Yükleniyor...
Günümüzde demokrasi hem dünyada hem Türkiye’de en çok bahsi geçen, fakat en çok istismar edilen ve en az anlaşılan kavramlardan biridir.
Öncelikle unutmamak gerekir ki demokrasi, rejimden önce kültürdür. Demokratik rejim için en uygun sistemi kursanız bile, demokrasi kültürü geleneği oluşmadığı sürece sisteminiz kötü niyetli politikacılara karşı savunmasız kalabilir.
Demokrasinin varlığını sağlıklı bir şekilde sürdürmesi için gerekli temel şartları sayalım:
Çoğunluğu iyi eğitim almış, demokrasinin ne olduğunu kavramış, bilinçli kültürlü halk.
Özgür basın.
Bağımsız yargı.
Adil seçim koşulları.
Günümüz Türkiye’sinin saydığım şartların hiçbirini karşılamadığı düşünüldüğünde sözde değil özde demokrasi beklemenin iyimserlik olduğunu düşünüyorum. Zaten yönetenlerin ve yakınlarının sınırsız suç işleme ayrıcalığına sahip olduğu, yönetilenlerin ise en temel haklardan olan düşünce ve ifade özgürlüğünü dahi hakkıyla kullanamadığı bir düzene demokrasiden başka her şey denir. Özellikle gericilik tarikatçılık batağından kurtulmaya pek de niyetli görünmeyen, siyasi ahlak konusunda oldukça ciddi sorunları olan sağ siyasetle demokrasi yolunda işimiz epey zor görünmekte.
Demokrasiyi sandıktan ibaret sanan mı dersiniz…
En fazla oyu aldığında her istediğini yapabileceğini, anayasa, hak ve hukuk tanımama hakkı kazandığını sanan mı dersiniz…
Demokrasinin, kurucu ilkelerin, temel hakların ve hukukun sigortası olan Anayasa Mahkemesini kapatmaktan bahseden mi dersiniz…
Demokrasinin olmazsa olmazı basını devlet bankalarından aldığı geri dönüşsüz kredilerle satın alarak parti propaganda mekanizmasının aracı haline getirip üzerine demokrasi nutukları atan mı dersiniz…
Yargıyı siyasi menfaatleri doğrultusunda düğme ilikler hale getirip Türkiye’nin ileri demokrasiye geçtiğinden bahseden mi dersiniz…
Kontrol ettiği vakıflar kanalıyla devletten ihale alan sermayeyi bağış adı altında rüşvet çarkına esir edip kendinden önceki dönemleri vesayetçilikle eleştiren mi dersiniz…
Parlamenter sistemden dünya siyasi tarihinin gördüğü en saçma, en denetimsiz başkanlık sistemine mühürsüz oyların geçerli sayılması sayesinde kıl payı farkla geçip milletin demokratik tercihini yaptığından, artık geri dönüşün mümkün olmadığından bahseden mi dersiniz…
Bu liste uzar gider…
2000’lerin Türkiye’si demokrasi açısından tarihimizin en karanlık dönemidir. Yaşadığınız sivil darbe, askeri darbelerden çok daha tehlikelidir. 60 ve 80 ihtilalcilerinin ülke kaynaklarını sınırsız kesintisiz yağmalayacakları, devletin tüm denetleyici mekanizmalarını felç edecekleri bir düzen kurmak gibi niyetleri asla yoktu. 1950 öncesinin tek partili düzeni ise tüm halka hizmet ettiği için, bir azınlığa hizmet eden mevcut parti devleti düzeninden çok daha demokratikti.
2020’lerin Türkiye’sini demokrasi açısından küme düşürten yobaz zihniyet 1920’lerin 30’ların Türkiye’sini demokrasi üzerinden eleştiriyor. Neden çok partili sisteme hemen geçilmemiş. Kemalizm, askeri vesayetçilikmiş, faşizmmiş.
