı kadar zorlaştı. Ve bu kasıtlı ihanetin sorumlusu, memleket tarihinin gördüğü en lüzumlu, en vazgeçilmez kişi edalarında ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Birileri de sözde milliyetçilik adına tam destek veriyor. Ellerinde olsa bu çok lüzumluya ölümsüzlük iksiri içirip sonsuza kadar milletin başına musallat edecekler.

Suriye’de terörle mücadelemiz Suriye merkezi yönetimiyle iş birliği hâlinde olmalıydı. Özgür Suriye ordusu, Suriye millî ordusu nedir yahu? Başka bir ülke PKK’ya özgür Türkiye ordusu ya da Türkiye millî ordusu dese ne düşünürdük? Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da yapmayacaksın.

Ordumuza kumpaslar

Terörle çok büyük fedakarlıklar göstererek, ağır bedeller ödeyerek mücadele eden ordumuza, emperyalizmle iş birliği hâlinde iftiralarla, kara propagandalarla, kumpas davalarla saldıran siyasal İslam, tarikat koalisyonu türünün en kötü örneğidir. Siyasal İslam’ın sembol ismi Erbakan’ı da gericilikle suçlardık. Ama yiğidi öldürüp hakkını verelim. Erbakan ideolojik zıtlığına rağmen ordumuza kumpası bırakın, laf bile ettirmezdi. Devletin namusu kozmik odayı açtırması düşünülemezdi. Emperyalist, siyonist BOP’un eş başkanlığını teklif edeni ıslak odunla kovalardı.

Hatırlarsak tarikat tehdidine karşı ordumuzun öz savunma sistemi işliyor, tarikat bağlantılı TSK personelleri ihraç ediliyordu. Gerici takımı ise atılan personellerin sadece dindar oldukları, namaz kıldıkları, eşlerinin başları örtülü oldukları gerekçesiyle atıldıklarını iddia ediyordu. Tüm siyasi gücü ellerine geçirdiklerinde ise rezil kumpaslarla, darbeci iftiralarıyla ordudan atılan, ülkemizin kurucu ilkelerine bağlı vatansever subaylar oluyordu. Genelkurmay başkanımızı dahi teröristlerin tanıklığıyla hapse atacak kadar azgınlaşmış, gemi azıya almıştı yobaz takımı. Donanma subaylarımızın tamamını hapse atanlar, uyduruk iddianamelerle ağırlaştırılmış müebbetler yağdıranlar şimdi ortada mavi vatan diye geziniyorlar.

Neymiş efendim? Savunma sanayini çok geliştirmişler. Yahu o projeler zaten yapılacaktı. Siz sadece geciktirdiniz. 15 sene boyunca sizin itibar suikastlerinizle, kumpaslarınızla uğraştı bu ordu. Bunca ihanetten sonra güçlü bir şekilde ayaktaysak devlet geleneğimiz sayesindedir. Ordumuza tezgahlanan kumpaslar, terörle mücadelemizi güçleştirerek açıkça teröre hizmet etmiştir.

Çözüm süreci, akademisyen bildirisi

Terörle mücadeleye ihanet deyince çözüm sürecinden ve akademisyen bildirisinden bahsetmemek olmaz.

Gerici, saldırgan, bilgisiz, empatisiz, hoşgörüsüz bulduğum Türk sağı, Türkiye’nin varlığını güvenliğini haklı davalarını ilgilendiren konularda doğru bir tavır alırken, başta sol düşünce ve liberaller olmak üzere, eğitim ve kültür seviyesi yüksek kesimlerimiz, özellikle terörle mücadelenin koşullarını genellikle bir türlü anlayamaz ve doğru tavır alamaz maalesef. Bu duruma akademisyen bildirisi olayı iyi bir örnektir. Güvenlik güçlerimizin şehirlere yuvalanan terör unsurlarını temizlemek için başlattığı meskûn mahal operasyonlarını hedef alan bu bildirinin yayınlandığı zamanın koşullarını hatırlamakta yarar var. Yani çözüm süreci rezaleti!