Atatürk Türkiye’nin başında olduğu dönemde demokrasiyi tam anlamıyla hâkim kılamasa da -ki o koşullarda zaten mümkün değildi- tek parti otoriterliğini maddi siyasi çıkar için değil, bir gün demokrasiyi var edecek devrimleri hayata geçirip korumak için kullanmıştır. Bu da aslında mutlak demokratik bir tavırdır. Devrimlerin temeli olan laik cumhuriyet olmadan demokrasi asla var olamaz Türkiye’de. Osmanlı hanedanlık ailesi siyasetten ve dinden uzak kalamayacağı için İngiltere tipi çağdaş demokratik bir meşrutiyet Türkiye’de mümkün değildir. Laik devlet yapısı, laik hukuk, laik eğitim olmadan demokrasi asla hayat bulamaz Türkiye koşullarında. Yani devrimciliğin, demokrasinin altyapısını oluşturmak için demokrasiden önce gelmesi şartların gerektirdiği bir zorunluluktur.
Tek partili dönem faşizmmiş, vesayetçilikmiş… Yahu egemenliği halife sultandan alarak millete veren ve tüm devrimleri dahil her yaptığını millî iradenin mabedi meclise dayandırarak yapan, dönemin koşullarının izin vermemesi yüzünden demokrasiyi eksiksiz olarak hayata geçiremese de din tarım monarşi devletinden laik ulus devlete geçiş adına gerçekleştirdiği devrimlerle demokrasinin temelini atan Atatürk, tüm bunları faşizm vesayet için mi yaptı? Atatürk’ün kendisi yani Kemalizmin Kemal’i, Atatürkçülüğün Atatürk’ü İttihat ve Terakki döneminden bu yana orduya siyaset girmesinin yaratabileceği sakıncaları vurgulamış; Anayasasız meclissiz Abdülhamid istibdadına son veren 1908 devriminden sonra İttihat ve Terakki’nin bir an önce orduyla bağını koparıp partileşmesi gerektiğini savunmuş ve bu yüzden de İttihat ve Terakki’nin etkin kişilerinden sert tepki görmüştür. Osmanlı ordusundaki ittihatçı ve karşıtları çekişmesi Balkan harbinin kaybedilmesinde de rol oynamıştır.
Millî mücadele kazanıldıktan sonra hem mecliste hem orduda görev yapan milletvekillerine ya siyaseti ya askerliği seçme çağrısı yapan da Mustafa Kemal’dir. Şimdi kalkıp sanki Mustafa Kemal Atatürk, ordu subaylarına “bol bol siyasetle ilgilenin, mümkünse hiyerarşik ihtilal yapın veya herkes kendi siyaset anlayışına göre fikirdaşlarıyla ihtilalci gruplar cuntalar oluştursun” demiş gibi Kemalizmin darbecilik olduğunu iddia etmenin mantığı var mıdır?
Şunu da söylemem lazım ki, Anayasa hak hukuk tanımayarak sivil darbe girişimi yapmaya kalkan, Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerini değiştirmeye ya da içini boşaltmaya kalkarak laik demokratik ulus devleti dinci ümmetçi monarşiye çevirmeye çalışan veya yönetsel beceriksizlik gösterip ülkede can mal güvenliğini tehlikeye atan sivil idareciler orduya ihtilal yapma koşulları hazırlayabilir. Askeri darbelere istediğiniz kadar karşı olun, bu denklem sadece Türkiye için değil dünyadaki tüm devletler için geçerlidir. Bu durum da Kemalizmle veya Atatürkçülükle değil hayatın ve siyasetin gerçekleriyle ilgilidir.
1950’lerde, yani demokrasi kültürünün askeriyle siviliyle yerleşmediği, çok partili sistemin henüz emekleme aşamasında olduğu bir dönemde sivil yöneticilerin Anayasa hukuk ihlallerinin veya 1970’lerdeki can mal güvenliği ve devlet otoritesi yoksunluğunun sebep olduğu koşulları hangi ülkede oluşturursanız oluşturun, o ülkede askeri ihtilal olasılığı belirir.
Örneğin ikinci dünya savaşı sonrası güç kaybeden Fransa ve İngiltere’den bağımsızlıklarını kazanan ama siyasi istikrar kazanmakta zorlanan Afrika, Ortadoğu ve Asya ülkelerinde sabah erken kalkanın ihtilal yapmaya kalkmasının sebebi de Kemalizm değil siyasi istikrarsızlık ve demokrasi geleneğinin oluşmamasıdır.
Gerçekçi olunursa, 60 ve 80 ihtilallerinin sebebinin, Mustafa Kemal Atatürk’ün eylem ve söylemlerini temel alan Kemalizm veya Atatürkçülük değil, dönemin şuursuz, beceriksiz, demokrasiyi içselleştirmemiş sivil idarecileri olduğu görülür. 60 ihtilal bildirisini okuyan Alparslan Türkeş veya 80 ihtilalinin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren sanki Kemalistmiş gibi Türkiye’de geçmişte olan ihtilalleri Kemalizme bağlamak büyük bir çarpıtmadır.
Osmanlı’nın birinci dünya savaşını kaybetmesi sonrası Mondros ateşkes anlaşmasıyla başlayan haksız işgallere tepki göstermeyen, Anadolu Türklüğünün idam fermanı Sevr’in giyotinine uysalca başını uzatmaya hazırlanan İstanbul yönetimine karşı Türk subaylarının Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu’da başlattığı var olma mücadelesine darbe diyebilecek kadar şuursuzlaşanlar bilmeli ki millî mücadele hareketi darbe değil haklı ve kutlu bir isyandır. İstanbul’da, işgal altında ulusun çıkarlarını savunacak bir hükümet var mıydı ki İngilizlerin meclisi basıp dağıtmasından sonra Ankara’da toplanan meclis darbeci olsun.
2016’da yaşadığımız ve Türk ordusuna siyasal İslamcı iktidar tarafından bizzat yerleştirilmiş tarikatçı yapı tarafından gerçekleştirilen darbe girişiminde de adeta bir darbe geleneği uygulanmış, TRT binası basılarak darbe bildirisi okutulmuştu. Bildiride Atatürk ilkelerinden bahsedilmesi Atatürk ve devrimlerinin baş düşmanlarından tarikatçıları da Kemalist ya da Atatürkçü yapar mıydı?
Atatürk ve sonrasındaki İnönü döneminin tek parti yönetimine demokrasi kavramı üzerinden yapılan eleştirilere değinmekte de fayda vardır. Görünüşte demokrasiye aykırıymış gibi duran bu durumun, demokrasi karşıtlığından değil, tam tersine devrimleri koruyarak demokrasinin temelini atma çabasından ve günün başka seçenek bırakmayan koşullarından kaynaklandığını bazıları bir türlü kavrayamaz.
Öncelikle demokrasinin her koşulda var olamayacağını iyi anlamak gerekir. Aslında bu gerçeği, günümüzden binlerce yıl önce yaşamış insanlar bile fark etmişken bazılarının hâlâ anlamaması ya da anlamazlıktan gelmesi hayret vericidir. “Vay efendim 1920’lerde, 30’larda, 40’larda neden demokrasi yoktu? Neden tek parti yönetimi vardı? Neden diğer partiler kapatıldı, ya da kurulmasına izin verilmedi de çok partiyle seçim yapılmadı?”
Diye, bilmiş bilmiş konuşur, dincisinden sahte liberaline sözde aydınına pek çok kişi. Öncelikle, bundan binlerce yıl önce, filozof Platon’un demokrasiyle ilgili ne dediğini hatırlayalım:
“Demokrasinin temel ilkesi halkın egemenliğidir. Ama ülke yönetiminde doğru tercihlerin yapılabilmesi için de halkın, çoğunluğu iyi eğitim görmüş kişilerden oluşması gerekir. Eğer böyle değilse demokrasi otokrasiye dönüşür. Güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti başarıyla yönetebileceği sanılır. ”
Platon’un 2500 yıl önceden, 2000’li yıllardaki Türkiye siyasetinin röntgenini çektiğini söylersek abartmış olmayız herhalde. Gerçi bizim demagogun ağzından genelde güzel söz yerine küfür çıkıyor. Ama hem kötü yöneten hem de kötü niyetli demagogumuzun, kendisi gibi iyi eğitim görmemiş kişilerden fazlasıyla oy alabildiği için devleti başarıyla yöneteceğini sananlar hakikaten bol miktarda var ülkemizde.