Öncelikle bir soruya yanıt vermeye çalışalım. Bir devlet, terör örgütüyle müzakere eder mi? Etmeli mi? Aslında bu sorunun doğru cevabı terör örgütüne göre değişir. Karşı tarafta İRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) veya ETA (Bask yurdu özgürlük) gibi insani değerleri olan örgütler varsa cevap “edilir, edilebilir ” olabilir. Ama karşıda PKK gibi insanlıktan zerre nasiplenmemiş, tamamen kötü niyetli bir örgüt varsa, doğru cevap “Hayır edilmez, edilmemelidir” olur.

PKK gibi alçak bir örgütle müzakere değil mücadele edilir. Ama ”her şeyi en iyi ben bilirim” kafası yaşayan siyasal İslamcı hükümetimizin görüşü farklıdır. Ve çözüm süreci denen, aslında Türkiye’nin terör sorununu çözmek bir yana, hiç olmadığı kadar zorlaştıran, PKK’ya zaman gelir silah kazandıran ve en kötüsü de Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil etme rolüne soyundurarak terör örgütünün arayıp da bulamadığı meşruiyeti sağlayan ihanet süreci başlamış olur. Güvenlik güçlerimizin talimatla sahadan çekilmesiyle, PKK’ya görülmemiş propaganda ve alan hakimiyeti verilmesi de cabasıdır. Çözüm, barış, anaların ağlamaması sloganlarıyla kamuoyu iyimser bir beklentiye sokulmuş, terörle mücadele konusunda bilgili deneyimli pek çok kişinin, sürecin izlenen mevcut yöntemlerle güvenlik zaafiyetine sebep olacağı ve güvenlik olmadan olumlu sonuç almanın da mümkün olmadığına dair uyarıları ise barışa, çözüme, anaların gözyaşlarının dinmesine karşı olma suçlamalarıyla görmezden gelinmişti.

Sözde çözüm süreci bahane edilerek, PKK’nın şehir yapılanması KCK tutukluları salınıyor, ordumuza giden “operasyon yapmayın, görmezden gelin” talimatıyla bölgede devlet otoritesi zayıflıyor, PKK’nın hem arazi hem şehir hakimiyeti hiç görülmemiş bir seviyeye çıkıyor, başta korucularımız olmak üzere terör örgütüne karşı devletten yana olan vatandaşlarımız ise âdeta kaderlerine terkediliyordu. PKK’nın takdirini kazanmak için okullarımızda yıllardır okutulan andımız yasaklanıyor, hatta PKK’nın gücüne gitmesin diye, güvenlik güçlerimizin zorlu koşullarda terörle mücadelesini başarıyla anlatan Sakarya Fırat dizisi, iyi izlenme oranları yakalamasına rağmen yayından kaldırılıyordu.

Kamuoyuna PKK’nın silah bırakacağı, Türkiye sınırlarını terk edeceği, terör sorununun böylece tamamen biteceği palavrası pompalanırken, PKK şehir merkezlerine görülmemiş bir mühimmat yığınağı yapıyor, içlerinde keskin nişancılar, patlayıcı uzmanları da olan örgüt üyelerini şehirlere yerleştiriyor, mazgallar, hendekler açılıyor, barikatlar kuruluyor, mayınlar, patlayıcı tuzaklar yerleştiriliyor, arazideki barınma olanakları iş makineleri ile hiç olmadığı kadar artırılıyor ve tam manasıyla savaşa hazırlanılıyordu. Meydanı boş bulan PKK, güneydoğumuzda devlet otoritesinin azalmasıyla sözde asayiş, yargı, vergi birimleri kurmuş, yol kontrolleri yapıyor, sözde mahkemelerini faaliyete geçiriyor ve genel vaziyet, uyarıları dikkate alınmayan kesimin beklediği gibi çığrından çıkarak rezalet bir hâl alıyordu.