Demokrasi, hakkıyla yaşatılmak için, çoğunluğu iyi eğitim görmüş halk ve namuslu ahlaklı siyasetçiler ister. Demokratik yollardan gelerek demokrasiyi ideolojik amaçlar uğruna felç etmeye çalışan kötü niyetli yöneticilere karşı demokrasinin kendini savunma mekanizmasının zayıf olduğunu siyaset tarihi defalarca göstermiştir. Türkiye’de 1920’lerden itibaren demokrasiyi yerleştirme adına engeller, iyi eğitim görmüş insanlarımızın kısıtlılığından ve buna bağlı olarak da demagoji ustası, gerici, Türk devrimi karşıtı yöneticilerin zemin bulma olasılıklarından ibaret değildir. 600 yıllık monarşiye son vererek egemenliği millete veren cumhuriyet devrimiyle kurulmuş devletimizin hem karşı devrimcilerin gazabına uğrama hem de o dönem yeni ve daha da büyük bir dünya savaşını tetikleyen zorlu siyasi gelişmelerin yarattığı tehditlere maruz kalma tehlikeleri vardır.
Devrim denen köklü değişiklikler temelinde, yepyeni bir devlet kurmakla iş bitmez. Devletin kurucu değerlerini yaşatmak, devrimlerin halk tarafından sahiplenilmesini içselleştirilmesini sağlamak, devleti kurmaktan daha da zorlu bir mücadele gerektirir. Çünkü devrimler, karşı devrim denen bir siyasi tepkiyi tetikler. Alıştıkları ve daha da önemlisi beslendikleri eski düzeni geri getirmeye koyulur hem içeride hem dışarıda pek çok kişi ve grup. Özellikle Türkiye’deki karşı devrimciler, yani cumhuriyet devrimlerinin tamamen askıya alınıp eskisi gibi halife sultan yönetiminde mutlakiyete geçilmesini, laik hukukun din temelli çoklu hukuka, laik eğitimin medrese eğitimine, yeni Türk alfabesinin eski harflere dönmesini isteyenler, bu yolda her yolu mübah görürler. Kutlu dava dedikleri bu hedef, kendilerince Allah tarafından verilmiş kutsal bir vazifedir, savaştır. Bu kesime göre savaşta hile de caiz olduğuna göre din istismarı, yolsuzluk, dava arkadaşlarına kaynak ve makam kazandıracak her türlü usulsüzlük, devletin kurucu ilkelerine bağlı kişilere tuzak kumpas, kamu malını yağma gibi kirli yöntemler, kutsal saydıkları hedeflerine ulaşma yolunda kendilerince meşrudur. Zaten laik devlet onlara göre dinsiz devlettir. Darül harp, yani savaş alanı olarak gördükleri Türkiye’de devlet malını çalmayı da hakları olan ganimeti elde etmek olarak görürler.
Din gibi demokrasiyi de istismar eden karşı devrimci, çakma Osmanlıcı, gerici takımının, demokrasi sanki çok umurlarındaymışçasına neler dediğini az çok biliriz.
Efendim cumhuriyet devrimleri halka neden sorulmamış? Hani neredeymiş demokrasi? Cumhuriyet kurulduktan sonra neden hemen çok partili düzene geçilmemiş? Terakkiperver Cumhuriyet fırkası neden kapatılmış? Serbest Fırka’ ya neden fırsat verilmemiş? Neden adil koşullarda seçim yapılmamış? Sanırsın hepsi demokrasi aşığı!
Sanki mutlakiyet halka sorularak gelmiş de giderken de halka sorulması gerekirmiş gibi demokrasiyi bahane ederek devrimlerin tepeden inmeci, dayatmacı yöntemle yapıldığını, halkın da onayının alınması gerektiğini iddia ederler. Siz Osmanlı hanedanlık ailesinin mutlak egemenliğini istemiyor musunuz? Hani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan halife, sultanın tüm gücü elinde bulundurduğu mutlakiyet yönetimi. İdealiniz de Abdülhamid tarzı istibdat değil mi? Sizin millet egemenliğini temel alan demokrasiyle ne işiniz olur yahu?
Halk isterse hilafet geri gelirmiş. Halk isterse laiklik de elden gidermiş. Demokrasi buymuş. Millî irade buymuş.
Demokrasiyi ve millî iradeyi gerekçe göstererek bir hilafet ve dolayısıyla laiklik referandumu yapabilselerdi, karşı devrimci gerici takımı halka şu propagandayı yapacaktı muhtemelen. “Allah’ın emrettiği şeriat düzeninde, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi halife yönetiminde mi yaşamak istersiniz? Yoksa gavurların dinsiz imansız laik düzeninde mi?”
Ya da ellerinde olsa eski harflere dönmek, ya da en iyisi hiç geçmemiş olmayı isterler. Alın size propaganda. “Kutsal kitabımızın harflerini mi kullanmak istersin ey ahali? Yoksa gavur harflerini mi?” Eğitim düzeyi düşük, dini duyguları yüksek halkımızı ikna etmekte çok da zorluk çekmezlerdi herhalde. Peki, demokrasi bu mudur?
Hakkıyla uygulanacak demokrasilerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerinin, demokrasinin temel değerlerinin, temel insan haklarının oya sunulamayacağını pek de dikkate almazlar. İşlerine de gelmez. Çünkü demokrasi de din gibi, kutlu dava dedikleri ideolojik amaçları yolunda araçtır sadece. Ayrıca Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek menfaatlerinin, Osmanlı’yı çöküşe götüren eski düzeni tekrar kurmayı gerektirmediği de ortadadır. Ama kimin umurundadır. Tüm Türk dünyası Latin kökenli alfabede anlaşmasına rağmen hâlâ dil devrimiyle bir gecede cahil kalındığını iddia eden akılsızlardan bol miktarda mevcuttur.
Eğitim kültür ve bilinç seviyesi düşük insanların tercihleri ideolojilerine uyunca yaşasın demokrasi derler. Eğitim seviyesi yüksek, seçkin insanların millî egemenliği üstün kılma, demokrasi geleneğinin temelini atma yolunda devrimci eylemlerini ise dine, geleneğe, hilafete ve hatta demokrasiye ihanet olarak görürler. Açıkça söylüyorum ki eğitim ve gelir seviyesi düşük, cehalet seviyesi yüksek halkla demokrasi olmaz. Uygulansa bile devletimize milletimize hayır getirmez.
“Efendim biz eski düzende 600 yıl dünyaya hükmettik”
Yahu orta çağda hükmettik. Ve dünyanın bir numaralı süper gücü olma sıfatımız maalesef 600 yıl sürmedi. Sanayi ve aydınlanma çağında yaya kaldık. Duraklama ve gerileme dönemi derler ya hani. Aslında rakiplerimiz bize göre öyle hızlı ilerledi ki, biz ilerlerken bile gerilemiş olduk. Denenmiş ve çağa ayak uyduramamış düzeni tekrar canlandırmak, Türk dünyasının lider devleti Türkiye’ye sabotaj değildir de nedir?
Devletimizi güçlü kılarak ilelebet var edecek, halkımızın gelir ve eğitim seviyesini yükseltecek, en önemlisi eşit vatandaşlık hakları temelinde millet haline getirecek ilerici devrimler, ancak seçkin bir vatansever kişinin ya da grubun siyasi gücü ele geçirmesiyle hayata geçirilir. Bu yüksek amaç uğrunda, halkın yüksek menfaatleri için gerekirse halka rağmen, halk için devrimcilik prensibi uygulanır. Yani, mutlakiyetten cumhuriyete geçiş, bir kesimin din anlayışını temel alan devlet modelinden laik devlete geçiş gibi, Türkiye’yi çağdaş medeniyet seviyesine yükseltecek köklü değişiklikleri demokratik bir şekilde gerçekleştirmek için, halkın eğitim ve kültür düzeyinin artarak bu devrim niteliğindeki değişimleri talep eder hale gelmesini bekleyecek kadar vakti yoktur ülkemizin. İşte buna devrimcilik derler.