AKP’nin açılım ve çözüm süreci ihanetiyle aynı dönemde devreye sokulan kumpas davaların ordumuzu zayıflatması, ABD’nin Irak’ın ardından Suriye’yi de karıştırarak PKK’ya açtığı yeni alan ve AKP’nin Suriye’de ABD ve İsrail’in planlarına Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında iş birlikçilik yapması 90’lı yıllarda büyük fedakarlıklarla zorlu mücadelelerle bitme noktasına gelen PKK’yı hem şehirlerimizde ve kırsalımızda hem de Suriye’nin kuzeyinde yeniden hortlatıyordu. Ve Türkiye; AKP, ABD, Fetullah, PKK iş birliğiyle çok kritik bir sürece sokuluyordu.

En baştan beri çözümü, barışı değil, şehir savaşını amaçlayan PKK’nın artan saldırıları, örgütün gerçek niyetini AKP hükümeti tarafından artık gizlenemeyecek bir hâle getiriyor ve çözüm süreci denen tiyatro yaklaşık dört sene sonunda bitiyordu. Ve süreç boyunca kanlı örgüt bir yandan çok yönlü şehir savaşına hazırlanıyor, bir yandan da hükümetin çözüm sürecini korumak bahanesiyle güvenlikten vazgeçmesi sayesinde bölge halkı üzerindeki etkisini ve baskısını artırıyordu. PKK’nın bölge halkını devlete karşı topyekûn isyan ettirme, çatışmaların şehirlere taşınmasıyla artabilecek sivil kayıplar üzerinden propaganda yapma ve bir dış müdahaleyi tetikleme planlarını durdurmak, kanı ve canı pahasına yine askerimize, polisimize düşüyordu.

 

Terörle mücadele o günlere dek daha çok kırsal alanda verilmiş, şehirlerde ise PKK, en kötü denen dönemlerde bile bu kadar hakimiyet kurmamıştı. Şehir savaşının devlet açısından en büyük zorluğu ise insani olduğu kadar politik yönü de olan, sivil insanlara zarar vermeden teröristi etkisiz hâle getirme sorumluluğuydu. Ve tabi ki karşı tarafta, yani evlerin içine yuvalanan PKK’da böyle bir zorluk ve sorumluluk yoktu. Hatta tam tersi, PKK sivil can kayıplarının mümkün olduğu kadar fazla olması için çatışmaları kırsaldan şehrin göbeğine taşımıştı. Çünkü her olası sivil kayıp, devleti sivillere yönelik şiddetle suçlayarak bölge halkını devlete karşı kışkırtmayı, topyekûn isyan çıkarmayı amaçlayan, dünya kamuoyunda Türkiye Cumhuriyeti devletini sivil halka katliam suçlamasıyla mahkum ederek propaganda üstünlüğü sağlamak isteyen, hatta dış müdahale ümit eden PKK’ya ve her fırsatta devleti suçlamak için bahane arayan yurtiçindeki bilindik çevrelere yarayacaktı.

 