İşlerine gelince demokrasi, millî irade, işlerine gelince de “Egemenlik Allah’ındır, Hilafet isteriz, şeriat isteriz” diyenlerin devrimci tek parti dönemine demokrasi kavramı üzerinden eleştirileri aslında samimiyetsizdir.
Tek parti CHP’si, demokrasinin temelini atan devrimleri koruma görevini yerine getirmiş, hatta büyük bir gafletle devrimleri tam manasıyla teminat altına almadan, yani görevini tamamlamadan önce çok partili düzene geçmiştir. Siyasal İslamcılar, tarikatlar ve Türk İslam sentezi milliyetçileri, İslam’ın ve dünya Müslümanlarının menfaatlerini gerçekten düşünseler, Türkiye’de 1950 sonrası etkisini iyice gösteren karşı devrimin kör topal hale getirip içini boşalttığı laikliği tamamen yok edeceklerine, laikliği savunarak Müslüman ağırlıklı nüfusa sahip diğer ülkelere örnek olurlardı. Etnik ve mezhepsel çatışmalar yüzünden huzur bulamayan, emperyalizme kolay lokma haline gelen İslam coğrafyasının çaresi laikliktir.
Atatürk’ün ideali şüphesiz ki demokrasidir. En baştan beri de millî egemenliğe vurgu yapmış, millet meclisini de millî irade temsilcisi olarak en güçlü siyasi konuma getirmiştir ulu önder. Tüm yasalar ve devrimler talimatla, oldubittiyle veya kararnameyle değil meclisin iradesiyle yapılmıştır. Hatta gereğinden çok önce çok parti denemeleri de yapmıştır Gazi. Ülkenin daha kaliteli bir yönetim anlayışına sahip olması için muhalefetin de olması gerektiğinin pekâlâ farkındadır. Atatürk’ün gerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından gerek Serbest Fırkadan tek bir beklentisi vardır. Cumhuriyete devrimlere sahip çıkmak, devrimleri bir kaşık suda boğmak için fırsat kollayan gerici hareketlere izin vermemek. Bunun dışında muhalefeti büyük mutlulukla karşılamaya, CHP ile arasında doğacak itilaflarda tarafsız hakem konumunu hakkıyla yerine getirmeye hazırdır. Ama olmamıştır. Muhalif hareketin örgütlenmesiyle doğan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da bizzat Atatürk’ün tanıdığı güvendiği insanları yerleştirerek çok partili hayata geçiş sürecinde kontrollü bir muhalefet partisi haline getirmeye çalıştığı Serbest Fırka da Atatürk’ün beklentisini boşa çıkararak karşı devrimin yatağı haline gelmiştir. Bırakın bu iki muhalefet partisini, CHP’nin kendi içinde dahi karşı devrimcilerin ve çıkar gruplarının saf tutmasına engel olunamamıştır. Atatürk meclisin yapısını, devrimleri onaylayacak şekilde biçimlendirmeye çalışsa da karşı devrim bir şekilde baş vererek var olmuştur.
Toplum hayatıyla, kanunlarıyla, eğitim sistemiyle ve hatta dış politikasıyla kendilerine has din anlayışına dayanan devlet modelini oluşturmak için her türlü gayri meşru işi mübah gören karşı devrimcilerle mücadele etmek, başta laiklik olmak üzere Türk devrimini korumak, halka vatandaşlık bilinci kazandırarak ulus haline getirmek amaçlarıyla demokrasiden taviz vermek, demokrasiyi ertelemek, tamamen haklı ve meşrudur. Ve de en önemlisi demokratça bir tavırdır.
Altını önemle çizmekte yarar vardır ki, çoğunluğu eğitim kültür gelir seviyesi düşük bilinçsiz halkın doğru tercihler yapamayacağını söylemek, halkı aşağılamak hor görmek değil, halkın menfaatlerini korumaktır. Halife Sultan, “Bir millet var, koyun sürüsü” deyince sıkıntı yok. Ama ülkenin yüksek menfaatleri için önce milletin kültür bilinç düzeyi artsın, sonra çok partili düzen, demokrasi gelsin” demek halkı hor görmek öyle mi?
Cumhuriyet devrimlerini jakobenlikle, yani seçkinlerin doğruluğuna inandıkları ideolojiyi halka zorla dayatmasıyla eleştirenler bilmelidir ki, devletimizi ayakta tutmak için, çağın gereği olan Cumhuriyet devrimlerini gerçekleştirmek ve korumak için yapılan jakobenlik, orta çağ düzenini Osmanlıcılık, gelenekçilik veya dindarlık adına geri getirmeyi dava edinmekten çok daha hayırlıdır milletimize ve tüm insanlığa.
Etnik ve mezhepsel farklılıkları aşarak ulus bilincine varmakta, emperyalizme karşı kendini savunmakta zorlanan İslam ülkeleri için de kurtuluş yolu, Türkiye’nin laik ulusçu devlet modelini örnek almaktır. Ki karşı devrimcilerin ideal rejimi olan Halife Sultan mutlakiyeti de jakobenlerden çok daha fazla dayatmacıdır. Bir yandan Atatürk’ü demokrasi kavramı üzerinden eleştirip diğer yandan otoriterliğin zirvesi Abdülhamid’e övgüler yağdırmak gülünçtür.
Ben CHP’nin 1946’ya kadar tek partiyle Türkiye’yi yönetmesini değil, vaktinden çok önce çok partili düzene geçmesini eleştiririm. Hem de geniş parti örgütlenmesi ve etkin propaganda oluşturarak seçimi kazanmayı garanti haline getirecek konumda değilken. Dünya tarihinde tüm zamanlarda iktidarı kendi eliyle karşı devrime ikram eden bir devrimci parti daha yoktur, CHP dışında. Ve günümüzde bile rastlanmayacak büyük bir siyasi olgunlukla iktidarı teslim etmesine rağmen de karşı devrimcilerin takdirine değil, terbiyesizce hakaretlerine maruz kalmıştır kurucu parti. Karşı devrimcilerin sadece fikirleri amaçları değil, ahlakları karakterleri de bozuktur çünkü. Demokrasiyi ağızlarına sakız eden gerici yobaz takımının demokrasi için en büyük tehdit olduğu geçmişte de günümüzde de açıkça görülmektedir.
“Devrim de devrim. Cumhuriyet devrimleri olmasa olmuyor mu?” diyenler de var mutlaka. Mesele ideolojik saplantı değildir elbette. Mesele dünya düzeninde medeniyete uzak kalan, birliğini sağlayamayan milletlerin bağımsız onurlu yaşam olanağı bulmakta zorlanmasındadır. Bu düzende var olmak için her alanda güçlü olmak, güçlü olmak için de halkı cehaletten, din istismarcılarının etkisinden kurtarmak, eğitim gelir seviyesi yükselmiş aydın toplum, beraber yaşama iradesine sahip millet haline getirmek şarttır. Halkın düşünce ve farkındalık seviyesi, kalitesi yüksek olmalıdır ki sandık başında doğru yöneticiyi seçsin. Devletin milletin çıkarlarını kollamayan, yolsuzluk usulsüzlük hırsızlık yapan sandıkta cezalandırılsın. Aksi halde demokrasiden randıman alınamaz ve demokrasinin karşı devrimcilerin hedefine ulaşmasına aracılık etmekten başka bir fonksiyonu da olmaz.
“Halkın koşulları demokrasiye uygun değilse ilerici devrimci de olsa otoriter rejim mi olsun?” diyenler olacaktır mutlaka. Ben de diyorum ki, “otoriter rejim olsun ya da olmasın ” gibi seçeneklerle karşılaşma lüksümüz yok. Çünkü halkın eğitim kültür gelir seviyesi düşükse, toplumda demokrasi geleneği yerleşmemişse, görünürde çok partili rejimler, zaten kendiliğinden otoriterliğe evriliyor.