Çözüm süreci denen aldatmaca boyunca şehir savaşına hazırlanan PKK, hem güvenlik zaafiyetinden yararlanarak görülmemiş silah, mayın, patlayıcı ve militan yığınağı yapmış, hem de sivillerin çatışma bölgesi dışına çıkmalarını engelleyerek kendine bir kalkan oluşturmuştu. Daha önce hiç şehir savaşı deneyimi yaşamamış ve tüm silahları, teçhizatları yerleşim yerlerinden uzak arazilerdeki çatışmalar için tasarlanmış olan güvenlik güçlerimiz ise, ağır kayıpların verilmesi kaçınılmaz olan bu zor mücadeleye atılmak için hiç düşünmüyor, eşlerini çocuklarını ailelerini ve tüm hayatlarını bir kenara bırakarak, şehirlerimizi terörden temizleme amaçlı meskûn mahal operasyonlarına başlıyordu. Diken üstünde geçirdiğimiz operasyon süreci boyunca korkulan oluyor, yiğitlerimizden acı haberler üst üste geliyordu. AKP hükümetinin şuursuz politikaları sonucu terör örgütüne teslim ettiği bölgede devlet hakimiyeti tekrar sağlansa da bedeli çok ağır oluyor, operasyonlar sonucu 800’e yakın askerimiz polisimiz şehit olurken, 900’ü uzuv kaybı olmak üzere 3000 kadar yaralı veriyorduk. Peki neden verildi bu kayıplar? PKK’nın başlattığı şehir savaşının ortasında mahsur kalan sivil halk zarar görmesin diye! Hem masum insanlar ölmesin hem de devletimizi sivillere yönelik şiddetle suçlamak için hazır bekleyen içerideki ve dışarıdaki malum kesimlere propaganda malzemesi verilmesin diye.

 

İşte bu süreçte kamuoyunda tartışmalara yol açan bir bildiri yayınlandı. Kendilerini barış akademisyenleri olarak tanımlayan ve 1128 kişiden oluşan gurubun bildirisinde neler yazıldığına bir bakalım.

 

Bu suça ortak olmayacağız! Em ê nebin hevparên vî sûcî!

 

Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!

 

Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.

 

Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.

 

Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.

 

Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.

 

Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.

 

Bu bildiriyi PKK hazırlasaydı herhâlde olan biteni ancak bu kadar çarpıtabilirdi. Bakar mısınız. Türkiye ağır silahlarla halka saldırıyormuş katliam yapıyormuş, sürgüne yolluyormuş; halkı aç, susuz bırakıp işkence ediyormuş. Bildiride adı geçmeyen PKK, bölgeye piknik yapmaya gelmişti herhâlde. Sivillere zarar gelmesin diye bile bile ölüme yürüyen güvenlik güçlerimiz hak ihlalinden cezalandırılmalıymış. Ve müzakereden tek anladığı, iyi niyet bekleyen bazı ahmakları oyalayarak, şehire, kırsala; mayın, patlayıcı, ağır silah ve militan yığmak olan kötü niyetli kalleş örgütle yeni bir süreç başlatılmalıymış.

 

Bu yazılanların gerçeklere olan uzaklığı yanında, altında imzası bulunanların Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek öğretim kurumlarında görev yapan ve güya eğitimli ve algılama, kavrama kabiliyeti ortalamanın üstünde olması gereken insanlar olduğu da düşünülünce yazılanlar hayret vericiydi. Sayıları az buz da değildi. Tam 1128 akademisyen!

 

Başta çözüm süreci rezaletinin mimarı ve kandırılma ustası cumhurbaşkanı olmak üzere, Türkiye’nin büyük kesiminin terör örgütü propagandası yapmakla suçladığı bu bildiri var ya. İnanın terör örgütü propagandası demek az bile kalır. Çünkü örgütün kendisi “Katil faşist TC devleti Kürtlere soykırım yapıyor.” diye bir bildiri yayınlasaydı, tek taraflı ve nesnelikten uzak bir açıklama olduğu gerekçesiyle fazla ciddiye alınmazdı. Ama devletin üniversitelerinde görev yapan eğitimli insanların, devleti en ağır şekilde suçlayan böyle bir bildiri yayınlaması, uluslararası kamuoyunda çok daha farklı ve büyük bir etki yaratır ve muhtemelen şöyle düşünürler;

 

“Türkiye devleti öyle zalim bir katliam yapıyor ki, devlete bağlı kurumlarda görev yapan akademisyenler bile işlerini kaybetme, devlet tarafından suçlanıp kovuşturulmaya uğrama, milliyetçi kesimlerden sert tepki görmek pahasına isyan etmişler ve devletlerinin işlediği insanlık suçlarına tepki göstermişler. Demek zulüm o kadar büyük! ”