Özellikle kendini ülkenin varlığı için vazgeçilmez sanmaya başlayan ideolojik olarak takıntılı siyasetçilerin denetleyici mekanizmaları etkisiz hale getirerek tüm gücü ele geçirme hırslarını dizginlemek için en etkili sigorta, Anayasa mahkemesinden, kanunlardan, basından önce toplumdaki demokrasi kültürü ve geleneğidir. Meclis çoğunluğu, yargı kadroları, basın, kötü niyetli siyasetçiler tarafından ele geçirilebilir. Bilinçsiz toplum bağımlı yargıyla, satın alınmış basınla ve çeşitli propaganda metotlarıyla yönlendirilebilir. Ama demokrasinin ne olduğunu ne olmadığını kavramış bir toplumun iradesini hiçbir şekilde ele geçiremezsiniz, satın alamazsınız. Yani demokrasi için en önemli güvence, halkın bilinç, farkındalık seviyesidir.
Otokrasiler, iki yüzü keskin bıçak gibidir. Yönettiği devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, bilgili, donanımlı, zeki bir lidere sahipseniz, ülkeniz siyasi ve ekonomik olarak potansiyelinin en üst seviyesine ulaşabilir. Yani otokrasi yararlı olur. Tek parti rejimiyle süper güç olan Çin, ya da otoriter lider Putin Rusya’sı, devlete faydalı otokrasilere örnektir. Fakat yönettiği devletin çıkarlarından bambaşka gündemi olan, bilgisiz adaletsiz ahlaksız bir lidere sahipseniz, otokrasi felaket de getirebilir. Kutlu dava diye ideolojik hedefler peşinde koşan, bu uğurda ülkesinin menfaatlerini bir kenara bırakan, orduyu kumpaslarla zayıflatan, ekonomiyi, eğitimi, tarımı, dış politikayı, toplumsal huzuru karaya oturtan, ülkenin düşmanları tarafından sürekli kandırılan ama halkını kandırmakta usta olan bir lidere de sahip olabilirsiniz.
Ve Türkiye’nin kendine has koşullarını düşündüğümüzde, demokrasi hedefiyle yola çıkılıp koşulların yetersizliği nedeniyle varılan otoriter rejim de laik ve ulus devlete bağlı, aydınlanma davasına inanan, cumhuriyet devrimcisi bir çizgide olmuyor. Kendinden olmayan herkese nefretle bakan, orta çağ zihniyetine sahip, dinci, kinci, mezhepçi yobaz bir otokrasi kaçınılmaz şekilde ortaya çıkıyor.
Her işte bir hayır vardır derler. Tek bir kişinin demokrasiyi istismar ederek tüm gücü ele geçirmesinin ne kadar tehlikeli olabileceğini yaşayarak deneyimlediğimiz bu günler, sözde değil özde demokratik düzeni kurma adına acı dersler veriyor milletimize.
Demokrasi için en uygun rejim olan Cumhuriyetin ilk kurulduğu ülke Fransa dahi demokrasi kültürünü ancak 200 senede oturtabilmişken bizim yolumuzun da uzun olduğu açıktır. Ama yarı yolu geçtiğimizi, gerçek demokrasiye yakın olduğunuzu düşünüyorum.
Bir gün bu memlekette gerçek demokrasi olacaksa bu kazanım Kemalizmin Kemal’inin, Atatürkçülüğün Atatürk’ünün gerçekleştirdiği büyük devrimler sayesindedir. Tüm zekasına ve birikimine rağmen Atatürk, bu devrimleri millî mücadeleyi başarıya ulaştırmanın verdiği siyasi güç sayesinde yapabilmiştir.
Yobazların millî mücadeleyi küçültmeye çalışmaları, hatta kimilerinin millî mücadelenin Mustafa Kemal’e siyasi güç kazandıracak bir danışıklı dövüş olduğuna dair tuhaf komplo teorileri, millî bayramlara günlere bir türlü ısınamamaları işte bu yüzdendir.