 

Tekrar altını önemle çizmek isterim ki Türkiye’yi kasıtlı ve planlı olarak etnik kökeninden ötürü sivillere karşı katliamla, sürgünle ve hak ihlaliyle haksız yere suçlamak, Türkiye’yi dünya kamuoyu gözünde benzer suçlamalarla mahkûm etmeye çalışarak yaptığı tüm terör eylemlerini meşrulaştırmayı ve Türkiye’ye karşı direk ya da dolaylı her tür yardımı alarak bağımsız devlet hedefine ulaşmayı tasarlayan PKK’nın amaçlarıyla birebir örtüşmektedir. Siyasi rakiplerine karşı teröre destek olma suçlamasını çok abartılı bir sıklıkla kullanan sağ siyasetçilerimiz, bu kez yerden göğe kadar haklıdır. Bildiride şehirlerimizi ağır silahlara, bombalara mayınlara boğan, halkın çatışma bölgelerinden tahliye edilmelerine izin vermeyen terör örgütü PKK’dan tek kelime olsun söz edilmemiş. Masum sivil insanların zarar görmemesi için kanını, canını veren askerimiz polisimiz ise katliam sürgün ve hak ihlaliyle suçlanıyor. Oturdukları konforlu yerlerden fedakarlıkları için minnettar olunması gereken askerlerimize polislerimize iftira yağdıran bu bildirinin altına imza atan akademisyenlerin insafsızlıkları vicdansızlıkları gerçekten akıl almaz. Ve bu ihaneti, barış, insan hakları, hukuk gibi genel olarak hiç kimsenin itiraz etmeyeceği kelimelerle örtme kurnazlığını da yapıyorlar.

 

Önce şunu söylemek isterim ki beğenmesek bile farklı fikirlere bu devirde hapis cezası vermek hem Türkiye’nin itibarını zedeler hem de evrensel hukuk ilkelerine uymaz. Hakaret içermediği sürece sinirlerimizi zıplatsa bile her türlü fikre tahammül göstermeliyiz ki tam manasıyla fikir özgürlüğü ortamı oluşsun. Eğer samimi olarak fikir özgürlüğünü istiyorsak tabi ki. Ayrıca fikir suçları için hazırlanan kanunlar hep muğlak ve yoruma açık oldukları için de siyasi amaçlarla kullanılabilmekte, haksızlıklara sebep olabilmektedir. Fikre karşı her zaman fikirle mücadele etmenin en doğrusu olduğuna inanlardanım.

 

Ve bu rezalet bildiriye tepki gösterenlerin yanında destek veren ya da tepki göstermeyerek örtülü bir onay veren büyük bir kesim de oldu maalesef. Zamanında Seyit Rıza, Şeyh Said gibi ihanet isyanlarını bastıran CHP, ilkelerine ters zihniyette kişilerin işgaline uğradığı için akıl almaz şekilde sahip çıktı bu ihanet bildirisinde imzası bulunan sözde barış akademisyenlerine. Ve sözde sol aydın kesimimiz de kanatları altına aldılar, terör örgütlerinin insanlık dışı eylemlerini görmezden gelmekten ve devleti suçlamaktan ibaret bir barış anlayışına sahip akademisyenleri. Türkiye’de sol ve sözde aydın takımı nasıl bu kadar şuursuzlaştı? Olaylara sağlıklı bakış açısını ve vatan duygusunu nasıl bu kadar kaybetti ya da hiç mi sahip olamadı? Askerine polisine karşı nasıl bu kadar insafsız oldu? Anlamak gerçekten çok zor.

 

Ey sözde sol aydın entel takımı… Demiyorum ki ille de Türk milliyetçisi olun, önde giden turancı olun. İnsan beyni parmak izi gibi kişiye özeldir ve çeşit çeşit duygular düşünceler geçer milyonlarca insanın zihninden. İnsanların yaşam koşullarının, hayat deneyimlerinin farklılıkları da buna eklenince ortaya farklı fikirler, yaşam tarzları, tercihler çıkar hâliyle. Herkes Türklük ve devlet sevdasına düşmez tabii ki. Demiyorum ki devleti, kurumlarını veya güvenlik güçlerimizi hiç eleştirmeyin. Eleştirel düşünce her zaman kaliteyi artırır. Toplumların kalitesinin, medeniyet seviyesinin en belirleyici kıstası olan fikir özgürlüğü, en çok eksikliğini hissettiğimiz şeydir Türkiye’de. Gücü eline geçirenin dini, milliyetçiliği veya devleti korumak bahanesiyle birilerini susturmaya çalışmasından, sözde anayasal hak olan düşünce özgürlüğünün içini boşaltmasından bıkmışızdır.

 

Ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin en haklı olduğu terörle mücadele gibi konularda bile hiç düşünmeden tamamen devletin karşısında konumlanmak solculuk, aydın olmak değil ihanettir. Sadece topluma, vatana, millete değil insanlığa da ihanettir bu.

 

Fikir özgürlüğü adına herkes doğruluğuna inandığı fikirleri savunmakta özgür olmalı. Ama bu haince tavırlarınızla o çok şikayet ettiğiniz dinci kinci saldırgan tarikatçı gerici sağ politikacıları beslediğinizi, ve ülke siyasetinde zemin kaybettiğinizi de unutmayın. PKK dhkpc gibi mutlak Türkiye düşmanlığı ve teröre şiddete odaklanmış örgütlere karşı bile devletin yanında olmazsanız, yapacağınız söyleyeceğiniz en doğru şeyler bile haklı olarak bu milletten karşılık bulamaz. Vatan millet duygusu olmadığı gibi politika bilgisi de yok sizde maalesef.

Askerî liselerin kapanması

 

Devlet ordusuz, ordu da subaysız olmaz. Subayların eğitimi ise uzun yıllar alan bir süreçtir. Askerî liseler subay eğitiminin ilk aşamasıdır. Sayısız insanın emeğiyle, yüz yılı aşkın tarihiyle geleneğiyle askeri liselerimizin eğitim kalitesi en üst seviyedeydi. Bu okulları kapanmasının subay eğitiminin kalitesine olumsuz yansıyacağı ortadadır. Terörle mücadele eden TSK’nın kurulu düzeninin önemli bir parçası, hâlâ bitmeyen siyasal İslamcı kinin hışmına uğramıştır.

 

Askerî hastanelerin kapanması

 

Askerî hastanelerin kapanması ordumuza, dolayısıyla devletimize, milletimize yapılan en büyük ihanetlerden biridir. TSK dünyada hastanesi olmayan tek ordu haline getirilmiştir. Sivil hastaneler meslek ahlaklarının gereği olarak ellerinden geleni yapsa da harp yaralarının tedavisinde uzun yılların verdiği deneyimle uzmanlaşan askerî hastanelerin seviyesine ulaşamaz. Ayrıca PKK, DHKPC gibi bölücü örgütlerin sempatizanlarının çalıştığı sivil hastanelerde askerimizin güvenliğinin askeri hastaneler seviyesinde sağlanması mümkün değildir. Tabib subay yetiştirilmesine son verilmesi ise ordumuzun sağlık sisteminde bir gedik daha açmıştır. Sivil doktorların savaş koşullarında ne yapacağı soru işaretidir.

 

Askerî hastaneleri kapatıp, utanmadan sıkılmadan terör saldırılarında operasyonlarda yaralanan askerlerimize şifa dileyenler.. Layığınızı bulmanız dileğiyle…

 

 

 

 

Yazar

Murat Hüseyin Bilgin

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar